- 742 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
NAZIM'A MEKTUP
Nazım Ağabey, senin ülkeden gittiğin yıl doğmuşum ben. Yani 1951 yılı senin yurt dışına gidiş, benimse dünyaya geliş yılım olmuş... Biliyor musun iyi ki gitmişsin.Sen gittikten sonra burada onar yıl arayla üç kez deprem oldu.Sayısız insan yıkıntıların aktında kaldı.Diyelim ki sen gitmemeşsin de köşeciğinde barınıp birinci depremden canının kurtarmışsın. Olacak iş değil ya...Diyelim ki, ikinci depremden de iki kapının arasına sığınıp sağ çıkmışsın. Ama, Parlamento binasını bile çökerten, Rihter ölçeğiyle 8 derecelik üçüncü depremden sağ çıkman olası değildi. Binlerden biri sayılıp yıkıntı altında yok olacaktın !
İyi ki gitmişsin, Nazım Ağabey ! Son depremin onuncu yılının dolduğu şu günlerde, bu kez dünyamızı ekseninden oynatacak gibi yaklaşan başka bir depremin titreşimlerini duyuyoruz, bekliyoruz.Senin ’ Akrep Gibisin Kardeşim ’ şiirindeki o ’ gocuklu celepler ’ sopalarını kaldırıp şişirmişler kat kat gıdılarını gururla, yuvarlak masaların, dörtgen, dikdörtgen masaların çevresinde toplanıp kaç diyardan, kaç koyunun salhaneye sürülmesi gerektiğine değin pazarlık yapıyorlar. Dünya kurulalı bu yolda ne kadar kurban verilmiş diye başlarını dönüp pusatlar giyinmiş tarihe bir baksalar, belki, kimbilir...Belki, ibret alırlar ama bakmıyorlar. Toprağın altından gelen uğultulara kulak vermiyorlar. Ferman tanımayan körkütük aymazlar bunlar...Oysa insanları öldürmek için savuracakları bombaların bedeliyle yeryüzündeki tüm açları doyurabilirler. Öldüreceklerine yaşatabilirler.
İşte ben bu yeni kıyameti bekleyiş evresinde hep seni anıyorum, seninle birilkteyim. Elimin altındaki kitaplarını yeniden okuyorum. Fanteziler beliriyor kafamın içinde. İstiyorum ki, mesela, senin atom vurgunu yemiş ’Japon Balıkçısı’ nın iniltilerini:
’Balık tuttuk yiyen ölür...Elimize değen ölür...Bu gemi bir kara tabut...Lumbarından giren ölür...Üstümüzden geçti bulut...’
Hani seslenir:
’ Bu deniz bir ölü deniz...İnsanlar ey nerdesiniz...Nerdesiniz?’
Ya da, ’Atom Kurbanı Kız Çocuğu’ nun yalvarışını:
’ Çalıyorum kapınızı...Teyze amca bir imza ver...Çocuklar öldürülmesin...Şeker de yiyebilsinler.’
Kısacası senin, insanlık adına acıma duygusuna seslenen tüm dizelerini, İkinci Dünya Savaşı’nda uçaklardan şehirlerin üzerine propaganda broşürlerini savurdukları gibi, şimdi de, ölüm kalım savaşlarının tartışıldığı masaların üzerine senin dizelerini uçaklardan yağdırsalar; acaba yüreklerde bir acıma kıvılcımı yakar mı, diye düşünüyorum.
Düşünüyorum: Bu gökkubbenin altında yapışkan kan kokusu, ’Ozon’ tabakasında, elbirliğiyle kocaman bir delik açtığımız halde, çıkıp gitmez uzaya da...Kokuyu sana ağdalandırmak istercesine kan dökülmesi sürdürülür. Kan kokusu insanı, sarhoş eder, deli eder, derler. Bizim kubbemizin altından da elhak hiç eksik olmaz, kan kokusu; hep asılı kalır. Binlerce ve binlerce örnekten bir kaçı: Örneğin Abdi İpekçi’nin, Muammer Aksoy’un, Uğur Mumcu’nun ve binlercesinin...Öçleri alınmaz da ondan mı? Nasıl alınır ki öçleri? Çünkü öldürmeğe azmettirilmiş cellatlar dipsiz kuyularda saklanırlar.
Yine sen dersin ki:
’ Sana düşman, bana düşman...Düşünen insana düşman...Vatan ki onların evidir...Sevgilim onlar vatana düşman.’
İyi ki gittin Nazım Ağabey !..Sende düşünen insan olarak, hep ilk hedefte yaşadın burada !..Ömrünün dörtte birini cezaevlerinde tükettin. Sen öleli eli kulağında elli yıl !..Bu sürede kuşaklar değişti ama ’ düşünen insana düşmanlık ’ saplantısı katmerlendi. Koca bir parmak sallanır durur: ’ Hiçbir şeyi düşünmeyeceksin...Hiçbir şey düşünmediğini bile...’ Hakları var, ne dersin ki. Salhaneye sürülen koyun sürüsü maazallah düşünmeye başlarsa...
İşte böyle Nazım Ağabey !..Son zamanlarda, bir anlamda hep alaca günler yaşadığımızdan , sana da içkarartıcı şeyler yazdım. Oysa isterdim ki, kitaplarını yeni baştan okumanın coşkusuyla sana gelecekteki, aydınlık günlerin raporunu vereyim. Louvre’da tutuklu Jakond’ dan girişip sana hala baş yapıtlarından saydığım Taranta Babu’daki yaşamanın ne güzel şey olduğunu anlattığın şiirden söz edeyim. Sonra nerede, ne yazmışsan hepsine bir bir değineyim. Benerci’nin dizelerini anımsatayım. Şeyh Bedreddin Destanı’nda , Serez Çarşısındaki yağmurun nasıl çiselediğini, çarşının elleriyle yüzünü örtüşünü, bunların bendeki çağrışımlarını sayıp dökeyim. Gezdiğin tüm diyarlarda dizelerini kazıdığın dikili taşları anlatayım. İnsan Manzaraları’nın çoğunu artık büyük kentlerimizdeki gecekondularda seyrettiğimizi haber vereyim. Kurtuluş Savaşımız üzerine yarattığın anıtın karşısına, başka hiçbir kulun öyle bir anıt dikemeyeceğini sana kanıtlamaya çabalayayım. İşte böyle sonu gelmezdi diyeceklerimin.
Ve her şeyin ötesinde, senin insanlığa nasıl sececenlikle baktığını, kindi, nefretti, kıskançlıktı bütün bu yıpratıcı duygulardan yoksun ve yüreği her zaman sevgiye ve özveriye açık saygın bir kişi olduğunu yeni kuşaklara bir kez de ben duyurayım isterdim.Doğaya beslediğin aşkı, seslere nasıl duyarlı olduğunu; gelmiş geçmiş bir ozanda senin gibi doğa tutkununa, doğa ressamına hiç rastlamadığımı dile getirmek isterdim. Mevsimlere,göklere, bulutlara, dağlara, denizlere, rüzgara, kara, yağmura hele ağaçlara, zeytin ağaçlarına, çınarlara, kavaklara ne türlü can verdiğini, seni sen yapan amaçlarınla bu yeteneğini nasıl yoğurup nasıl atbaşı birlikte götürdüğünü ben de bir kez sergilemek isterdim. Gelgelelim yapamadım, o havada değilim.
İyi ki gittin Nazım Ağabey !..
Hiç değilse kendi evinde, kendi kapının önünde öldün..Sevdiklerin senin ölümüne yanar, ayakta ölmüş olmanla gurur duyarlardı. Ben de senin, askerde ya da cezaevinde, ya da bir idam mangasının karşısında ölmediğine seviniyorum. Yüreklerimizin dışında yattığın yerin belli olmasına zaten hep sevinirim.