- 1883 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
456- ISLAK KIZ
Onur BİLGE
“Yağmurlarla geldi, bir kuşluk vakti. Puslu bir şubat sabahıydı. Dükkânın kapısına yakın hasır bir iskemlede pinekliyor, etrafı seyrediyordum. Mekânın müdavimlerinden liseli kızlarla birlikte… Onları yaklaşık iki yıldır tanıyordum. Çok severlerdi beni. Sık sık dükkâna gelir giderlerdi. Onu bana Ayşe’yle Filiz getirdi, en büyük hediye en belalı çile diye… Nereden bilebilirdim, dünyamın aniden değişivereceğini, hayatımın renklenivereceğini! Ardından çözümsüz sıkıntılar içinde kıvranacağımı nereden bilebilirdim!
O gün o yağmurda onlarla birlikte, köşede belirdi. Saçak altına sığına sığına, daha fazla ıslanmamak için sakına sakına hızlıca yürüyorlardı. Yine de kaçtıkları onlara yapmıştı yapacağını! Sırılsıklamdılar.
O mu köşeyi dönüyordu, yıllardır zifiri zindan sulara demir atmış çürümeye yüz tutmuş gönlüme gecenin bir yarısında güneş mi doğuyordu!.. O mu gülümsüyordu, güneş mi görünüyordu kara bulutlar arasından!
Gözlerim ışıl ışıl, kalbim gümbür gümbür, ben dili tutulmuş, şaşkın!.. Öyle bir güzellik görmemişti gözlerim! Kalkmaya davrandım, dizlerim boşalmış, bedenimi taşıyamaz olmuştu. Öylece biraz bekledim. Ellerimi bacaklarıma dayayıp güç alarak, acizliğimi gizlemeye çalışarak kabadayılar gibi doğruldum. Kafam sersemlemiş, başım birkaç tur dönmüştü. Yıldızlar dökülüyordu gözlerimin önüme! Tansiyonum mu oynamıştı, ne olmuştu? Neye uğradığımı anlayamadım!
Gözlerimi ondan alamıyordum. Ben ne oluyordum? Onca yaş farkına rağmen… Mutlaka annesi bile benim kadar değildi. Belki babası bile benden küçüktü. Olacak iş miydi! Kendimi toparlamaya çalıştım. Kendime gelmeye… Yakışır mıydı bu benim gibi birine!
Ben ki yol gösteriyordum gençlere. Onların ilkleri büyük oğlumun sınıf arkadaşlarıydı. Ortamdan haberdar olan okul arkadaşları da gelmeye başlamış, gün geçtikçe çoğalmışlardı. Gençler benimle ve birbirleriyle burada kaynaşmışlardı. Giderek dertlerini sıkıntılarını anlatmaya başladılar. Birlikte doluya koyduk almadı, boşa koyduk dolmadı ama problemlerini anlatanlar bir nebze rahatladılar. Elimden geldiğince rehber olmaya çalıştım, öğütler verdim sıkmadan, bunaltmadan, fazla da abartmadan… Yerimi duyan geldi, bu da işime geldi. Ekmek arası bir şeyler yerlerdi. Tost falan. Ayran içerlerdi çoğunlukla. Çay zaten vazgeçilmezimizdi. Mangal falan da yakardık karşıdaki boş arsada. Ortada bir badem ağacı, altında birkaç masa… Akmasa da damlıyordu.
Lokantadan zarar etmiş, alelacele devretmiştim. Esnaf veresiyeciydi. Hayır, vermeyesice… Gelen geçen çoktu ama pek uğrayan yoktu. Yapılan yemekler ziyan oldu, bozuldu, koktu. Az olsundu, temiz olsundu, dünyanın sonu yoktu. Yardımcıya falan da gerek yoktu artık. Çay ocağı gibi bir yer kâfiydi. Turistin sıkça gelip geçtiği bir güzergâhta olmalıydı. Limana inilen yol üzerinde mesela… Oralarda uzun süre dolandım durdum. Sonunda istediğim gibi tek katlı çok eski bir bina buldum, hemen tuttum.
Ne kadar zevk almıştım onu dekore ederken! Önce dip bucak bir güzel temizlemiştim sonra da kilimle kaplamıştın ön odanın duvarlarını. Birkaç hasır iskemle, tahta masa... Duvarlar boyunca tahta sedir… Üstlerine içlerine saman basılmış minderler, yastıklar… Onlar da ince seccade halılarla kaplıydılar. Gökkuşağı renklerinde ipekli poşu kumaşından perde bile takmıştım yoldan taraftaki küçük, basık pencereye. Halkalarla tele germiştim, öylesine. Sonra şiirler yazmıştım renk renk kâğıtlara, duvarların muhtelif yerlerine asmıştım. Ne kadar ilgi çekmişti! Gençler yapışıp kalıyorlardı sinek kâğıtlarına yapışan sinekler misali duvarlardaki kâğıtlara. Saplanıp kalıyorlardı kâğıtlardaki duygulara…
Sanat ağaçlarının çiçekleriydi şiirler, meyveleriydi. Uzan uzan, kopar kopar, ye! Gözyaşı yağmurlarıyla arınmışlar zaten, yıkamaya gerek yok, öylece… Cennet meyveleri gibiydiler. Kimin canı ne çekerse koparır yer ya hani... Her biri gönle ferahlık, ruha huzur… Şiirin tadı, başka hangi eserde bulunur! Büyüsüne kapılanı sarhoş eder şiir. Tabii ki öyle cazip bir ortama sık sık gelinir.
Onlar gelirlerdi, bir şeyler yerlerdi içerlerdi. Hal hatır sorardık, sohbet ederdik. Olanı biteni anlatıverirlerdi. Aralarında olamasam da her zaman, küçücük dünyalarındaydım. İhtiyaç duydukları zaman yanlarındaydım. Ben de bir babaydım.
Hepsine baba olmak istedim de gönüllü, seve seve, ona olmak aklımın ucundan bile geçmedi, yalan söyleyecek değilim ya! Ona baktığımda unuttum gittim yaşlılığımı, yıpranmışlığımı… Birdenbire gençleştim, fakında olmayarak. Onun yaşlarına indim ve onu kendime seçtim.
Onun hiçbir şeyden haberi yoktu. Benim de haberim yoktu bu böyle olduğunda. Sonradan anladım. İş işten geçtikten sonra fark ettim. Çark etmek de istemedim. Acayip bir haz aldım o garip beraberlikten. Yoksa bir huri miydi? Ölmüştüm de cennette miydim? Ne olduğumu bilemedim!
Yağmurlu bir şubat sabahıydı. Ipıslaktı. Saçları sırılsıklam, forması, pabuçları… Çoraplarından buğular yükseliyordu. Ortadaki teneke sobanın etrafına oturdular. Ayakkabılarını çıkarıp, teneke altlığa dayadılar. Suları sarkacaktı en azından, kuruyamasalar da. Masalarda başka müşteri de yoktu nasıl olsa. Çoraplarını kurutmaya koyuldular. Bembeyaz, temiz bir havlu çıkardım asırlık sandığımdan, saçlarını kuruladılar.
Gazete parçalarını buruşturup soktum ayakkabılarının içlerine. Bir süre sonra hamur gibi olanları çıkarıp atıp, yenilerini doldurdum. Çünkü ben yokluk zamanında, sahip olabildiğim bir çift kundurayı, ıslandığında öyle kuruturdum. O zamanlar ayakkabılar böyle yapıştırma değildi. Dikişliydi. Soba kenarında ya da güneşte kurutulmaya kalkılırsa derileri gevriyor, dikişleri kopuyordu.
En çok da sırtı ıslanır ya yağmurdan kaçanların. Onlar da öyleydi. Çorapları kuruyunca sözleşmiş gibi birer birer sobaya sırtlarını verdiler. Ne güzel bir çağdaydılar! Her halleriyle ne kadar güzeldiler!
İyi ki kızlar o sabah dükkâna geldiler. Yanlarında bana dünyanın en özel, en güzel armağanını getirdiler. En değerli misafirlerimdiler… Sıcak birer çay içtik önce birlikte. Sonra çayları yeniledik. Aç değildiler. “Kahvaltı ettik.” dediler. Yiyecek istemediler.
Gözkapaklarını aralayıp etrafa baktıkça bakıyordum ona. Nasıl da aydınlanıyordu yüzü, kirpiklerini kaldırıp gözlerini açınca! Nasıl bir letafet, nasıl bir büyü! Öyle bir kaplayış kapladı ki varlığı varlığımı, öyle bir sarışla sardı ki benliğimi, kendimi ondan alamadım! O da duvarlardaki kâğıtlardan aklını…
Hani bir yere takılır ya insanın gözleri. Sonra alışır ya aynı yere bakmaya… Gözlerini alamaz olur ya sonra… İşte öyle bir takılışla takıldım muhteşem güzelliğine. Zapt edemez oldum bakışlarımı. Gözlerim laf anlamaz oldu. Nefsim söz dinlemez… İsteyerek, tasarlayarak olmadı hiçbir şey. Doğallığında oldu, ne olduysa… İnanın ki ben de ne olduğumu anlayamadım!
Dışarıda yağmurun şarkısı vardı. ‘Aşk aşk aşk…’ diye yağıyordu. ‘Sevgi sevgi sevgi…’ ‘İlgi ilgi ilgi…’ Sulusepken… Derken usulca kalktı, parmaklarının uçlarına basarak kapının yanındaki ilk şiiri okumak için ilerledi. Bir manken yürümeye başlamıştı sanki podyumda. Tüy gibi hafifti, dans eder gibi… Ben öyle bir yürüyüş görmedim hayatımda! Meyilli bir yerden sarsılmadan usulca kayar gibiydi…
Usulca kayıp girdi gönlüme. Ben sadece hayran hayran bakıp kalmıştım, belki de ağzım bir karış açıktı. İşin aslı sonradan ortaya çıktı.
Ne kadar yakışmıştı yağmur damlaları yüzüne! Cildi krizantemler gibiydi bembeyaz, taptaze… Şebnemler içindeydi, körpe mi körpe… Taçyaprakları kırılacaktı sanki nefesim değse…
Onun için sustum, hayran ve şaşkın… İşte böyle tanıdım onu, böyle başladı aşkım! Değişen bir şey yok o zamandan beri. Ben aynı serseriyim, aynı derbeder, şaşkın… Aynı aptal âşık, bilmediği gibi… Bildiği gibi değil ki nasıl olur! Ben hiç söylemedim, o hiç bilmedi ki! Hissetmemiş olamazdı, saklanacak gibi değildi halim ama akıl almaz, mantık kabul etmezdi ki böyle bir şeyi!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 456