- 1085 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
9Suskunluklarımız benlik direncimizi aştı 9.
Bu gece, ne düşünürsün bilmem ama yazdıklarımı sakın okuma bu saatlerde, artık sana ait her şeyi tükettim, sadece karanlık var göz diplerimde, bir de şaşkınlık var yaşama dair, kendime ait, sahipsiz düşler baskınlığı var yüreğimin bir yerlerinde yalnızlıkla dostlukta ve sen sevgili, yaşamın kutlu olsun ben ne diyeyim ki, iki şehir ve iki yürek ayrı ayrı gökyüzüne bakmakta...
Bitimsiz sayıda kelimelerle ve de cümlelerle yazdığın aslında dar zamanlarında yaşadığın sahipsizlik veya teklikle yaşadığın boşluk…
Sayısız düşlerin kurulduğu kendi kendini duramayasıya sorguladığın ve her sorgulama cümlesi o anlardan itibaren cevapsız kalarak seni yalnızlığın dibine doğru ittirir…
Çeşitli cevapların ve bahanelerin vardır seni kalabalıklaştıran ama her cevaplanma ve ardına taşan cümle dizileri senin tarifine göre, yalnızlığı anlatır ki o da çaresizliğe dönüşür sonunda…
Hayatımdan gidenlerle, kalanlar arasındaki bağdır asıl olan sevgi ve sevgili sözcükleri…
Her yürüyüş bir yerlere gitmekse, yaşamın tümündeki gidişlerim bitiremediğim yolların uzunluğuydu şüphesiz…
Ve her gidiş gidilen mesafeye göre acılanmalarımızın yorgunluğundan şiddetinin azalmasını tarif eder şüphesiz…
Ama o kadar çok acılanma için sebepler peydah edilmişti ki omuzlarımızı sarsa sarsa yalnızlaştığımız zamanlarda artık ağlamalarımızın da sesi olabildiğince uzaklardan duyulur…
Ey sevgili, omuzlarımızı sarsa sarsa beraberce ağladığımız günleri düşündükçe, hâlâ omuzlarımın sarsılmalarını hissederim ve sevgi ve sevgi kendi için ağlayanları sevdiği gibi ağlamalarının da çok uzaklardan duyulmalarını hak eder…
Biz birbirimiz için ağlarken bile içimize hasretin kasveti düşmemişken, o günlerde ki ağlamalarımızın bile farklı bir değeri vardı…
Sen ağladıkça seni sevmem, artardı, senin için ağladıkça ben, belki de seni daha çok severdim…
Anladım ki sevgi göz yaşlarımız ile beslenip, bizi ayakta tutar, bir birimizi daha çok sever ve merhametimizi eksik etmezdik birbirimizden…
Bir gece, hem de gecenin en geçi, bir düş kurma, hem de yaşamın ilk en uzağına gitme, bir aşk, hem de çoğunda acılanmalar hakim olmuş tüm gecelerinin çoğuna,
Sonra ağlama, hem de omuzlarını sarsa sarsa ağlama denir ama benimkisi sesim çok uzaklara doğru uzamasın diye iki elimin avuç içi ile çene kemiklerimi beynime doğru kaldırıp, ağzımı güçlüce kapatıp, hırıltılı sesler çıkarıp sarsılmak…
Sonra uzakları düşlemek, uzakların en uzağında erişemeyeceğim bir yükseklikte sevgili düşü…
Ve gürültüler, uzaklarda havaya doğru fırlayan havayifişek parıltıları, sonra benim iç sıkıntım sanki içimde kocaman bir yangın ve o yangının isleri yakıyor genizlerimi…
Tan yeri ağarma kızarıkları ve içimdeki yangın sönüklüğü ile köz kokusuna bezer genzimin bulantısı içimde küskünlük kendime, sonra kendi kendime ve sana sevgili sana, senin yokluğunun huzursuzluğunu ve senin yanışlarına kendini yakarcasına hayatın içine atışın. Kendini yakmak için yangına düşürmen, kendin için yangın yerinde közleşmeni, hayal etmekse, bu hayali yaşamaksa, imkânsız…
En büyük düş en büyük zarar ayrılık yangını, köz olmuş yanışları duvarlara vuruluşlar, arzu edilen düşler ve bezmişlikle yarınların korkusundan ziyade yalnızlık kokuşmuşluğu…
Gayri zaman tükenmiş bir yanık zifti, kokusu asfalttaki zift kokusu vedasız gidişlerin iç burkulmaların dayanılmaz yosun kokusu ve gözlerin kararıp bir taşa oturabilme telaşı ile sevmenin tarifinin eksikleşmiş anlamı…
Dünler yarınların haberlerinin şifrelerini taşırken, hep hoyrat davrandık kendimize…
Soğuk deniz suyuna atlamadaki beden ürpertileri gibi dayanılmaz yanışlar bunlar, belki de yangın suda veya soğuk su ile diken diken olan bedensel yanışla sevginin ön tarifi bu olsa gerek…
Derler ya, sen hiç sevgide yanık izlerini yaşadın mı diye…
Acıların bedene çöreklenme tarifleri bu yıllar önce kalabalıklığınla dolaştığın yerlerde teklikle bedensel yanışlar bunlar ki sevgili ve sevgi tarifine yakışır yanmaları…
Galiba bu anlarda yaşananlar unutmak ile hatırlanmak, yani geçmişten bir şeyler yaşamak arasındaki kalış böyle anlar olmalı…
Belki de “sen beni ne kadar seviyorsun” cümlesine BİRİM tarifi aramak en azından veya en kısasından en çoğuna veya en uzağına gitmenin tarifi gibi bir cevap bulmaktı belki de arzu edilen ama en garibini yaşamaksa, sinsi bir gülüş hediye etmek kendine.
Sanki senin sevginin ölçüsünü bilmeyen bir soru sorma şekli bu olsa gerek ki buradan çıkan “sevginden emin ve sevginden emin olmuş bir insanın sırrının açığa çıkmasıdır şüphesiz bu sorunun anlamı…
Biraz onur, biraz kıvanç ve kendine has güven bu olsa gerek…
Belki de en çok korktuğumuzdu bizi en çok üzeni unutmak…
Bu gerçekleşmemesi için yıllarca köşelerin karanlık kuytuluklarına çekilip başka birileri görmesin diye köşe başlarında veya karanlığın ıssızında kendi kendimize yumruklarımızı sıkıp ayak topuklarımızla asfalt tepiklediklerimizi mi unutmamak için kendimizi ağlamalarla avuttuğumuz…
Aslında avutmadan ziyade sinirsel yapımızı ayakta tutmaktı bu unutmayı engelleme çabaları ile ağlamalarımız…
Galiba en serti de omuzlarımız sarsıla sarsıla ağladığımız gecelerin sayısı yılın kaç gününe dağılırdı?
Önemli bir soru bu, kendi kendime sevginin bütününün gücü herhalde bu ölçü ile bulunacaktı…
Yaşam bu ki gülmelere zıt ağlamalar nasip olurmuş insanlarda…
O kadar çok ağlayan insan ve şarkılar varmış ki ben ağladıkça tanıdım onları…
Bu güne kadar arkamızdan kaç köprü kaç düş ve kaç umut yıkıldı?
Kaçının arkasından en çok üzüldüğümüz anılar yok oldu? Kaç düş yorgunluğu bu yıkıkla yalpalayıp durdu yaşamımızla?
Neler için en çok üzüldük, kimlere en çok “üzüntü yaşayarak bir selam bile veremedik, kimler yok olup sessizce ve de gürültüsüz yok oldu düşüncelerimizden?
En çok umudumuz veya yaşam amacımız olan ne kadar anıyı unutamadık, nefes aldığımız bu günlere kadar veya kaç kez unuttuk en çok sevdiklerimizi diye bildik…
Çoğu da istem dışı düşlerle kopuştu yaşamımız çoğunda da kanatlarımız yolunurcasına düşmemiz için koparıldı omuzlarımızdan…
Kaç hatırlamak istemediğimiz zaman var ve bu zamanlarda hırpalandıklarımız hayatımızın hangi evresine kadar terk etmedi bizi…
Ve kaç esaretimiz vardı kendi kendimizde azat alamadığımız…
Öfkelerimizin en büyüğünü veya en acımasız olanını kendimizden yolup yalın kalabildik mi, canımızı yakanları hatırladıkça gülümseyebildiğimiz var mı, yazık oldu hayatımıza diyebildiğimiz acılandığımız bir düş var mı, yaşamımızda bizi terk etmeyen veya öfke sınırımızı aşan bir olayı hâlâ hatırlayabiliyor muyuz veya unutabildik mi?
Bir cümle geldi gecenin geçinde de olsa aklımı kurcalayan, “pek de küçücüktün be canım, ben seni nasıl da büyütmüşüm yaşamımdaki rüyamda?”
Bazen nefes almak istersin bir anlık ve bir fotoğrafa, bir yazılmış cümle sayfasına ona dair bir anıyı saklayan bir hatıra olan nesneye ve belki de nefesi tekrarlamak için bir şarkıdan medet umarsın…
Dinlersin, bakarsın elinde kalan görmek istediğin ne varsa geçmişe buğulanır gözlerin gözlerinden anılar akmaya başlar, ardından anıların tek tek dökülür akşamın esen kuru yeli ile…
Islak gözlerinden koskoca yıllar sıralanır gider, kulakların uğuldar ve aklına mıh gibi çakılan bir sesle gözlerinden rüyalarındaki kareler düşer göğsüne…
Islak nefeslere dönüşür anlık nefes almaların. Kendine hükmedişin biter, her anının sesi değişir yüreğindeki vuruşlar ile dünlerden sarkan anıların şüphesiz yeniden yarınlara yapışacak, o, an ilk duyduğun müziğin ilk cümlesidir beynini oynatan, “sen benden gittin gideli” cümlesi radyodan tekrarlandıkça, yüreğinde kocaman bir ıslaklık oluşurken geçmişin tüm susuzluğu düşer dudaklarından… Yorgunum, yoruldum bir kez daha yine…
Mesela dersin, yazamamış olsam veya yaşanmamış olsa bu düşler düşünceler yeniden göğsümden ıslaklıklar patlayacak mıydı?
Hani bazen kendi kendine dersin ya soru sorar gibi, yalnızlık gün doğarken mi daha çok acıtır canını, yoksa Güneş batarken mi?
Yıllardır cevapsız sorudur bu, kendi kendime sorduğum ve hep yanlış olur zamana göre cevaplarım, bir türlü diyemedim “gece yarılarına altı çeyrek zaman kala” diye…
İşte her gece içime düşen zamansız ama anı belli an…
Tamı tamına o saat, saat işte…
Nefesimi tuttuğum, nefes almaya korktuğum, aklıma zamanı sürükleyen binlerce cevapsız düştüğü zaman, işte o andır yaşamın her gün sonunda aklıma soru fırtınası düşüren andır sevgiliyi düşünme zamanı, o andır anıların dizildiği an, o andır yaşam zamanımı bölen ve o andır ansızın göğsüme gözyaşı sıcaklığı düşüren…
O andır, zamana öfkelendiğim, o andır ayarlanmış saatin Mozart müziği çaldığı ve sanki hep yolculuk dürtüsü yaratan zaman…
Yaşam bu sevgili, her anı çoğu zaman masum bir yapı ile kendini hatırlatamayan ve boşu boşuna telef olan ömrün an zamanlarını düşlemek pek de hoş olmuyor…
Galiba bunca yaşantı zamanlarının ardından bakarken, gerçek bir unutuluş zamanlarını yaşamak mecburiyeti vardı…
Her an, senden önce, senle beraber, senden sonra diye zamanı üçleyerek bölmek, belki de uçuk düşlerin doğmasına sebep oluyordu…
Geçmiş azı dişleri sivrilmiş bir tazı gibi peşimde dolanırken, o acıyı içimde bir yerlerde yanışlarla hissetmek bile, yaşamı parçalayarak bölüyordu ve ben bölük pörçük zamanları yaşarken, her daim benliğimdeki eksilişlerle zayıflamış bir bedenle karşı karşıya yaşama dahil oluyordum…
Sevgi zekası azalmış bir benlikle her daim acılanmalarla dolanırken, her an sanki nefes almalardan vaz geçecekmiş gibi bir yaşamı kavramak istiyordum…
Mustafa yılmaz