Bütün Suç Menekşelerde
Seni düşündüm yine. Dudaklarınla buluştuğum o anı anımsadım. Dudaklarını bir şeylere benzetmek için çabaladım ama olmadı.
Senin dudakların işte, ötesi berisi yok. Sevdiğinin dudaklarını bir şeylere benzetenler mi kabahatli, yoksa benzetemeyen ben mi yeteneksizim? Yoksa benzetememek bir lütuf mu? Senin dudakların işte… Gür ormanların altında gizlenmiş dağ menekşelerine benziyorlar sanırım. Dudaklarını özledim. Belki de dağ menekşelerini…
Ya saçların? Avuçlarımın arasından kayıp duruyorlardı okşarken. Kara yamaçlarına yılın ilk karı düşmüş dağlar gibi… İşte benzettim, en azından onları bir şeye benzettim. Pek güzel olmasa da kara dağlar, tepeleri göğe yakın başka ne var ki şu dünyada?
Ama illa ki dudakların… Yapraksız bir dalda asılı kalmış solgun bir sonbahar meyvesi gibi… Konuşurken saklı, koklarken aşikâr… Hangi şehirli kuşa azık olacak kim bilir? O kuşun gagası olmak isterdim.
Belki de duysaydın gülerdin bu söylediklerime. Her şeyi unut da sen, dudakları anımsa, olacak iş mi? Oluyordu işte. Senden gelip bende konaklayan her şeyi bertaraf ettim ama dudakların bir türlü gitmiyor aklımdan. Bu benim suçum mu yoksa dudaklarının mı? Gür ormanlar altında gizlenmiş mor dağ menekşelerinin mi yoksa?
Bir de ellerin. Tanıdığım en lütufkâr ellerdi onlar, yabana atamazdım. Hem onlar yol göstermişti dudaklarına, bu keşfedilmemiş coğrafyada iz sürerken. Onlar bulmuştu kanayan yerlerimi, dudakların şifa bulaştırmıştı. Nemli, soğuk ve gür ormanlarda menekşe bulmak gibi… Haklarını ödeyemezdim ama onlar da sadece dudaklarının hizmetçileriydi. Bütün maharet menekşelerde...
Ah dudakların! Bütün dünyayı dolaşsam yine sılamın dağlarının kara tepelerini mesken tutmuş o gür ormanlarda yetişen mor menekşelerin kokusunu bulamam, hiçbir çiçekte. Bir daha koklamak nasip olsa, bir daha düşerim yollara, bir daha korkarım gür, tenha ormanlardan, bir daha…