- 522 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
El Kavgaları 13
El, ön ittifakın insanını hep kulum diyerek ezecekti. İnsan demeyi pek istemeyecekti. İnsanlar da kulluk yapma yarışında da birbirini ezecekti. İnsanlar sorgulanamayan El söylemleri içinde; El’e gösterilen ibadetleri içinde artırma, azaltma yapamazdılar. Çünkü El takdiri üzerine takdir, yapılamaz. Böyle denmesine rağmen nafile ibadette hiç kimseye zarar gelmez diye ibadete (kulluğa) nafile zammı yaparlardı. Böylece El iradesi değiştirilirdi ama bu kulluk yarışı içinde olan kimin umurundaydı ki.
İnancılar isterlerse beş vakitle ritüeli, 40 rekât üzerine; beş yüz rekâtlı bir ibadete çevirip, nafile ibadet olmakla yapardı. Takdir üstüne takdir olmaz deyip te nafile ibadet yaptırmada hiçbir beis yoktu! Nafile olan ibadet takdir üzerine takdir sayılmazdı(!) Nafile ibadet içinde yarışan kişilerin ibadetleriyle birbirini ezmelerinde hiç bir sakınca görülmüyordu. Ne de olsa nafile ibadet te kulluk gösterisiydi. Kulluk gösterisi de sistem içinde istenen bir kölelikti.
El mantıklı yapı içindeki insan yeni kişiliğiyle; karşısındaki kişinin kendisi gibi (El gibi mal mülk iyeliğle) olmasına tahammül edemiyordu. El gibi oluş demek, özel mal mülk sahibi takdirle olan El gibi oluştu. İkinci bir bakış açısından El kavgalarına bakılınca da; El kavgaları içinde olanlar, özel mal-mülk edinici gayretler içinde olanlardı. Emeğe ve emek gücüne sahip çıkmak isteyen eylemlerin başını; daha yılan küçük iken ezmek isteyenlerdi. El kavgalı mantık “komşuda pişer komşuya düşer” mantığını üretmişti.
El’in mal mülk sahipliğini kabul etmekle buna böyledir demeyi iman edenler; El’in mal mülk sahipliği içinde ümit kesmiyorlardı. El’in mülkünden; El sahipliği içinde olanlardan, vaatçe beklentisi olan kimi biat içindeki melekler uyandı. Uyanan şeytan melekler emeğe, çalışmaya, alın terine sahip çıkmağa başladı.
Yani Güneş altında çalışmaya; kırbaca; açlık-susuzlukla talim olan inancı (deklarasyona) ve bu inancı iman gereği itilip kakılan horlanma içinde olucu sözleşmeye kimi melekler karşı çıkıyorlardı. Hele de çalışma karşılığı doymalarına; velinimet, rızk verme denmesine daha bir içerliyorlardı.
El işine gelmediği yerde çok unutkandı! Mal, mülk sahipliğini kendi verdiğini söylüyordu. Ama kişinin kendi emeği de, kişinin kendi sahipliği içinde olduğunu bilmezden geliyordu. Emek sahibi olunmasını da her şeyi takdir ettiği gibi kendisinin takdir ettiğini bilmezden geliyordu. Bunun için emek karşılığı doymasına da lütuf, ihsan, rızk verme veli nimet olma oluşla anıp; böylece emek bilincini sıfırlıyordu.
Kısaca mülk sahipliğine karşı; emek, çaba, çalışma sahipliğinin mücadelesi başlamıştı. Mülk sahipliğine karşı; “balık verme balık tutmayı öğret” gibi emek sahipliği mücadelesinin kendilerine özgü edebiyat ve anlatım dilleri gelişmeye başlamıştı.
Bu arada bu tür anlatım dili gelişmeleri içinde ortaya konan sosyal mantıklı edebiyat dili içinde ki kimi kavram sözcüklerle; söz gelimi lütufla, ihsanla, himmet ve acıma türü birçok söylemlerle emek sahibi olmanın bilinci mi kırılıyordu? Tagutlara "sus payı" verilmekle, başkasının emeği üzerindeki saltanatla devletlû mu olunuyordu? Diye düşünmemek te olası değildi.
El, kölelerin varlığı yetmiyormuş gibi El olma iddiasında bulunan tagutlara çok kızıyordu. Ne de olsa kölelerin tagutluk iddiası yoktu. Kaderlerine razı olmanın içindeki köleler, "bizi de gör" diye El vaadine sesleniyorlardı. Sürekli El’e kendi vaadini hatırlatan dualarıyla, biraz daha iyi yaşam; diyorlardı köleler!
Çünkü El onlara; "çokça dua edin ki, ben de size icabet edeyim" diyordu! Diyordu da, ilk mal takdirini yaparken kimse ona dua etmemişken, neden icabet etmişti! Kendilikten mal mülk vermişti. Şimdi ne oldu dua edin, icabet edeyim diyordu!
Mülkü bir kez keyfine göre dağıtıp; kişileri zengin fakir kıldıktan sonra sanki El’in gözü körmüştü. Sanki El durumu görmek istemez, durumu bilmek istemez gibiydi. El olup bitene gözünü yummuşla; bana dua da dua edin diyordu. Ölmek kaçınılmaz olduğu halde “ölmeyim” diye dua edin diyordu. Yumuşak karını iyi biliyordu El kafasını geri arkaya çevirmiş gibidir ki tam bu nedenle kullar; "Bizi de gör" diye dua edip vaat’ten umuyorlardı.
İlk El’den sistemin fikir babası ve inşacısı oluşla El olanlar; kendi mülkü üzerinde, kendisine karşı, ikinci bir El olma iddiasında bulunanlarla da karşı karşıyaydı. Her şeyi dağıtmaya gücü yeterken; takdirde bulunurken El, kimseye ihtiyaç duymuyordu. İlk kez de kendisine karşı El olma iddiasında bulunanlara karşı savaşta El, kullarında kendisinde yana yardım isteğinde bulunacaktı. El’in mülk sahipliğine inanıp ta El’in kendi mülkünden vereceği vaatlere iyice bağlı olan iman edenlerini El kendi yanında, kendisine yardıma çağırıyordu! Bu hayli şaşılacak bir durumdu.
El’e karşı, El olma iddiasında bulunanlar da; "bizi de gör", diye dua eden kullara karşı; "El’iniz sizi görmez. Çünkü El’iniz başını öteki tarafa dönmüş" diye alay edip süreci tartışıyorlardı. Aynı mantığı Awram da kullanacaktı. Güya panteondaki 360 putu kırıp; baltayı büyük El’in omuzuna asan Awram; “El olan putlarımızı kim kırdı?” diyenlere karşı da; “büyük olan, omzunda balta asılı olan put El’iniz olanları kırmış olmalı” diye cevabını verecekti!
“Bizi de gör” diyen kişiler, El vaadi içinde hem umut var ediyordular. Hem El’in ilk takdirini bozup değiştirmesini istiyorlardı! Hem de El gibi karnı doyup; mülk sahibi olamamakla birlikte kendilerini El’e eş tutuyorlardı. Aslında tüm bunlar bozuk sürecin kendi iç çelişmeleriydi.
Sistem kendisini bu iç çelişmelere göre anlam ediyordu. Eğer zalim olmak gerekiyorsa; El gibi olmak isteyen tagut gibi zalimlere karşı verdiği savaşta El, “en zalim” olan oluyordu. Yok, eğer El mülk vermeyerek aç sefil koyduklarına yardım, merhamet gerekiyorsa; yine sistemin işleyişine göre El, en acıması; en merhametlisi olan El’di.
Tagutu da, fakiri de kendisi üretmişti. Böylece tagut karşısında zalimliğini ve fakirlik karşısında da merhameti olmasını söyleyen de kendisiydi. Oysa bir biçimde oluş devinmesine yol verdiğiniz an; bir süre sora o oluş sizin takdiriniz olmaktan çıkıyordu. Çünkü oluş sizin dışınızda olmakla ve sizin kendi bilincinizden bağımsız olan yasalarla yol alıyordu. İlk takdiri yaparken fakire mal mülk vermemekle merhameti takdir etmemişken; bir de bakmışsınız ki kutsanışla merhametli oluyordunuz.
Üstelik te El bunu merhametlilerin en merhametlisi diye söylüyordu. Çünkü El de bu aşama itibarıyla yeryüzünün El’i olma hevesi ortaya çıkmıştı. Merhametlilerin merhametlisi olma söylemi âlemdeki diğer El’ler üzerinde El olma hevesi yanında ideolojik öğretili olmanın da iddiasıydı. Yeryüzü El’i olma gibi bir iddiasının olmadığı dönem içinde El kendisine merhametlilerin merhametlisi demiyordu.
Çünkü iradem dediği mutlak bay erki olan tekil monarklı süreç içinde başka El yoktu da ondan. Zulmü de merhameti de o tekil alan içineydi. Oysa El’in lugal El olma aşamasında ve Lugal El Lugal olan El’in imparatorluk aşamasında egemence olan El; diğer Ellerle muhataptı. Diğer El’leri kendi hükmü altına mesajla (ulak göndererek) çağırdığında diğer Eller bu çağrıya isteyerek ya da istemeyerek geliyorlardı.
İsteyerek gelenler, sentez içinde saygı görüp isimleri davet yapan El’in isminden sonra anılıyordu. Merhametlilerin en merhametlisi” söylemli bu anılma içinde diğer Eller de merhametli Eller olduğu söyleniyordu. Onların da varlığı kabul ediliyordu. Onların varlığı da bu tarz söylemler içinde olmakla çıkarılıyordu.
Baş El isteyerek sentez içinde gelen Ellerin zikredilmesinde pek bir beis (sakınca) görmüyordu. Sadece herkes kendi iman ahdi yaptığı sosyal kültürlü El’ini bilsindi. Bu bilinç El’e yetiyordu. Bu ideoloji birçok El toprağı içerecek imparatorluk ideolojisine de pek uygundu.
İmparatorluk aşamasında pek uygun olan başka ellerin varlığı ilkesi, imparatorluk oligarşisi içinde mutlak bir hiyerarşiyi öngörecekti. Çünkü başka Ellerin varlığı söylemi sistemi yönetirken üreten el olmamakla; kolektif akıl gibi davranır değil keyfine göre irade söyleyen mantık olmakla curcunaydı. Bu öngörü içinde diğer Eller, asli kurumsa bir görevle; yardımcı El olmaya başladılar. Bu baş elin mutlak El olup irademdir demesiydi.
Baş El, tek takdir eden El’in vekili olmakla sorumluluktan sıyrılıyordu. Çünkü yaptığı hata ve yanlışlıklar vekili olduğu El’in yaptığı hata ve yanlışlıklar olup olmamakla değerlendirileceği için; Baş El olan kral sorumsuzdu. Bu nedenle padişah ta, yardımcı Elden birini; “vekili mutlak ” olmakla seçebiliyordu.
İlk El kendisini ortama ihale ederken olacak olanlar hakkında bir şeyi bilmiyordu. Yineleyen süreçler tersine dönerdi. Bir dalga leğeni içinde olan suda bir merkeze göre oluşturulan dalga; dalga leğenine çarparak geri döner. Yani dalga leğeni içinde git olan su dalgası, dalga leğeni sınırına çarpıp gerisin geri dönen ters dalgayla; gel oluyordu.
Kırşehir merkezli bir hareket, Ankara’ya geldikten sonra tersine bir geri hareketle gel veya dön eylemi oluyordu. Bir merkeze bağlı (El’e bağlı) osilasyon olan salınımlar da; kendisini dalga olmakla besleyen, kendi salınımını tekrarlayan bir geri merkeziyle zorunlu olarak iletime içinde olurdu. Geri bağlanım yapardı. Yani referans değerlerine geri gelirdi. Sınırına varan dalga, geriye doğru yansırdı. Merkezden çevreye git olan devim: sınırında geriye doğru gel hareketine dönüşürdü. Gel hareketi demek sürecin başlangıç koşullarıyla dengede ve kararlı olmak istemesi demekti.
Gel hareketi geri bağlanım yasasıyla, geriye bağlılık ve geriyle iletimeydi. Geriyle iletime; geride bir merkez olan referans değerlerine göre sapmaları kontrol eden meşrulaşmaydı. Tersine eylem olan gel hareketi en kısa sürede cevap olmaya dönüşen bir gel eylemiydi. Yani git olan eylemin gerideki yangını duyup; yangına söndürme oluşla kendisinin yetişebileceği uzaklık; o çekim merkezinin kıyı sınırı oluyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.