- 995 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
464 – DEFİNE SANDIĞI
Onur BİLGE
Ahmet oradan işini bırakıp gelene kadar biz yukarıdan paldır küldür, dedeyi çekiştire çekiştire indik. Oda kapısını hiç kilitlemez, çeker çıkardı. Çünkü kilitlenecek yeri yoktu. Sabit taraftaki halkalı bir vidaya diğer taraftaki kanca geçirilerek kapalı tutulabiliyordu. İçerde de bir sürgü vardı. Kendisini kısmen emniyette hissetmek için ancak onu kullanabiliyordu.
İçeriye girdiğimizde, harap binanın her tarafındaki rutubet kokusundan daha ağır bir koku duydum. Küçük odanın havası, rutubet kokusuna karışan giyilmiş çıkarılmış kıyafet kokularıyla ağırlaşmıştı. Bir yerlerde kirlileri olmalıydı. Kullanılmış çıkarılmış çorapları falan… Yetmezmiş gibi bir de naftalin kokusu… Tahtakurularından şikâyet eder dururdu. Bir de kedisinin sık sık pirelendiğinden bahsederdi. Onun için tenekeden yapılmış bir tulumbaya içine zehir karıştırılmış su doldurur, her tarafa fışkırtır dururdu. O ilacın kokusu da ara ara gelmekteydi.
Oda, yaşanacak gibi değildi. Yatmadan yatmaya kullandığı için önemsemiyor olmalıydı. Tam karşıda yatak olarak kullandığı somyesi, üstünde yastığı, yorganı ve battaniyesi vardı. Alelusul düzeltilmişti. Kapının arkasında her tarafı çengelli uzun bir tel askılık vardı. Orada pijamaları, havlusu, bornozu ve günlük hayatta kullandığı bazı dış giyim eşyaları üst üste asılmıştı.
Yerde eski bir kilim, onun üstünde kıbleye doğru serili oldukça yıpranmış bir halı seccade vardı. Sokağa bakan alçak pencerenin dibinde iki yer minderi yan yana konulmuştu. Köşede içi sönmüş kömür ve kül dolu yuvarlak bakır bir mangal duruyordu. Yan tarafına bir maşa takılmıştı. Demek ki çok soğuk gecelerde yukarıdaki sobadan aldığı korlarla ısınarak uyuyordu. Belki de üşenmeden her gece kömür yakıyor, zehri geçince içeriye alıyordu.
Salon sıcaktı. Dışarısı soğuktu ama üşüdüğümü hissetmedim. Henüz vücudum sıcak diye belki ama mangalı görünce üşümeye başladığımı fark ettim. Kollarımı kavuşturup, kendi kendimi ısıtmaya çalıştım.
Dede anahtarı rafta bir yere saklamış. Raf örtüsü olarak kullandığı gazete kâğıdının altına elini sokup çıkardı, onunla asma kilidi açtı. İçinin ağzına kadar dolu olduğunu sanıyordum ama hiç de öyle değildi. O zamana kadar gördüğüm sandıklardaki işlemeli örtüler, danteller, oyalar boyalar, yazmalar, havlular yoktu onun içinde. Bir tarafta üst üste ıvır zıvır diye tabir edilebilecek nesneler, bir tarafta da kâğıt kürek denen şeyler vardı.
En üstte bir saç bağı dikkatimi çekti. Gökkuşağının her rengiyle yol yol boyanmış, poşu kumaşından yapılmış gibiydi. Öğrendiğime göre has ipektenmiş. Onu sevdiği kızın saçlarına takmak için satın almış ama bir türlü verememiş. Çünkü saçlarını kendi elleriyle taramak ve onu arzu ettiği şekilde bağlamak istiyormuş. Öyle bir fırsat doğmadığı için bir türlü nasip olmamış.
Sandık açılınca naftalin kokusu diğer kokulara baskın hale geldi. Üçümüz Definenin başına toplanmış, dikkatle çıkardıklarına bakıyorduk. Kilimin üstü yavaş yavaş doluyordu. Neler neler vardı, o asırlık sandığın içinde, neler neler… Güneş gözlüğü, fotoğraf makinesı, kalemler, düğmeler, çakmaklar, kibrit kutusu, sigara paketi, şişeler, ruj, oje, far, rimel, tarak, saç tokaları, mendil, tespih, daha neler neler… Sonra kâğıt parçalarına sarılı bir şeyler… Deniz kabukları, çakıl taşları, tahta parçacıkları… Kurdeleler, kumaş parçaları, broşlar, yüzükler, kolyeler, zincirler, aynalar, anahtarlıklar, ayakkabı bağcıkları, paralar... Akla hayale gelebilecek ne varsa denebilirdi. Bunların çoğunun üstlerinde yazılar tarihler, imzalar vardı.
“Bunlar ne dede be ya?” diye sormadan edemedi Duygu. O sormasaydı ben soracaktım. Dışarıda da bazı hatıra eşyalar vardı sergilenen ama burada onlardan yığınlaydı.
“Bunlar benim en değerli hatıralarım, Göçmen Kızı! Bunlar, çay ocağına gelenlerden arkadaşlık ettiğim kişilerin bana kendilerini unutmamam için bıraktığı hatıralar… Her biri bir dostumu hatırlatır. Kimisi hayatta, kimisi ahirete intikal etmiş olan dostlarımı… Bunların maddi bir değeri yoktur ama manevi değeri çok büyüktür."
Dede küçük, sararmış, beyaz bir karton kutuyu açtı ve içinden bir tutam saç çıkardı. Pembe bir kurdeleyle bağlanmış olan saçı öptü kokladı, başını kaldırdığında yanaklarından yaşlar süzüldüğünü gördüm. Kumral, kıvrık, ince telli bir tutam saçtı koca adamı ağlatan.
“Kimin saçı o, dede? Yoksa…”
“Kızımın saçı, Semiray… Benim en değerli hatıra eşyalarımdan… Oğullarımın bebeklik saçlarını da saklarım hâlâ… İlk kesilen tırnaklarını da ayrı ayrı paketlemiştim. Minicik miniciktiler… Kim bilir şimdi nerdeler, nasıllar!"
Dört albümün yanı sıra üç büyük karton kutu dolusu da fotoğraf vardı. Bazı fotoğraflar çerçeveliydi, kimisi ahşap, kimisi bronz, kimisi karton veya plastik… En üstte gümüş çerçeve içinde simsiyah, gür, dalgalı saçlı, yuvarlak yüzdü çok güzel bir genç kız resmi vardı. Tarife uyuyordu. Siyah beyaz olduğu için gözlerinin lacivert olup olmadığı belli değildi ama doğrusu kız dedenin anlattığı kadar vardı! Gözlerinde hayat dolu bir bakış, dudaklarında umut yüklü bir tebessüm, yanaklarında belli belirsiz gamzeler…
“Islak Martı!..” diye haykırdım, görür görmez.
“Nerden bildin, kız! Senden de bir şey saklanmıyor ha!” dedi, dede.
“Dede be ya! Sai bu mudur Islak Kız?” diye sordu Duygu. İnanamamış olmalıydı. Galiba dede kinaye yapıyor sanmıştı. Teyit edilince ikna oldu. İzin isteyerek fotoğrafı eline alıp bir güzel inceledi. Benim aklım, hatıra veya şiir defterlerindeydi. Neler yazılıydı acaba onlarda?
Hatıra eşyaları arasında bir biberonla bir emzik bile vardı. Bunların her birinin ayrı ayrı hikâyesi olmalıydı. İrili ufaklı toplar, oyuncaklar veya oyuncak parçaları arasında bir tane de kamçı sarılı tahta topaç vardı. Merdane bile vardı ve üstünde: “Cennetten çıkma!..” yazılıydı.
Nihayet sandığın sol tarafının dibi göründü. Acaba öteki taraf da çıkarılacak, sergilenecek miydi? Yoksa bunların öyküleri mi anlatılacaktı ilk önce? Belki soracağımız sorulara göre karar verilecekti. Acaba çıkarılanları önemsemese miydik? Belki de dede bazı eşyalar ve anımsattıklarını anlatmaktan keyif alacaktı. Onun bundan mahrum edilmemesi gerekecekti. Çaresiz dinleyecektik.
“Ben yukarıdan not defterimi, kalemimi getireyim! Çantamı yanıma almamışım. Belki not etmem gereken bir şeyler anlatırsın, dedeciğim. Kaçırmak istemem! Olur da unuturum! Biliyorsun ben enteresan şeyleri unutmamak için bir yere kaydederim. Onlar doküman olurlar bana. Asıl define şimdi anlatacakların!” dedim.
“Seni uyanık seni!..” dedi, dede. Sandığa sol kolunu dayadı, sırtını yasladı, sakat ayağını uzatıp, diğerini altına alarak oturdu ve derin bir: “Oh!..” çekti.
“Şimdi ya sigaranı yakacan, ya da piponu dolduracan, dede. Bilirim n’apacanı. Sakın burda pipo tütüreyim demeyesin! Oda küçüktür. Dumanaltı oluruz sonra!” dedi Duygu, ben çıkarken. Ahmet de öyle bir şey olmaması için olsa gerek hemen atıldı:
“Burada da pipo içecek değil ya Duygu! Onu dışarıda ya da salonda içer. Hadi bi sigarayı hak ettin, dede!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 464
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.