Şairiçenin inti-kam-ı
"gerçi hayatta aşk nerede kazanmış ki? o da bir muamma.
kalem elimizde
ama
kader değil ki.
keşke hayatta da istediklerimizi yanımıza ekleyip
istemediklerimizi silebilsek."
Şairiçenin kader bağına ithafen. :)
Olanlar yüzünden pişman değilim. Neden yaptığımı biliyorum. Çığlığa, dehşete, kana rağmen, mutluyum.
Bu yetenek bir sebeple bana bahşedilmişti ve kullandım. Kullanmasaydım bu tüm tanrılara ayıp olurdu. Hangisinin lütfu olduğunu bilmiyorum ama bence İnti’dir. Güneşin ve gökkuşağının tanrısı. Ondan başkasının gücü yetmezdi buna.
Yeteneğim bir anda mı ortaya çıktı, yoksa başından beri fark edemediğim bir lütuf muydu, bilmiyorum. Zaten birçok şeyi hala bilmiyorum. Yalnız yeteneğimi keşfettiğimde, ben özlemekle meşguldüm. Bir ayin gibi özlemekti. Yeşilin her an’ında duruyor, nefes alıyor ve nefes alır gibi özlüyordum. Onu ve yeşil gözlerini. Gözlerinin yeşilinde ben tüm edebsiz ve edebi yanlarımı soyunabiliyordum. Hayır, bana kızmayın. Bir insanın gözlerine duyulan aşkın nasıl çirkin bir klişe olduğunu biliyorum. Herkesin gözleri vardır ama herkes bakamaz. Bakar da onun baktığı gibi olamaz. O baktığında ben yeşil oluyordum; o baktığında ben bir şey olmak zorunda kalmıyordum. Olduğum kadardım; et, kemik ve aşk. Aşk o kadar doldurmuştu ki içimi ve tüm genetik ve çevresel biçimlenmelerimi, başka bir şey olamıyordum. O bana bakarken, başka ne olmak isteyebilirdim? Yeşildim. Hem de zemin aşk, yemek aşk, su aşktı. Yeşildim ve aşktım.
Sonra gitti.
O gittiğinde neyle baş başa kaldığımı anlayabiliyor musunuz? Nesnesini yitirmiş bir aşkla dolu uzayın nasıl yoğun, kasvetli ve hem de cisimsiz olduğunu biliyor musunuz? Onun gidişi, benim uzay boşluğunda, oksijensiz ciğerlerimle çığlık çığlığa ama ölemeden de sürüklenip, kaybolmam demekti. Ne dokunabiliyordum artık, ne zemini hissedebiliyordum. Yaşamanın yaşamak olmayan bir haliydi.
Zamanla kabulleniyor insan. Bu da tanrıların bir lütfu olmalı. Kabullenişimi önce dehşetle izledim. Bir zamanlar beni sevdiğini söyleyen, onu sevdiğimi söylediğim bir adam, şimdi kim bilir hangi kahrolası düşlerin peşinde yeni yalanlar kuruyordu ve ben kabulleniyordum bunu. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Bir zamanlar onun için güneşi kendi kalbimin ateşinde yakabileceğime inanırken, nasıl oluyordu da onsuzluğu kabullenebiliyordum? Dehşet vericiydi ama gerçekleşiyordu. Sonra buna da alıştım. Alıştıkça da kabullenişimi, belli etmediğim bir minnetle karşıladım.
O güne kadar, biraz olsun yaşamak gibi bir yaşamak haline kavuşmuştum. Dünyanın yeşilden başka renkleri olduğunu yeni yeni hatırlayabiliyordum. Güzel sesler ve kokular, hafif hafif, dünyamın içinde dönmeye başlamıştı. Belli belirsiz bir yaşama sevinci bile peydahlanıyordu içimde.
O gün, onu gördüm. Yanındaki o acuzeyle beraber, Karaköy’ü tırmanıyordu. Az sonra İstiklal’e çıkacaklar ve demek ki, sarhoş olacaklardı. Demek ki, sarhoş dudakları ve iğrenç salyalarıyla beraber birbirlerine sevgi sözleri söyleyeceklerdi. Adım atamadım, ses çıkaramadım, nefesim genzimde bir tuma sancısına dönüştü. Gidemedim ve kalamadım. Galata’nın gölgesi üzerime düşüyordu ve ben düş kırıklarının ve iğrenç kehanetlerin altında eziliyordum.
Bir ritüel gibi özledim onu. Bir dağ gibi, bir sancı gibi, bir kesik gibi vahşice özledim. Her şeyi yapabilirdim, anlıyor musunuz? Her şeyi!
Günlerimin cinnet dolu halleri sürerken, güneşe bakıyordum, yeşil güneşe, ve onu özlüyordum. Denize yakın biçimsiz bir kayanın üzerinde oturuyordum. Ben sakıncalı bir duanın peşindeyken, güneşin önünden bir bulut geçti, bulutun gölgesi üzerime düştü. Bir yanık kokusu, meçhul bir yangından bana doğru geldi. Ardından bulut gitti, yeşil güneş yeniden parlarken ben içimde hissettim. Yeteneğimi, Hira’da okumayı öğrenen peygamber gibi, öğrendim. Bilgi, ansızın zihnime düşüvermişti. Hep oradaymış gibi biliyordum onu.
Düşünmedim. Bilginin kendisini nasıl biliyor idiysem, ne yapmak istediğimi de biliyordum. Eve gittim ve yazmaya başladım.
Onu yazdım. Yazarken kalemin kağıtta yarattığı is izleri ve inanın çok sahici kıvılcımlar beni hiç korkutmadı. Böyle olacağını da zaten, bir şekilde, biliyordum. Onun pişmanlığını ve özlemini ve bana bakışlarını yazdım. Onu, beni sevdiğini söylediği cümlelerinde konuşturdum.
Yanındaki acuze varlığı da, korkunç acılarla çürürken, çığlık çığlığa, ızdırap ve haset içinde yazdım. Bunları yazarken kağıda düşen kan rengini ve ciğerlerime dolan leş kokusunu da hiç umursamadım. Biliyordum tüm bunları, ne yaptığımı biliyordum ve yazdım.
Ardından yağmuru yazdım ve sokakta gürleyen göğü dinledim. Başına yapışan ıslak ve kumral saçlarını ve yaşı yağmura bir olan yeşil gözleriyle kapımın önünde nasıl da çocukça durduğunu yazdım.
Zile uzanan parmaklarını anlatırken, yüzük parmağındaki yüzük beyazını hiç yazmadım. "ding dong" Hem orada, hem burada.
Şimdi bana bakıyor ve ben ona bakıyorum. Dudaklarımızda seni seviyorumlu cümleler hiç durmadan, yorulmadan, tükenmeden sevişiyor. Yine de eksik bir şey var. Tam anlayamıyorum. Bakışlarında seçimi olmayan bir kader bağı... Önemli değil. Mutluyum. O benim ve ben onunum.
YORUMLAR
mükemmel
bana yıllardan beri ilk defa bu kadar güzel bir hediye verildi
gelişin içimde kelebekleri özgür bıraktı
hoş geldin
adını mor dünya koyup masmavi ye boyayan şairem
çok tşk ederim
iyiki geldin bir gülüşe insan bu kadar mı muhtaç olur dedirttin bana
sempatik hatun dedim sana