- 573 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARAR
İçinde, yüreğinin tam ortasında onu rahatsız eden bir sıkıntı vardı. Kulaklarında bir anlam veremediği sözlerden oluşmuş bir ağıt yankılanıyordu.... “Sıcak! Sıcaklardan olmalı.” dedi. İklim çok değişmişti. Dünya gün geçtikçe ısınıyor diye düşündü.
Kıyamet’i düşündü. Kıyamet neydi? Dinde kıyamet vardı? Mahşer kurulacakmış. Acaba nerede kurulacak? Dünyanın üstü, dünyanın altı, uzayın herhangi bir yeri...
Bunlar nereden aklına gelmişti, anlayamadı. İçini karartan bu sorulardan kurtulmak istedi. “İnsan kendi kıyametini kendi hazırlayacak.” Bu düşünce hoşuna gitti. Bunu öğrencilere açıklatmalıydı. Bazı ipuçları da verirdi... Kirlenen çevreyi, bozulan doğal dengeyi çağrıştıran sorular da sorardı. Üşenmedi plan defterini buldu, bir güzel el yazısıyla not etti: “İnsan kendi kıyametini kendi yaratacak!”
Küçük kızının sesi ile toparlandı. Akşam için yemek hazırlamalıyım diye düşündü. Küçük kızını kucağına alıp burnundan öptü. Kız güldü. Minik yanaklarında beliren gamzeler annesi için dünyalara bedeldi... “Gel! Babaya mama hazırlayalım. Mama lafını duyan bebek annesinin koynuna sokuldu. Kadın mutfakta bebeğe göğsünü verdi. Küçük kız gözlerini kapattı annesinin sütünü emmeye başladı. Alnında boncuk boncuk terler oluştu. Kadın analara has şefkat ve merhametli dokunuşlarla bebeğin alnını kuruladı, alnına dökülen saçları kaldırdı. Çocuk, karnı doyunca ellerini masanın üstünde duran çiçeklere uzattı.
Kadın çocuğu yere bıraktı. Önüne bir bebek, küçük bir top koydu. Bir süre ne pişireceğini düşündü; sonunda kararını vermiş olacak; dolaptan patates ve patlıcan çıkardı. Mutfak mermeri üstünde onları doğramaya başladı.
İçindeki sıkıntı bitmek bitmiyordu. “Hayırdır inşallah! Ali de gelmedi...” diye mırıldandı. Bebek topu yuvarladı. Masanın altına giden topu takip ederek masanın altına girdi.
Kadın, bir uğultu duyar gibi oldu. Perdeyi aralayıp sokağa baktı. Açık pencereden ılık bir rüzgâr girdi. Başını çevirip kızına baktı. Kıpırdayan masa örtüsünden anladı, çocuk masanın altındaydı. O anda bir çığlık, bir ıslık, ne olduğu belirsiz bir ses yankılandı. Asılı duran birkaç mutfak eşyası düştü. Kırılan pencere camlarını, yarılan duvarları gördü, ayaklarının altında kayan zemini hissetti.
Beton zemin ayaklarının altından kayıyordu. Saniyeler, ona saatler kadar uzun geldi. Dünya bir anaforun içinde yutulmaktaydı.
Şuurunu hiç yitirmedi. Bu büyük bir deprem olmalıydı. Tek düşündüğü şey masanın altına bıraktığı kızıydı. Ona bir ulaşabilse, onu bağrına bir bassa; yıkılan yok olan dünyaya meydan okuyacaktı. Sesler tamamen kesildi, bir karanlığın içinde kayboldu gitti. Şuurunu kaybetmişti.
Kendine geldiğinde boğazının tozdan alev alev yandığını hissetti. Uykuda mıydı, rüya mıydı anlamaya çalıştı; parmağını ıssırdı, acıyı hissetti. Ne olmuştu? Oturdukları binanın tavanı çökmüş olamazdı. Bir doğalgaz veya bomba patlaması? Hayır, bunların hiç biri olamazdı. Büyük bir deprem olmalıydı. O ana kadar korkmaya vakit bulamamıştı. Şuuru açıldıkça, sinsi bir korkunun yüreğini sardığını, titrediğini hissetti.
Mutfak mermeriyle zemin arasında bir boşluğa gelmişti gövdesi. Hiçbir acı hissetmiyordu, sadece, boğazı yanıyordu. Zifiri karanlıktı. Elleri ile yüzünü yokladı; yanaklarından kayan ıslaklığı hissetti. Başını bir yere vurmuş olmalıydı.
Vücudunu ön taraftaki boşluğa çekmeye çalıştı, vücudu gelmiyordu. Sağ ayağında keskin bir acı hissetti. Kırık galiba, diye düşündü. Ama neden gelmiyordu? Anlayamadı. Bir süre daha zorladı, olmadı; vücudunu çekemiyordu. Ellerini sokup ayaklarını yokladı. Mutfağın orta kirişi sağ ayağının üstüne düşmüştü. Ayağını kurtarmanın imkânı yoktu.
“Düşün!” dedi. “Sabırlı ol, paniğe kapılma, düşün!” Acaba neler olmuştu? Sağ kalan insanlar var mıydı? Oğlu, kocası neredelerdi. Yaşıyorlar mıydı?
Birden kızını hatırladı. “Sibel!” Bir inlemeyi andıran çığlığı, daracık kovukta boğuldu. Şuurunu yeniden toparlamaya çalıştı...
Az ötede olmalıydı kızı; az ötede masanın altında olmalıydı. Boşluğa doğru uzattı ellerini; birkaç kaşık, kopmuş taş parçaları, patatesler ve bıçak... Bıçağı yanı başına bıraktı, gerekirse zemini kazmaya çalışacaktı. Yeniden uzattı ellerini karanlık kovuğa. Bir bez parçası geldi eline. Püsküllerinden anladı, masanın örtüsü olmalıydı... Bir inilti sesi geldi. “Sibel! Kızım, Sibelim, yavrum!” Çocuk annesinin sesini duymuş olmalı. Ağlamaya başladı. “Çok şükür, yaşıyor. Masa korumuş olmalı.” diye düşündü. Çocuk ağlamayı bıraktı. “Anne öcü!” diyordu. “Korkma kızım! Buradayım güzelim!” Annesinin sesi çocuğu sakinleştirmeye yetmiyordu. Saatlerce çocuğu yanına çağırdı. Çocukla arasındaki dehlizi bir seyler kapatmış olmalıydı.
Sütun altında sıkışan ayağını kurtarmalı, bedenini bir an önce çekip, kızına ulaşmalıydı.
“Sibel! Canım dinle beni, iyi dinle annem! Şimdi atta oynayacağız; tamam mı güzelim! Haydi, gel kızım; gel anneye bir tanem!”
Çocuk tekrar ağlamaya başlamıştı. Kadın yanı başına bıraktığı bıçağı aldı eline, son bir gayretle ayağını üstündeki beton sütunu oynatmaya çalıştı. Çeliğin betona sürtünmesinden çıkan madeni ses bütün umutlarını alıp gitti.
Çocuk ağlamayı sürdürüyordu. “Ağlama kızım! Anne şimdi gelecek!” Söylediklerine kendisi de inanmıyordu. Kızını uyuturken söylediği ninniyi söylemeye başladı.
Gözlerinden boşanan yaşları yanağında kurumaya yüz tutan yarayı yakıyordu. “İnsan kendi kıyametini kendi hazırlar.” Sözünü tekrar hatırladı. Kıyamet mi kopmuştu? Bir depremdi bu... Başka olmazdı. Bu deprem ne kadar büyüktü? Sağ kalan var mıydı? Toprak koca şehri, koca dünyayı yutmuş muydu? Güneşi tekrar görebilecek miydi?
Bebeğin sesleri gittikçe kısılmıştı. Anneyi bu iniltiler çok yıpratmıştı. Bebek uyumaya yakın sürekli: “Anne!” kelimesini tekrar etmeyi âdet edinmişti. Kadın bebeğin sesindeki acısızlığı hissetti. Bebekte herhangi bir yaralanma olmamştı... Masanın ayakları korumuş olmalıydı. Bunu Allah’ın bir lütfu kabul etti. Kurtulmaları için O’ndan, yardım diledi.
Ayağındaki acıyı iyice hissetmeye başladı. Ayağında kanama olabilirdi. Hayatta kalabilmek için, kanamayı durdurmalıydı. Elbisesinin kemerini hatırladı. Kemeri, diz kapağına yakın bir yerden doladı, tokasını geçirdi ve olanca gücüyle sıktı. Tokanın kancası için bıçağın ucuyla yeni bir delik açtı, kancayı taktı. Terden sırılsıklam ıslanmıştı. Alnından kayan ter damlaları göz kapaklarını yakıyordu. Kemer, kanamayı durdurmalıydı.
İlk kez birilerinin kurtulmuş olabilceğini, birilerinin yardım edebileceğini düşündü. “kurtulanlar varsa çok sürmez, dozerlerle kaldırırlar enkazı; kurtarırlar bizi!”
Bir ağırlık çöktü göz kapaklarına. “Uyumamalıyım, uyumamalıyım!” “Ölüm uykusu olmalı!” dedi. “Sibelim! Canım kızım! Sana bir ulaşabilsem, seni bir alabilsem kucağıma!” Kulağına motor gürültüsü gelir gibi oldu. Dikkatini toplamaya çalıştı. “Dozerler, dozerler!” diye sayıkladı. Göz kapakları iyice düştü, başın kolunun üstüne bıraktı.
Çocukluğunu geçirdiği bahçedeydi. Havuz ağzına kadar doluydu. Gün ışınları asmanın yaprakları arasından süzülüp, ulaştı havuzun suyuna. Parıltılar yansımaktaydı yüzüne. Babası geldi yanına.
“Baba kıymet nedir?” Babası düşündü, sakallarını kaşıdı, başını çardağın üzerine çevirdi. Birşeyler arıyor olmalıydı. Babasını kolundan çekiştirdi.
“Kıyamet nedir baba?” Babası gözlerinin içine baktı.”Herkesin kıyameti kendi içindedir.”dedi. Bir anlam veremedi yeniden sordu: “Kıyamet nedir?” Babası parmağını uzattı; çardağın üstündeki kediyi gösterdi. Kedi bir sıçramada küçük bir serçeyi pençeleri arasına aldı. Serçeden cılız bir çığlık geldi, o kadar... “Ölüm olmalı kıyamet!” Bir canlı başka bir canlının sonunu hazırlamıştı...
Havuzun suyu dönmeye başladı. Ortasında kocaman bir delik, bütün suyu çekmekteydi. Su bitince taş, toprak, bütün bir dünya çekildi, çekildi, çekildi.
“Anne, anne!” çığlıkları kızının sesine karıştı. Başını kaldırdı, doğrulmak istedi başını üstündeki betona çarptı.
Yerin altında diri diri gömüldüğünü hatırladı. Deprem anlarını düşündü. Kızının “Anne!” diyen inlemelerini yeniden duydu. “Sibel! Canım!” Sesine olağanca şefkatini katarak güven sağlamaya çalıştı. “Annem! Buradayım kızım! Gel kızım!” Çocuğun çıkardığı seslerden, bir boşluğun içinde çabaladığı anlaşılıyordu. Bir süre uğraştı. “Aç anne! Anne mama! Anne mama!” İlk defa aç diyordu kızı. Sebepsiz sevindi annesi. “odasında olduğunu sanıyor zavallı kızım!” diye mırıldandı.
Yeniden ayağını zorladı. Kurtarmanın imkânı yoktu. Ayağı uyuşmuş kemerin faydası olmuştu. Çocuğun çığlıkları iyice artmıştı. “Anne aç, anne mama.” diyor. İsyanlı dokunuşlarla bulunduğu yerden kurtulmaya çalışıyordu. Bu çığlıkları duymak istemeyen anne, kulaklarını tıkıyor, ninni söylemeye çalışıyor, Allah’a dualar ediyor ama içindeki analık duygularını bastıramıyor; kızının çığlıklarından kurtulamıyordu...
Zaman zaman ayağını kurtarmaya çalışıyor, elinin altında tutuğu bıçakla beton sütunu kırmaya çabalıyor, sütundan bir zerre bile koparamıyordu.
Çocuk güçsüz düşünceye kadar ağladı. Sonunda sadece hıçkırıkları kaldı. Kadın, sessizlikler içinde rüzgâr uğultusunu andıran sesler duyuyordu, fakat bu seslerin hayal mi gerçek mi olduğunu bir türlü anlayamıyordu... “Dayan kızım! Belki de babandır. Enkazları kaldırıyorlardır. Dozerler gelmiştir. Belki de...” Altı katın enkazı kolay kaldırılmaz diye düşündü.
Birden heyecanlandı, kalbi göğüs kafesinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Düzenli bir vurma sesi duyuluyordu. Bıçağı kaptı, sapını sütuna vurmaya başladı.
Çıkan sesin duyulmasına imkân yok gibiydi. El yordamıyla büyük bir taş parçası aradı. Eline bir tuğla kırığı geldi, olanca gücüyle vurmaya başladı. Durdu, dinledi. Hiçbir karşılık gelmedi. Sadece akan, kayan toprağın yılan ıslığını andıran hışırtısı ve yavrusunun bitmekte olan hıçkırıkları...
Dışarı nasıldı? Caddeler, sokaklar, ağaçlar, evler, kuşlar... İnsanlar, kocası, oğlu neredeydi?
“Baba kıyamet nedir?” Kedi bir sıçramada serçeyi dişleri arasına aldı. Kedinin gözleri kızıl kor ateş gibiydi. Kedi büyüdü, büyüdü... Kedinin pençelerinde kızı vardı!
Hayal, gerçek, rüya birbirine girmişti. Bunca düşüncenin, hayalîn arasında sadece kızının güçsüz düşünceye kadar süren çığlıklarıydı gerçek. Gerisini hızla, şuuraltına itiyordu. Şimdi deprem anını bile hatırlamıyordu, Bildiği yalnızca kendisinin karanlık bir çukurda, kızının da başka bir çukurda olduğuydu.
İki güne yakın bir zaman geçmişti karanlık kovukta. Bu süre içinde kızının defalarca uyanıp, defalarca hıçkırıklara boğularak uyuduğunu hatırladı. Elini, hafifçe iniltisi gelen kızına doğru alabildiğine uzattı. Parmaklarında bir ıslaklık hissetti. Bir yerden su sızıntısı olmalıydı. Serinlik susuzluğunu hatırlattı. Islanan parmaklarını, defalarca, dudaklarına götürdü.
Birazcık kendine gelir gibi oldu. Olanları hatırlamaya çalıştı. Ayağını düşündü, kızını düşündü. Artık bebekten hiçbir ses gelmiyordu. “Ölmek üzere yavrum!” dedi. Göğüslerine süt toplanmış, sızlıyordu.
Sıkışan ayağı olmasaydı! Bu düşünce beyninden şimşek gibi geçti. Ayağı olmasaydı! Olmasaydı! Olmasaydı!
Elleri hızla bıçağı aradı. Bıçağın çeliği ile elinin teması iliklerine kadar ürpertti. Parmaklarıyla sıkışan ayağının diz kapağını yokladı. Kemeri iyice daraltmalıydı. Kemer, alt tarafındaki hücrelerini iyice uyuşturmuş, tamamen duyarsız hale getirmişti. Biraz daha sıktı kemeri. “Kolay olacak! Kolay olacak, kolay olacak!” diye telkin verdi kendine. Kızından hâlâ, cılız bir inilti geliyordu. “Çabuk olmalıyım!” dedi. Elleriyle diz kapağının üstünü buldu. Birden sürdü bıçağı. Çok fazla hissetmedi acıyı. Bacağı saatlerce bağlı kalmaktan uyuşmuş olmalıydı. Bıçak bir türlü kesmiyordu. Diğer ayağını sütuna dayadı. Alabildiğine gerildi. Kemiğin arsına çeliğin ucu ulaştığında dayanılmaz bir acı hissetti. Sinirlere dayandığını anladı.
Durması, düşünmesi her şeyin sonu olurdu. Güzel bir deniz kıyısında güneşlendiklerini düşündü. Kızı, kumdan kaleler yapıyordu. Deniz koparıp geldiği köpüklü dalgalarını kızının kalesi üzerine yayıyor, kendinin saydığı kumlarını geriye götürüyordu. Denizin bu anlamsız cimriliğine, kızı kahkahalarla gülüyordu.
Keskin bıçak önce deriyi ardından sinirleri parçaladı, kurtardı bedenini. Sadece; “Allah!” diye haykırdı. Bütün vücudu kuşkanadında özgürdü, uçuyordu âdeta. Bu ayak yıllarca nasıl taşınmıştı bedende, şaşırdı. Acıyı sinirleri keserken hissetmişti. Şimdi bir karıncalanma, bir kaşınma vardı sanki.
Bacağındaki kemere rağmen kanama olacağını biliyordu. Biran önce kızına ulaşmalıydı. Süründü. Masanın ayaklarını buldu. Örtü masanın ayaklarıyla zeminin arasına sıkışmış, çocuğun geçmesine engel oluyordu. Bıçakla örtüyü yırttı. Elini uzattı. Bebeğin sıcak yanaklarına değdi. Bebeğini doğurduğu ilk andaki hissettiği sevinçten daha sevinçliydi, daha coşkuluydu anne...
Son bir gayretle kendisine doğru çekti çocuğu. Sırt üstü döndü, gömleğini parçalarcasına açtı. Göğsünü bebeğin dudaklarına değdirdi. Çocuk önce isteksiz kıvrandı. Anlamsız sesler çıkardı. Sütün tadını hissedince memeyi aldı. Olanca açlığıyla emdi emdi...
Karnı doyan bebek annesinin göğsünde uyudu. Annenin elleri bir müddet halsizce kızının saçlarını okşadı. Yanaklarında yaşlar kurumaya yüz tuttu. Göz kapakları ağırlaştı; tatlı, huzurlu bir uyku bedenini sarmıştı.
Havuzun suyu pırıl pırıldı; bir asma yaprağı düştü ortasına. Yaprak dönmeye başladı. Bir anafor oluştu. Önce yaprağı, arından havuzu, ağaçları, evleri çekti içine...
Bebek çok geçmedi uyandı. Elleriyle annesinin göğüslerini yokladı. Gözlerini bulmalıydı. Önce dudaklarını buldu; aralamaya konuşturmaya çalıştı. “Anne, mama!” dedi. Karnını doyurmuştu; bu isteğiyle uykuda sandığı annesini uyandırmayı düşünüyordu. Parmakları annesinin yanaklarında kurumaya yüz tutmuş yaşlara değdi. Dudaklarını büzdü başını annesinin göğsüne bıraktı; ağlamaya başladı...
Topraklar döküldü önce, ardından keskin bir gün ışığı girdi karanlık dehlize... Köpeklerin seslerine insan sesleri karıştı: “Bir canlı var! Çocuk hala yaşıyor!” .
“Ceyhan’ı yerle bir eden 6,4 şiddetindeki korkunç depremde ölü sayısı 154’e yükseldi. Yüzlerce can alan deprem enkazından, küçük Sibel, üç gün geçtikten sonra canlı olarak kurtarıldı...” Gazeteler
1998
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.