8
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1816
Okunma
"Bana güvenin yoksa bırak" demişti. Şartlar ne olursa olsun bırakmayacağımı, bırakmadığımı bilecek kadar bir geçmişimiz vardı. Evet ona güvenmiyordum. Güvenmediğimi saklama gereği de duymuyordum. İkimizi de hayli huzursuz eden bu güvensizlik yüzünden hemen hergün ufak çaplı sarsıntılar yaşıyorduk. "Seviyorsan özgür bırak" mantığını kabul etmek gelmiyordu içimden. Sevmek bağlanmak demektir, herkesi elinin tersiyle itebilmeyi gerektirir. Özgürlük anlayışını düşündüğümde tam bir yobaza dönüşüyordum. Aşık bir kadınken sürekli bir şeylere dönüşüyordum zaten. Bunu yadırgamamaya başlamıştım.
Birbirimizin hayatlarında olmama düşüncesi beni çılgına çeviriyordu. Onca emek, onca anı, onca yaşanmışlık anılar çöplüğünde bir çıyan gibi içimi mi kemirecekti! Hikayemiz bir gurur, bir inat uğruna tarih olup heder mi olacaktı! Mesafeler sadece insanların beyninin içindedir, onları insanlar uydururlar. Kadın ve erkek arasında aşk halinde mesafe olmamalıdır. Mesafelerin hiçbir türlüsüne inanmıyordum!
Beni seviyordu biliyorum ama benden daha çok benim onu sevişimi seviyordu. Bana olan bağlılığı, benden bir türlü vazgeçememe sebebi buydu aslında. Sevgim bizi ayakta tutuyordu. Sevgimin bağımlısıydı çünkü. Belki bir daha hiçbir kadın tarafından böyle sevilmeyeceğine inandığı için, belki onun yalnızlığına en çarpıcı dokunuşu ben yaptığım için, belki hiç böyle sahiplenilmediği için onu benimseyişim onda reddedemeyeceği bir teslimiyete sebep oluyordu. Bir yandan sadece bana ait olmayı, benim de sadece onun olmamı isterken, bazı zamanlarda boğuluyor ve çılgınca benden kaçma isteği duyuyordu. Her şeyin farkında olduğum halde içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor, ilişkimizle alakalı tek bir taşı dahi yerinden oynatmak istemiyordum.
Bu ilişkinin sürmesi için herkesin kendince haklı sebepleri vardı. Benim sebeplerim onu dolaylı yoldan ilgilendiriyordu. Ona duyduğum zaaf ve yoğun hisler esasen onun sevgisinin de bereketli kaynağıydı. Ama onun sebepleri beni hiç ilgilendirmiyordu. Hatta neden benimle olduğuna dair ne bir fikrim vardı, ne de merak ediyordum gerekçelerini. İki kişi de bencildir tutkulu ve kangrenli ilişkilerde. Ne ait olmak isterler, ne başkasına ait olsun isterler. Kıskançlık, şüphe, güvensizlik berbat hisler olsa da, bizim ilişkimizi ayakta tutan en kuvvetli hislerdi. "Beni varken bile üzüyorsun, yokluğunda zaten üzgünüm" demiştim ona. Bunu neden yaptığını anlayamıyordum. Kadınları günde bir doz incitmek gerektiğinden söz ediyordu kitabın birinde. Epey kafa yormuştum bu düşünceye. Biz kadınlar gerçekten bizi üzmekten itina ile geri duran adamları sevemiyor muyduk? Gerçek olan bu muydu? Bizi durmaksızın hırpalayan, bize zulmeden, hor gören erkeklere karşı içten içe değerli olduğumuzu kabul ettirme kaygısı yüzünden mi bağlıydık onlara? Neden hep bizi üzenlere saplanıp kalıyor, bu üzgünlüğe kendimizi maruz bırakıyor, onların içindeki o baskın, kibirli egolarını doyuracak ziyafetler sunuyorduk önlerine! Sevilme kaygısı bu tutarsız davranışlarımızı biraz olsun açıklayabiliyordu belki de. Ama öyle dümdüz ve sakince bir sevilme arzusu değildi bu. Olabilecek en yıpratıcı, en yıkıcı, en yakıcı ve en tutkulu biçimde sevilmek istiyorduk. Bu yüzden bir dediğimizi iki etmeyen adamlar dururken, bize herhangi biriymişiz gibi davranıp kendimizi değersiz hissettiren adamları tercih ediyorduk. Ne kolay elde etmek istiyorduk, ne de kolay elde edilmek. Aslında bu görünen kısmıydı. Ağzımızdan çıkacak bir kelime için soluksuz bekleyen adamlar dururken, biz ağzından herhangi bir söz işitebilmek için uğruna geceler boyu uykusuz kalacağımız adamların gölgelerinde bekliyorduk. Zor olan çekici geliyordu, kolay olanlar sonsuz itici. Sıkıntıyla elde ettiğimiz ne varsa daha kıymetli görünüyordu gözümüze. İstemediklerimize karşı zor kadın, ölesiye istediklerimize karşı da dünyanın en kolay kadını rolünü oynuyorduk. İşlerini kolaylaştırmak ve bu sayede isteğimize kavuşmak için olabildiğince iyimser davranmaya zorluyorduk kendimizi. Hangisi gerçek biziz, hangisi içimizdeki sayısız kadından bir diğeri bunu kendimiz de bilmiyorduk.
Aşık bir kadın kendini hiçbir zaman tanıyamaz. Aşkı uğruna hangi kimliklere bürüneceğini, hangi azgın nehirlerden geçeceğini, neleri göze alabileceğini kendisi dahi tahayyül edemez. Sözleri, davranışları, yaşam tarzı tamamiyle yaşadığı aşkın doğrultusunda yeniden biçimlenir. Kalbi, beyni, ruhu onun kontrolünden bağımsız halde hareket etmeye başlar. Bu yüzden çok sevilen ve çok sevildiğini bilen adamlar kadınlarından korkarlar. Onların yapabildikleri veya yapabilecekleri şeyler ürkütür adamları. Sevdikleri kadınların o inanılmaz dönüşümü karşısında muhtemel bir şaşkınlık ve sarsıntı yaşar, onlara nasıl davranmaları gerektiğini bilemediklerinden düşünceleri baltalanır ve afallarlar. Cesaretlerine, zekasına, ruhuna aşık oldukları kadınlardan neden sonra yine aynı özelliklerinden dolayı soğumaya başlarlar. Yürekli kadınlara hayran olmaz adamlar, aksine kendilerinde eksikliğini hissettiği bir erdemi onlarda bulurlarsa karşısındaki kadın bir tanrıça dahi olsa yine de ona karşı bir tiksinti duymaya başlarlar. Adamların aşkı kendilerince geçerli mazeretlerle sönerken, o aşkın küllerinin içinden kadınlar daha büyük bir aşk doğururlar. Sadakat boyut değiştirir, güven, kuşku, tutku, merak, öfke yer değiştirir. Kadın devleştikçe erkek uzaklaştıkça uzaklaşır ve sonunda küçücük kalır. O kadar küçük kalır ki kadın bir dağa benzettiği o adamın nasıl kaybolduğunu anlamaya çalışırken, o koca dağın bu kadar ustalıkla nasıl saklandığının şaşkınlığını da yaşar.
Şaşılacak bir şey yoktur aslında, plastik bir çiçeği ne kadar sulasan da büyümez. Gördüğün kadardır her şey. Beklentiler arttıkça ve mutluluğun kaynağı tek bir insan üzerine yüklendikçe mutsuz olur insan. Bir noktadan sonra o insanın varlığı da yetmez, ondan beklenilenleri karşılayamaz. Kadınlar sevdikleri adamları doğaüstü canlılara dönüştürürken, doğaüstü bu canlıların doğal tepkimelerini hesaba katmazlar. Kusursuz olduklarına inandırırlar kendilerini. Ama madalyonun öteki yüzü paslı ve bulanıktır.
Erkekler yeni huzur kapılarına koşarlarken, eli kolu bağlanan kadınların avuntusu güvenli limanlarına, kendi ruhlarına sarılmak olur. Bu onların son dönüşümü ve en hakiki dönüşümüdür. Yeniden gerçek benliklerine dönüşmek.. Olduğu gibi kalabilmek..
Aslında gerçek olan;
’Her şey olması gerektiği gibi değil, olduğu gibidir..’
Ama doğru olan bu değil..
fulya/haziran2017