- 704 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
458 - BÜYÜCÜ
Onur BİLGE
Bir akşamüstü okul çıkışı, akıl almaz aşk hikâyesine devam ettirebilmek umuduyla en keyifli olduğu anı kollayarak bir punduna getirirp ağzını yokladım:
“Ekonomik durum nasıldı o zamanlar? Yeni işyerinde umduğunu bulabildin mi dede?” diye başladım. Ara ara deşeleyerek ağzından biraz daha bilgi alabildim.
“Kriz, herkes gibi beni de vurmuştu, kızım. İşler kesattı. Müşteri namına doğru dürüst gelen giden yoktu. İçim daralıyordu. Akşama kadar dükkânda çalışıyor, bir taraftan söyleniyor, bir taraftan da pipomu çekiştiriyordum. Gelenler talebe takımıydı. Onların da çoğu tufeyliydi. Sezon çoktan bitmiş, sonbahar çekip gitmiş, kış can çekişiyordu. Bahar bir umuttu bizim için ama ne getireceği belli değildi. Her sene turizm patlaması diye bir balon uçuruluyordu ama sezon sonu, ağustos böceği gibi patlayan çatlayan, yarılan kuruyan biz oluyorduk. Esnaflık nasip kısmet işi... Karnımızı yarsalar, içinden belki yarınlar çıkar!"
"Yani?"
"Yani maddi durumum iyice sarsılmış, borç paçadan akar hale gelmişti. Alacaklılar kapıya üşüşüyordu. Vergisi algısı, borç harç, elektrik, su, kira... İlle de kira! Boyuna oflayıp, puflamaktaydım. Bir de başımın püsküllü belası… Aşk denen illet… Olacak şey değildi ama gel de gönlüme anlat!..”
“Turistik bir ildeydin. Tatile gelen gelene… Sen hiç tatile falan gittin mi? En azından yakın yerlere falan...”
“Nerde be yavrum! Geçim derdi, kazanma telaşı… Millet gezip tozuyordu, ben dükkân bekliyordum. Gönül yorgunluğu muydu,bahar yorgunluğu muydu neydi? Şuradan şuraya gitmek istemiyordum. Kalkıp su alsam, içsem... Yerimden kıpırdamak bile zor geliyordu. Bir sıkıntılı isteksizlik, bir tatsızlık... Hayat yavanlaşmıştı. Yaşama sevincimi yitirmekteydim. Herkese kazandırmaya çalıştığım, bende an be an tükenmekteydi. Mum dibine kör yanar. Ele verir talkını, kendi yutar salkımı hesabı…”
Perde indiği için grileşmiş küçücük kara gözlerini uzaklarda bir noktaya dikti. Uzaklaşmak mı istiyordu o zamanlardan yoksa mazinin derinliklerine iyice dalmaya mı çalışıyordu bilmiyorum. Başını sağ elinin içine alıp gözleri kapalı bir süre düşündü… Sonra yarı kapalı, sanki hayal ettiklerini anlatır gibi hülyalı bir sesle devam etti:
“İyice daralınca iskeleye hâkim bir noktaya gider, limanı seyretmeye koyulurdum. Gemiler, sandallar, kayıklar gelir giderdi. Çok hareketli değildi taşıtlardan yana ama hiç yalnız kalmazdı. Gece gündüz oralarda dolaşanlar olurdu. Gün boyu rengârenk kalabalık, gece koyu siluetler… Ne kadar da severdim denizi, balığı, gemileri!.. Sahil çocuğuydum ben, aslen Karadenizliydim üstelik. Büyüten ailem dahi öyleydi. Beni en çok deniz rahatlatabilirdi.
Ufuklara doğru her baktığımda, açık denizlerin lacivertliğinde nazlı nazlı salınan gemilerin direklerine hızla tırmanıp, dürbünle etrafı gözetleyen genç tayfalardan biri de ben olsaydım diye düşünürdüm. Ya da bir kaptan olsaydım! Ah, kaptan olsaydım, başka hiçbir bir şey istemezdim!”
Yaşadıkları içini acıtıyor olsa da kopacak gibi değildi daldığı âlemden. İnanmak çok zordu ama dilinden nefret aksa da galiba gerçekten o kızı hâlâ seviyor, ıssız içsel dünyasında bir şekilde yaşatmaya devam ediyor, kalbini başka biriyle dolduramadığı ve gönlünü avutamadığı için unutmaya yanaşmıyordu.
Gözlerim Karacağolan’ın duvardaki dörtlüğüne takıldı. O dörtlük de diğer şiirler gibi Define’nin hislerinin tercümanı olmalıydı.
“Gökyüzünde tüten olsam
Yeryüzünde biten olsam
Al benekli keten olsam
Yar boynuna sarsa beni”
"İyi kötü kazanıyordum ama ucu ucuna zor denk geliyordu. Yavaş yavaş borçlanmaya da başlamıştım. Sonra korkusuzca borç almaya devam ettim. Hızla artan enflasyon nedeniyle altın ve dolar olarak aldığım borcun altında kaldım!"
Devam etmek istemedi. Yutkundu, tütün arandı. Eli piposuna gitti. Malum hareketler ve ardından art arda çakmak sesleri... Vapur dumanı gibi kalkan duman.. O ağır pis baca kokusu... Ada vapuru gibiydi. Ne kadar çok kişi doldurmuştu yüreğine! Yüzlerce genç geçmişti elinden, binlerce insan, hayatından... İyi ki onca yıl sularda kalmayı başarabilmiş, karaya oturmuş olmasına rağmen batmamıştı.
“Yeni dükkân işlemeye başladı. İyi kötü kazanıyordum ama sadece para değil… İnsan da kazanıyordum. Gerek esnaftan, gerek gelip geçenden… Daha çok turistlerden… Fakat en çok gençleri kazanıyordum. Genelde liseliler geliyordu. Kapıdan içeriye giren, başıma kalıyordu. O kadar işin arasında onunla uğraştığım yetmezmiş gibi bir dahaki sefere arkadaşını da getiriyordu. Hadi bir de onunla uğraş!.. Gün geçtikçe dükkân almaz oldu bunları. İyice çoğaldılar. “Oğlum, bari öğün zamanları gelmeyin, değil mi? İş yapıyoruz burada. Hadi bakalım, gidin şimdi, sonra gelin!” diyordum, inanır mısınız, dükkânın önüne oturuyorlar, bekleşmeye başlıyorlardı.”
“Neden geliyorlardı? Aç mıydılar?”
“Siz neden geliyorsunuz? Aç olduğunuzdan mı? Açtılar ya… Sevgiye açtılar! Yakınlığa, ilgiye… Konuşmak istiyorlardı, dertlerini sorunlarını anlatmak… Deşarj olmak gayesiyle, çözüm bulmak ümidiyle… Göstermelik ana babaların mesafeli, hatta itici halleri, öfkeli ve sert muameleleri sebebiyle… İhtiyaç duydukları şeyleri alabilecekleri birini buldukları zaman da kovsan gitmiyorlar, kapıya yatıyorlar, Yunus gibi…”
“Bizim gibi… Biz de dönüp dolaşıp sana geliyoruz. Senin, acayip bir çekim gücün var, dede!” dedi Işıl.
“O bir büyücü!” dedim.
“Bir yaşıma daha girdim!.. Dede..?” diyerek şaşkın bir ifadeyle baktı ona Mahir. Aynı anda:
“Öyle mi dede? Sende o da mı var? Büyücü müsün?” diye güldü Orçun.
“Belki efsunlu bir halim vardır, her yaştan insanı, özellikle gençleri etkileyen. Ben de bilmiyorum. Ne var bende, çocuklar?”
“Tatlı dil var, dedeciğim. Tatlı dil, güler yüz, sıcak yaklaşım, sabırla dinleme, çözüm üretmeye çalışma… “Adam sende! Bana ne? Kim ne yaparsa yapsın! Taş atsın, kolu açılsın! Gözünü açsın, göle düşsün! Her aklımı ona vereyim de akılsız mı kalayım!” demiyorsun, her birimizi, kendi evladın gibi bağrına basıyorsun. Sonra söz büyüsü yapıyorsun. Kendi yörüngene çekiyor ve etrafında döndürüyorsun. Yakınlığınla ısıtıyor, bilginle aydınlatıyorsun. Bilge bir ihtiyarsın sen. Filozof ruhlusun. Mevlana hallisin. Mürşit edalı… Sanki burası dergâh, biz de müritlerin… Eşiğine yatmayan, kahrolsun!..” dedim, gülümseyerek.
“Tövbe tövbe! Kendimi bir şey sanmaya başlayacağım, az daha! Ben, bir zamanların ayyaş serserisi… Fakir, elinin emeğiyle kıt kanaat geçinmeye çalışan, ortaokul ikiden terk, yaşlı ve hasta bir işportacıyım.”
“Kahrolsun, anti Define!.. Yaşasın, Virane!..” diye bağırdı İhsan.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 458
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.