- 564 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
480 - GELİNCİK
Onur BİLGE
“Sevgili Gelincik,
Nasıl gelin oldun sen Gelincik? Formayı çıkarır çıkarmaz gelinlik giydin. Kırlarda bayırlarda, tarlalarda ekinler arasında papatyalarla birlikte kendiliğinden çıkan gelincikler gibi narin ve zariftin. O kadar naif ve kırılgan… Sanki İstanbul kızı değil de bir yaban güzeliydin! Anası toprak, babası yağmur… Hangi acımasız el kopardı seni incecik dalından? Hangi hain rüzgâr dağıttı o narin al yapraklarını? Hangi gaddarın avuçlarında kana boyandın?
İncecik köklerle tutunduğun haşin ve çorak topraktan gıda emmeye mecalin yokken, nasıl yoldu seni yerinden yurdundan, götürdü o soysuz soytarı, gurbet ellere? Daha dün yeşil bir tomurcuktun, yeni çıkıyordun kınından, henüz açıyordun taç yapraklarını, daha beyazdan pembeye yeni dönmüştün. Taç yaprakların oldukça ince ve ütüsüzdü. Olanca güzelliğinle açmamıştın bile, henüz sermemiştin alını yeşilini gözler önüne. Bütün gücünü derslerine vermiştin. Diplomanı alacaktın her şeyden önce, bir güvencen olacaktı.
Öyle narin bir yapın vardı ki Gelincik, seni bütün kır çiçekleri kıskanırdı! Gıpta ederdi zarafetine süsenler, sümbüller… Çiğdemler hayran hayran seyrederdi güzelliğini, başlarını topraktan çıkarıp çıkarıp…
Uzunca bir nadas sonrasında, bir şubat sabahı yağmurla selle gelmişti buralara, kendiliğinden düşmüştü tohumun yüreğimin bereketli toprağına. Kısa sürede çimlenmiş, yetişmiştin, çiçek açmaya, tohumlar saçmaya hazırlanmaktaydın. Kısa sürede gelincik tarlası haline getirmiştin gönlümü. Sere sere serpe yayılmıştın her yerine. Teklifsizce ruhuma serilmiş, her tarafını kaplamıştın.
Tek çiçekle bahar getirmiştin dünyama şubat ortasında. Fütursuzca çiçekler açmaya koyuldun hızla. Temmuz ağustos arası tohumlar saçmaya başladın. Tarlamı kızıl kana boyadın! Samimiydin hızla çoğalışında, yabaniydin tabiatın gereği ama sanıldığı gibi arsız değildin.
Hayatın geçici olduğunu iyi biliyor gibiydin. Dünyaya metelik vermeyen birine benziyordun ama aslında hiç de öyle değilmiş. Rüzgârlar narin bedenini paranın olduğu tarafa kolayca eğebiliyormuş ve sen bundan hiç rahatsızlık duymuyor, aksine çok hoşlanıyormuşsun.
Mütedeyyin bir mümin gibiydin. Huşu ve hudu içinde sallana sallana zikreden dervişlere benziyordun. Dünyaya sımsıkı bağlı değildi köklerin, iğreti tutunmuştun. Son derece güçsüzdün ama yine de dik durmaya çalışıyordun. Zaaflarının yanı sıra asil bir duruşa sahiptin.
Kudret eliyle ekilmiştin humuslu toprağıma. Acımasızca söküldün, çarçabuk döküldün. Birkaç haftalıktır ömrünü bir zalime feda ettin! Görünmenle kaybolman bir oldu hayatımda! Sevgisizliğin çöllerinde işin neydi, Gelincik! Sana hasret kalacak olanın çekeceği ıstırabı hiç fikretmedin mi koyup giderken? Gerçek gibi geldin, hayal gibi kayboluverdin!
Nasıl bir seraptın sen, Gelincik! Görür görmez aldandım: “Su!..” diye koşacaktım sana! Serap olduğunu, kayboluverince anladım. Yalan oldun. Aldanan oldun. Harap oldum! Harap oldun!
Sen ki yağmurlarla gelmiştin, sel suyuna bata çıka… O sebil suları bile çekmeye elem ederdin. Çok bir şey istemezdin yaşamını sürdürmek için. Çorak topraklarda bile hayat bulabilirdin, kaya üstlerindeki küçücük kovuklarda bile incecik köklerinle tutunacak bir yer bulabilirdin.
Hangi toprakta olurlarsa olsunlar, pek çok gıda emecek kuvvetleri de yoktur gelinciklerin. Olanca güçleriyle yeşermeye, allanmaya çalışırlar. Yeşerirler, allanırlar, sallanırlar… Dünyalar güzeli bir nakış halini aldıkları zaman onları o eden toprağı hatırlarlar mı acaba? Manken gibi vücutlarıyla, nefes kesen güzellikleriyle, tarifi imkânsız zarafetleriyle: “Küçük dağları ben yarattım!..” dercesine mavimsi yeşil gözlerinin en can alıcı bakışlarıyla, herkesi kendilerine hayran bırakmak, hemcinslerini gıptayla baktırtmak, hasetten çıldırtmak istemektedirler. Ne kadarcık canları vardır ki dünyaya hükmetmeye kalkarlar! Birkaç haftalığına görünecek kadar mecalleri vardır ancak. Sonra, yok olup gideceklerdir.
Para nasıl da çeldi aklını! Halbuki tok gözlüdür gelincikler. Zamanlarını ve kendilerini bilirler. Bilirler ki çok zayıftır kökleri. Bilirler ki ömürleri azdır. Hiçbir zaman uzun yaşamayacakları bilinci içindedirler, onun için geleceğe dair çok fazla beklentileri yoktur. Uzun uzun hayal kuracak vakitleri bile yoktur. Hayallerinin gerçekleşmesinin asla mümkün olamayacağını bilirler. Alelacele tohum verir, nesil bırakmaya çalışırlar.
Enin boyun yükselliğin neydi ki Gelincik! Bir iki karış kadarcık boyunca, hangi yüksekliklere ulaşabilecektin ki! Kendini sarmaşık, asma falan mı sanmıştın? Üç beş günlük saltanatın, bir sıkımlık canın vardı.
Ancak beyaz olabilirdin papatyalar gibi. Sarı olabilirdin, ya da turuncu… Sana kim dedi temmuzda nişanlan, ağustosta avuçlarına al kınalar yakın diye! Sabahın seher vaktinden kuşluğa kadar tohum tozlarını saçmaya koyuldun. Yaydın polenlerini arıların, kelebeklerin ve diğer böceklerin ayaklarının altına. Böcünün börtünün en aç olduğu zamanda… Neden davet çıkardın o pislik böceğine!
Al kınalığını giyip allar örtündüğünde, arkadaşların yanık ve ağlamaklı bir sesle “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar! Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler! Anasının bir tanesini hor görmesinler!” diye türkü söylerken, kınan yakılırken için yanmadı mı? Mutlu olamama endişesiyle yüreciğin burkulmadı mı? Mahzunlaşıp, garipseyip de gözyaşları akıtmadın mı? O gece sanki üçüncü dünya savaşı çıktı ruhumda!
Gelinciğin ömürcüğü insan ömrü gibidir. Sefası çok sürmez. Dününü yaşamışsa yaşamıştır, bugünü vardır da yarını meçhuldür.
Tüm güzelliğinle açılmadan önce muhkem bir kap içindeydin. Badem kabuğu gibi korunaklı avuçlarımın arasında… Kapalı çenek yaprakların bir gün çatlayıverdi! Üç çanak yaprağın toprağa düştü! Avuçlarımın arasında tortop olan narin yaprakların öyle zorladı ki o muhkem yerini, neon pembesiyle ortaya çıkıvermene mani olamadım! Gün ışığına çıkar çıkmaz, nasıl bir kendini gösterme, güzelliğini teşhir etme arzusuyla yandın ki al kanlara boyandın sonunda! Avuçlarımdan sıyrılıp çıktın da kabuğunu kesip atıverdin olanca umursamazlığınla! Sen o acizliğinle o gücü kendinde nasıl buluverdin aniden! Fırtınalara maruz kalarak değil, küçük bir esintiyle bile kaderin önünde nasıl savrulacağın, aklının ucundan bile geçmedi, değil mi?
Sımsıkı kavramıştım incecik, güçsüz köklerini, olanca sevgim ve şefkatimle! Gözyaşlarımla sulamış, bağrımda büyütmüştüm. Sen benim en değerli varlığımdın! Öyle bir durumdaydın ki bıraktığımda birkaç dakika sonra kurumaya başlar, kısa süre sonra ölebilirdin!
Mektubuma, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun iç açıcı mısralarıyla son verirken, firakınla savaş meydanına dönen gönlümden, yapraklarının incinmemesi için kilometrelerce uzaktan, gamzelerine öpücükler gönderiyor, dönüşünle dünyama tekrar bahar getirmeni, gönlümü yine gelincik tarlasına döndürmeni temenni ediyorum.
“Mevsim demlensin,
Hele bir ballansın böğürtlen dikenleri!
Gelincikler bedava,
Gökler sahipsiz
Bahçeler zilzurna…”
Kan Gölü”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 480
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.