- 1047 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
455 - KİLİTLİ SANDIK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
“Dede, neden iiçiyodun o kadan? Zorun meydi be ya? Sabahtan başlanır mı içmeye!” diye sordu, Duygu. Dede, uzun bir iç çekişle geçiştirmeye çalıştı:
“Uzun hikâye, güzel kız! Uzun kikâye!..”
“Nasıl uzun ikâye be dede? Şindik daa da meraklandırdın beni be ya! Mademki ikâyedir, anlat da dinleylim!”
“Çok kurcalama o meseleyi be göçmen kızı! Oldu işte bir şeyler!”
“Adi be dede! Sen pırkalarsın ama bizim ayatlarımızı! Adi anlat be ya! Amma da yaptın a! Yabancı mı var burda! Biz bizeyiz ya! Bak küserim, iç konuşmam sora! Kim yaparsa yapsın bi daa kaveni!”
Define’nin gözleri uzakta bir noktaya takıldı kaldı. Öylece daldı gitti bir yerlere. Duygu kollarını göğsünde kavuşturdu, başını yukarıya kaldırdı, kalkık küçük, ucu kırmızımsı burnunu havaya dikti, suratını astı, ondan tarafa hiç dönüp bakmama kararı almış gibi durdu. Kendi değimiyle ’masuzcuktan küser gibi yapmak’ âdetiydi. Bundan iyi sonuç aldığı muhakkaktı. Daha önce de birkaç kere uyguladığına şahit olmuştum. Dedeye nazı geçiyordu. Aralarında kan bağı olsaydı da daha güzel bir uyum içinde olamazlardı.
Define kopup gittiği için bir süre hiçbirimize bakmadı. Baksaydı da bizi biz olarak algılayamazdı herhalde. Çok derinlere daldığı belliydi. Elimi yüzünün önünde sallayarak ben de üstelemeye başladım:
“Hey, dede! Nerelere daldın gittin öyle? Bak, Duygu sana küstü, anlatmadın diye! Biz de merak ettik! Hadi anlat şu meseleyi de sen de rahatla biz de rahatlayalım! Çok mu özel?”
“Özel olmaz mı! Hem de ne kadar özel! Anlatılacak gibi değil!”
“Hikâye olur da merak edilmez mi! Yapma bize bunu! Madem çıtlattın, gerisini getir! Sen bizi meraktan çatlatmak mı istiyorsun?”
“Semiray! Anlatmak isterim de… Nasıl anlatılır, bilmiyorum! Yaşandı yaşanmasına da onca zorluğuna rağmen, iş anlatmaya gelince… O çok daha zor! Dil aciz…”
“Başka bir aşk hikâyesi mi? Yine ümitsiz mi?”
“Hem de nasıl!.. Aradan onca yıl geçti… Ben bittim, o bitmedi! Öyle kapanmaz bir yara ki! Tam kapandı derken kabuğu kalkar! Kanar ha kanar!.. “
Arayıp da bulamadığımızdı! Bu defa hepimiz birden bastırmaya başladık. Epey nazlandı ama sonunda teslim olmak zorunda kaldı, anlaşılan. Önemli şeyler anlatacağında aldığı vaziyeti almak için kıpırdanmaya başladı. Bir eli yine tütün paketine gitti, bir eli piposuna… Başladı tutam tutam doldurmaya… Meraklandırmak mı istiyordu, anlatacaklarını toparlamaya mı çalışıyordu, nasıl bir tepki alacağını mı düşünüyordu, neden geciktiriyordu, bilmiyorum. Aşktan utanılmazdı ama belki de gururunu incitecek bir ilişki olduğunu falan düşünüyor, saygınlığını kaybetmekten endişe duyuyordu.
O bir şairdi. Sevgi dolu koca bir yüreği vardı. ‘Çatal Yürek’ diye nitelerdik. Tam bir aşk adamıydı. Hayat onun için en çok aşk demekti. Dertlilere deva bulmayı, sevdalıların yaralarını sarmayı da sanat edinmişti. Onu Makro Paşa yapan da yaşadıklarından edindiği deneyimlerdi. Biz o tecrübelerle besleniyorduk. Meraklı olmasına meraklıydık ama o bir ekoldü ve bizi büyütüyor, güçlendiriyor, hayata hazırlıyordu.
Yıllardır onunla birlikte oradan oraya sürüklenmekten kendisi gibi yıpranan, yer yer rutubetten kararan çürük tahta sandığına benziyordu. İçinde neler saklıydı kim bilir! O alelade yapılmış, cilasız, harap sırdaşının çok değerli hatıralar barındırdığını söylemiş, içindekileri bir gün çıkarıp göstereceğini vaat etmiş olduğu halde aradan geçen onca zamana, hemen hemen her gördüğümüzde ona vaadini hatırlatmamıza, meraktan öldüğümüzü söylediğimize rağmen her seferinde:
“Tamam çocuklar! Söz ağızdan çıkar! Açarız, saçarız bir gün! Ne kadar da sabırsızsınız siz yahu!..” diyerek geçiştiriyordu.
Ahşap işleri yapan bir zanaatkâr olduğu, yerine en güzelini yapabilme imkânına sahip olduğu halde onu öylece tutuyordu. Haydi diyelim ki içindekiler çok önemliydi, o da mı önemliydi ki alelusul takılan asma kilitle kilitlenmiş vaziyette bekletiliyordu? O sandığı ona, onu da o sandığa benzetiyordum hangisine baksam. Dedenin ağzı da asma kilit yerine piposuyla kilitlenmiş olmalıydı ki hemen ona davranmıştı yine.
Arka arkaya çakılan çakmak seslerinin ardından etrafı rutubetli baca kokusu sarmış, ilk çekiş ve savuruşlardan hâsıl olan dumanların en büyüğü havalanmıştı. Kış günüydü. Soba başındaydık. Kapı pencere kapalıydı. Çok geçmeden etrafı kesif bir duman saracaktı. Dede hemen hemen her konuda doğru olanı yapmaya çalışan ve herkese akıl veren biri olduğu halde tütün konusuna gelince umursamaz tavırlar sergilemekten çekinmiyordu. Sık sık:
“Şu meredi içmeyin çocuklar! İçilecek zıkkım değil o!” diyordu da kötü örnek olmaktan bir türlü vazgeçmeye yanaşmıyordu.
Sanki az önce Duygu’ya kendisini harap etmemesi için dil döken o değildi. Kendisini düşünmediği gibi bizleri de aklına getirmek istemiyordu. Kalkıp pencereyi açtım. Tertemiz, serin bir esinti vurdu yüzüme. Dede yine sandalyesiyle birlikte kalkıp, masaya paralel bir şekilde oturdu. Piposunu sol eline geçirdi. Derin bir nefes daha çekip birkaç saniye bekledikten sonra yukarıya savurdu. Derin nefesler almaya, arada iç geçirmeye başladı. Biraz heyecanlanmış görünüyordu. Tedirginliği azalmış gibiydi. Kararlı bakışlarından, anlatmaya hazır olduğu anlaşılıyordu.
“Oh! Nihayet!..” dedim içimden.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 455