- 855 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
468 - DENİZ KIZI
Onur BİLGE
“Bir varmış bir yokmuş…” diye başlardı masallar. “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Çok eski zamanlarda, Harikalar Diyarı gibi çok güzel bir ülke varmış…’ diye o memleketin yapılarını kapılarını pencerelerini, sütunlarını, ağaçlarını, çiçeklerini, kuşlarını ballandıra ballandıra anlatırlar, muhakkak hükümdarından da bahsederlerdi. Genel olarak o padişahın güzeller güzelli yetişkin bir tek kızı, onun da mutlaka pek çok talibi olurdu.
Öyle yakınlarda olmazdı o ülke, o ülkenin sarayı… Padişahın kızı en uzakta, en ulaşılması imkânsız yerde olurdu. Oraya varabilmek için az gidilir uz gidilir, dere tepe düz gidilir, altı ay bir güz gidilirdi, nedense… “Neredeymiş o ülke?” diye sorulduğunda haliyle: “Kaf dağının arkasında...” denirdi. Ülke Periler Ülkesi, hükümdarı Peri Padişahı olunca, kızı da Peri Padişahının Kızı oluyordu. Öyle ki adlarının bilinmesine dahi gerek görülmüyordu. Ne anlatan biliyor, aktarıyordu, ne de dinleyen merak edip soruyordu.
Ben de Peri Padişahının Kızından söz ediyorum, adını hiç söylemeden. Kimse de sormuyor şeceresini. Aklıma bir türkü geliyor:
“Bugün ben bir güzel gördüm
Cennet kadını kadını
Desem dile düşürürler
Demem adını adını”
Kolay gidilemezmiş oraya. Kaf Dağı, dünyanın en yüksek dağıymış! Bazı masallarda uçan halıyla, bazılarında da Anka Kuşu’nun kanadında gidilebilirmiş. Bu tür ülkelere ancak bir yoldan gidilebilir, o yolda da tek gözlü bir canavar ya da bir dudağı yerde bir dudağı gökte, korkunç bir dev olur, kimseye geçit vermezmiş. Ondan kurtulabilen, bahsedilen yere varır ama artık orada kalır, ya gelmek istemez ya da geri bırakılmazmış.
Orası öyle güzelmiş, öyle güzelmiş ki! Anlatılacak gibi değil! Ancak: “İşte o kadar!..” denilerek, nasıl olduğu karşıdakinin tasavvuruna bırakılırmış. Dillerle destan olduğu halde dile getirilemeyecek kadar güzel bir yermiş.
Zaten anlatan da bilemezdi ki Kaf Dağı’nın ardının nasıl bir yer olduğunu! Kimse gitmemişti, görmemişti ki! Ancak dünyanın en güzel ülkesi olarak bilinirdi o ballandıra ballandıra anlatılan yer. Düşünürdüm: “Acaba neler vardı orada?” Yemyeşil dağlar tepeler, şırıl şırıl akan ırmaklar, dereler... Ağaçlar, çiçekler... Envaiçeşit yiyecekler içecekler... Daha neler neler... Daha neler neler olabilirdi? Kısaca, akla hayale gelmeyen güzellikler... Cennet gibi bir yer…
Masal diyarıydı anlatılan. Mutluluk ülkesiydi. Sadece masallarda olurdu. Kaf Dağı da ardı da yoktu üstelik. Peri Paişahı da kızı da… Zümrüdüanka falan... Hepsi kuyruklu yalan...
Dünyaydı burası ama bir ara Mutluluk Ülkesi halini almıştı. Peri Padişahının Kızını görmek için Kaf Dağı’nı aşmam falan gerekmemişti. Nasıl olduysa bir şubat sabahı o denizden çıkmış gibi ıpıslak çıkıp gelmişti. Beraberinde bana cenneti de getirmişti.
Dünya dünyalıktan çıkmış, iyilerle, iyiliklerle, akla hayale sığmaz güzelliklerle bezeli bir yer halini almıştı. “Yoksa ben öldüm mü?” diyordum. Burası cennet mi? Bu sırılsıklam kız, Cennet Kızı mı? Huri mi? Deniz Kızı mı?”
Deniz tarafından gelmişti. Olsa olsa Deniz Kızı olabilirdi. Evet evet, Deniz Kızı’ydı. Gitse gitse, geldiği yere gitmiş olabilirdi. Uçsuz bucaksız denizlere… Gelse gelse denizden gelebilirdi. O zaman onu sahilde beklemeliydim.
Daraldığım zamanlarda kendimi deniz kenarında buluyordum. İskelede kayalardan kayalara atlayarak yürüyor, ufuklara dalıp gidiyordum. Konyaaltı’na iniyordum bazen. Islak çakıl taşlarının ışıltılarında arıyordum gözlerinin derinliklerinde bulduğum huzurun benzerini. Denizin, gökyüzünün maviliğinde, rengini… O renk yalnızca onun gözlerine verilmişti. Eşi benzeri yoktu kimsede, doğada, hayalde, rüyalarda bile… Olmuş olsaydı öylesine hasret kalır mıydım hiç!
Oralarda bir yerlerde olmalıydım ben. Bir yere çakılı kalmalı, gece gündüz yollarına bakmalıydım! En iyisi, iskelede bir deniz feneri olmaktı. Kıyıda gemilere, yatlara, kayıklara yol göstererek bir işe bari yaramalıydım, onu beklerken. Boyum upuzun, giysim bembeyaz, gözlerim ışıl ışıl… Çevrem bir karanlık bir aydınlık… Anlık sinyaller çakıp durmalıydım. Geçici uzlaşımlar bulmalıydım, yüce yalnızlığımda.... Denize nazır, ona nazır… Daima emrine amade, her an ayakta, hükmüne hazır… Nefesiyle nefeslenmekte, gece gündüz kendinden geçercesine yolunu gözlemekte…
Günlerden bir gün, bir kıpırtı, denizin mavi atlastan örtüsünün altında… Simsiyah saçlarıyla dolunay düşmüş sanki suya… Sonra o harika omuzlar, kusursuz kollar… Derken kayalıklara çıkmış, oturmuş. Boynunda pırlanta bezeli platin serpme gerdanlık, kulaklarında küpeler… Bileklerinde benzer bilezikler, parmaklarında yüzükler… Yosun kokusu saçlarında, teninde… Balık gibi pırıl pırıl, kıpır kıpır her yeri… Yosunları okşamakta ince uzun parmaklı bembeyaz elleri… Bir kaldırsa başını da baksa küçücük kara gözlerime, can alıcı, iri ve derin lacivert gözleriyle! Umursar mı acaba umutsuz bakışlarımın buğusunu?
Yararsız çırpınışlar, zararsız hayaller… Deniz kabukları okyanusların sesini duyurmuyor. Yok öyle bir şey! Deniz Kızı kıyılara vurmuyor! Duyamıyorum artık kaynak sularının şırıltısını, alamıyorum artık avuçlarımda serinliğini, damağımda tadını… Deli gibi özlüyor, çocuk gibi bekliyorum ben o vefasız küçük kadını!
“Ah, acımasız dünya!.. Acılar Diyarı! Keder Ülkesi! Cehennemi Gezegen!” demişim, yüksek sesle. Kendi halimde oturuyordum, dükkânın önündeki hasır iskemlede. Dalıp gitmişim ufuklara… Yönüm denize doğru… Öylesine dalmışım ki farkına varamamışım Mustafa Amca’nın geldiğini.
“Ne oldu Necmettin? Nedir bakayım senin derdin?” diye sordu, omzuma okkalı bir tokat atarak. Bir anda kendime geldim.
“Hiç, be Kaptan! Öylesine… Boş bulundum, dedim bir şeyler işte!”
O gün cesaret edip de derdimi diyemedim ona. Kendime bile itiraf edemediğim şeylerdi, hislerim. Bir başkasına nasıl derim! O gün oturduk öyle birlikte. Her zamanki gibi havadan sudan konuştuk. Ben havadan sudan yani o her havadan sudan mutlaka ibretlik bir kıssaya geçerdi. Her olay için ya bir hadis ya da bir ayet söylerdi.
Anlatsam anlatsam derdimi ona anlatabilirdim. Dünyayı dolaşmış, çok yer gezmiş, çok şey görmüş geçirmiş biriydi. Halden anlardı. Yol da gösterirdi. Aslında içimdekiler içime sığmaz olmuştu! Taşmak için yer arıyordu ama en mahrem duygular öyle uluorta anlatılamıyordu!
Bir gün, uygun bir ortamda, kendimi söyleyeceklerime hazırlamış vaziyette ona içinde bulunduğum durumu anlatmaya kadar verdim. O tek sırdaşım olacaktı. Dindar bir adamdı. Oralarda güvenilebilecek tek kişiydi. Söz verdiği zaman asla dönmezdi! Sözü yemin yerine geçerdi.
Ara sıra balığa çıkardı, sandalıyla. Ne çektiyse dağıtırdı konu komşuya. Bana öyle vermezdi. Gelinine kızarttırdıklarından koca bir tabağa doldurtur, yanında yeşilliğiyle, salatasıyla gönderirdi.
“Sen neden şortla geziyorsun? Diz altında falan olsun bari!” derdi bana. Ben de ona:
“Bu sıcakta neden pantolon giyiyorsun, Kaptan? Çıkar şu pantolonu! At o gömleği de sırtından! Atletle falan dolaş bari! Yazık değil mi canına!” derdim. Ben bazen mayoyla çıkardım dükkândan. İskelede denize girer gelirdim. O delirirdi beni öyle gördüğünde:
“Yahu, kadınlar kızlar var etrafta! Olmuyor öyle, İstanbullu!” derdi. Alışmış, kudurmuştan beter! O beni ıslah edemedi o konuda da ben söyleye söyleye onu diz altı şort giymeye ikna ettim. Dince de sakıncası olmadığından ikna oldu. Sonra da bana dua etmeye başladı:
“Hay Allah senden razı olsun, İstanbullu! Yahu, dünya varmış be!.. Cendereye sokuyormuşum kendimi yok yere! Necmettin! Sen bin yaşa e mi!” diye.
“O masallardaki Mutluluk Diyarı kuyruklu yalanmış! Öyle bir yer yokmuş buralarda. Olsa olsa öteki dünyada olur belki. Hani o iyilerle dolu, hayale sığmaz güzelliklerle bezeli ülke… Adı Cennet olsa gerek. Değil mi Kaptan?” diye sormuştum öylesine, laf olsun diye, o gün. Şöyle cevaplamıştı:
“Burası dünya, Necmettin! O senin dediğin yere olmadan ve ölmeden gidilmez!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 468
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.