- 916 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YİBO'DA HOROZ DÖVÜŞÜ
YİBO’DA HOROZ DÖĞÜŞÜ
Solhan Yatılı Bölge Okulu, altmışlı yıllarda Murat Nehri’nin ikiye böldüğü geniş bir alanda bulunan köy ve mezralardaki yüzlerce minik öğrenciye kapılarını açmıştı. Ancak, fiziksel koşullar başta olmak üzere pek çok alanda henüz organize olamamış bu okulda mini minnacık öğrenciler, mevcut kötü koşullarla mücadele ederek hayata tutunmaya çalışırken, öğretmen ve idareciler bambaşka bir havadaydı. Onlar, okulun oldukça elverişli bir köşesine inşa edilmiş tek katlı şirin lojmanlarda keyif sürüyorlardı. O mütevazı ancak şirin binalara yaklaşmak bizim için yasaklar listesinin en tepesiydi. Uzaktan bakmakla yetiniyorduk sadece.
Rengârenk açmış çiçekler arasındaki villa benzeri tek katlı evlerin yan taraflarında küçük kümeslere girip çıkan tavuklar bize köyümüzü hatırlatırdı. Orayı sık aralıklarla dikizlememiz bu yüzdendi.
Okul Müdürümüz Necmi Bey, tam bir horoz dövüşü meraklısıydı. Siyah horozu şampiyonluğunu ilan etmişti lojmanlar mahallesinde. Her kim horozuna güvenip rakip olmaya kalkışmışsa başı önde oradan ayrılmıştır. Rakip horozlar ilk gaga darbesini alır almaz sahiplerini mahcup etmiştir hep. Bunu gördüğümüzden değil, öğretmenler arasındaki konuşmalardan öğreniyorduk.
Köy Enstitüsü mezunu Turgut Poyraz isimli öğretmenimiz de aynı hobiye sahipti. Ancak onun şansı yaver gitmemiş, müdürün horozu ile başa çıkacak bir horoz bulamamıştı. Elindeki mevcut horozu müdürün horozuna yeniliyordu her karşılaşmasında. Duruma içerlenen Turgut Bey, sürekli bir arayış içindeydi. Ne yapıp ne edip iyi dövüşecek bir horoz bulacaktı, bunun için her yola başvurmakta kararlıydı.
Okuldaki ilk günümden itibaren okul ile ilişkilerini oldukça sıkılaştırmıştı babam. Neredeyse her hafta geliyor, kimi gelişlerinde de okulun misafirhanesinde konuk ediliyordu. Hem Okul Müdürü Necmi Bey, hem de sınıf öğretmenimle sıkı bir dostluk kurmayı başarabilmişti. Dördüncü sınıfa devam ettiğim yılda sınıf öğretmenimiz olan Turgut Bey’i de bu kervana katmak onun için zor olmamıştı. Turgut Bey’in horoz dövüşüne olan merakını fırsat bilen babam, sınıf öğretmenime bir iyilik yapmak istemiş ve ona: “Benim çok iyi dövüşen bir horozum var, ilk gelişimde sana getiririm” demişti.
Bunu duyan Turgut Bey babamın okula tekrar gelişini beklemiş, ama nasıl olmuşsa babamın o dönem okula gelişi gecikmeye uğramıştı. Ancak, Turgut Bey, sabırsız mı sabırsızdı. Kendisini bir türlü dizginleyemiyordu. Bana her bakışında babamın kendisine vereceği horozu hatırlıyor, içi içini yiyordu. Kendini tutamayan Turgut Öğretmen, babamın ne zaman geleceğini soruyorsa da telefon da dahil hiçbir iletişimin olmadığı o dönemde benden de sağlıklı bir cevap alamıyordu doğal olarak.
Sonunda sabırsızlığına yenilerek horozu getirtmeye karar vermişti. Karar vermek kolay da kararı uygulamaya koymada ciddi bir sorun vardı. Kalkıp gitse yol, iz bilmezdi. Telefon, telgraf, mektup gibi haberleşme araçlarının hiç biri kullanılamıyordu bizim mezramızda. Geriye tek bir yol kalıyordu. O da benim bu iş için görevlendirilmemdi. Aynen öyle yapmıştı Turgut Öğretmen. İlkokul dördüncü sınıfa devam eden bir çocuğun bırakın otuz kilo metre uzaktaki köye gitmesini, çarşı merkezine gitmesi bile ciddi manada riskliydi. Ama ne yapıp ne edip göndermenin bir yolunu bulmalıydı beni. Önce bir soruyla beni sınamıştı. Annesini, kardeşlerini, akrabalarını, köyünü aylardır görmeyen bir çocuktan başka bir cevap beklenir mi? Hemen yapıştırıvermiştim cevabımı: “Hazırım gitmek için, öğretmenim.” Bu kez de köyümüzde başka birisinin sınıfımızda olup olmadığını sormuştu. O sorusuna da anında cevap almıştı. Ali Rıza Uğur isimli bir arkadaştı gönüllü olan. Ancak Ali Rıza bizim köyden değildi. Ailesi kısa bir süre için Karan Düzlüğüne yerleşmişti. Bir nevi yayladaydılar. Fakat esas sorun Karan’ın bizim köyden bir saatlik bir yaya yolu uzakta olmasıydı. Yalnızca uzak olsa ne ala. Oradan köyümüze gidebilmek için bir kaç dere, tepe, dağ, uçurum geçmek gerekiyordu. Ama bu güçlüklerin hiç birisin düşünecek durumda değildim. Öyle ya; köyüme gidecektim, anama kavuşarak hasret giderecektim. O çetin yolda karşılaşacağım güçlükler vız gelirdi bana. Arkadaşım Ali Rıza da öyle düşünmüş olacak ki, öğretmenimizin kararının değişebileceği endişesiyle köylerimizin uzaklığından hiç söz etmemişti.
Beklediğimiz gün gelmiş ve iki kafadar yola koyulmuştuk. Fakat öğretmenimiz, yarın dönmemiz gerektiği hususunu bize hatırlatma dışında hiçbir telkin ya da tavsiyede bulunmamıştı. Hatta yol paramızın olup olmadığını bile düşünmemişti. Sabırsızlıkla beklediğimiz yolculuğumuz, bir kamyonun kasasında başlamıştı. Yarım saati aşan bir yolculuktan sonra Karan Düzlüğündeydik. İner inmez istikametimiz Ali Rıza’ların Çardağı olmuştu. Geçici bir süreliğine yapılan o tür çardaklar, etrafının kuru ve ince kavak dallarıyla çevrilmesi ve üstünün ise meşe ağaçlarının dal ve yapraklarıyla örtülmesinden oluşan ilkel gölgeliklerdi. Sert esen bahar rüzgârlarının etkisiyle yüzü ve teni kararan Ali Rıza’nın Annesi yememiz için önümüze koyduğu yoğurt, ekmek ve kaymaktan oluşan yemeğimizi büyük bir iştahla midemize indirdikten sonra benim ikinci ve zor olan yolculuğum başlıyordu. Bana: “ yalnız gidebilirsin, değil mi” diye sordukları soruya hiç tereddüt etmeden “evet” cevabını vermiştim. Eeee! Yiğit bir delikanlıya yakışacak cevap böyle olmalıydı.
Elime bir küçük değnek alıp koyulmuştum yoluma. Köyümüze giden o uzunca yolda iki büyük dere geçiyordu. Gür ormanları aşarak yürümek gerekiyordu. Çocuk aklı işte, yolda beni türlü türlü canavarların beklediğini, kurtların, ayıların beni parçalayarak yemeği beklediğini hayal ederek yürüyüşümü sürdürüyordum. Yola devam ederken, büyüklerimizin bilmem hangi tarihte birisinin meşe ormanlarının içinden yürürken domuzlar tarafından, bir başkasının ise ayılar tarafından parçalanarak öldürüldüklerini anlattıkları aklıma geliyordu; o zaman da, yüreğim güm güm atıyor, adımlarım yavaşlıyordu. Küçük yaşlarımda dinlediğim bu denli doğru ya da yanlış hikâyeler, şimdi aklımdan bir film şeridi gibi geçiyor ve beni korkutuyordu. İşte o zaman bu yolculuğa yalnız başıma çıkmaktan pişmanlık duyuyordum.
Yiğit bir delikanlı olan bendenizin gözüne takılan kara taşlar uzaktan canavar gibi gözükür olmuştu. Korkuyu yenmek için avazım çıktığı kadar yüksek sesle bildiğim türkülerimi dinletmeye başlamıştım dağlara, kayalara derelere. Derelerin su sesine karışıyordu türkülerim. Havada uçuşan kuşların bana eşlik etmesiyle cesaretimi topluyor, o yolculukta yalnız olmadığımı düşünüyordum.
Yolun üçte birini geride bırakıp Köy Muhtarımızın yaylasından geçerken ilk tehlikeyi atlatmıştım. Dört beş haneli o küçük yaylalıktaki birkaç iri çoban köpeği hücuma geçmişlerdi bana doğru. Allahtan ki, oradaki kadınlar köpekleri geri çağırmış ve ben de parçalanmaktan kurtularak meşakkatli yolculuğuma devam edebilmiştim. Tehlikenin birini savuşturuyor, diğeriyle yüz yüze kalıyordum bu macera dolu yolculuğumda. Bu defa da bahar aylarında coşan iki dereden ilkini geçecektim. İlk dereden fazla zorlanmadan geçebilmiştim. Derenin üzerine muntazam şekilde konan kuru ağaç dallarını biraz dikkatli geçmek yeterli olmuştu. Buna şükür demiştim, ama geçmeyi başardığım dere ile ikinci derenin arasındaki yol oldukça ormanlık ve tenhaydı. O ürkütücü yolu korkmadan geçmek, benim yaşımdaki bir çocuk için çok da kolay olmayacaktı. Yine kahramanlık türküleri imdadıma yetişmişti.
Nihayet ikinci dereye ulaşmıştım. Bu dere köyümüze yakın bir mevkideydi, ancak suyu oldukça boldu. Gürül gürül akıyordu o mevsimde. İlk deredeki gibi üzerinden yürüyerek geçmek için ağaç dallarını koyan olmamıştı. Derenin dar bir kesiminde bazı taşlara basarak atlamak ve o şekilde karşı tarafa geçmekten başka çare yoktu. Murat Nehrinde kazandığım yüzme becerime güveniyordum. Kayarak suya düşsem de boğulma tehlikesi yoktu benim için. Sadece üstüm başım ıslanacaktı. Dere boyunu biraz gezinince atlamaya uygun olan dar bir yer bulmuş ve yaydan çıkan bir ok gibi fırlatmıştım kendimi. Ancak derenin karşı tarafına bir ayağımı bastırabilmiş, ikinci ayağım su içinde kalmıştı. O esnada ilk ayağıma da hâkim olamamış o ayağım da ıslanmıştı. Fakat ellerimi de kullanarak yalnızca belime kadar ıslanma pahasına da olsa bu dereyi de geçebilmiştim.
Artık dereleri, ormanlıklardan geçen kuytu yolları, uçurumları geçmeyi başarmış, çoban köpeklerini de atlatmıştım. Bundan sonrası köyümüzün hudutlarıydı. Artık gezdiğim, oyunlar oynadığım, oğlak güttüğüm yerlerdeydim. Her karışında acı ve tatlı anılarım vardı. Şimdi hasret gidere gidere bu yolculuğa devam ediyordum. Köyümüzün her elli metresinde mola veriyor, taşını, toprağını, çimenlerini, çiçeklerini, ağaçlarını, derelerini, tepelerini seyrediyor; yolculuğumun bu kısmının keyfini çıkarıyordum.
Meşakkatli bir yolculuktan sonra evimizdeydim. Anama kavuşmuştum; kardeşlerimi sevmiştim. Köyümde geçireceğim bir günlük kısa tatilin tadını çıkarıyordum. Çevrede dolaşan danaları, oğlak ve keçileri, köpek ve kedilerin cümlesini sevmek, kucaklamak büyük haz veriyordu bana.
Ertesi gün kısa tatilim bitmiş ve okula dönmüştüm, ama bu kez yolculuğumda korku ve endişeden eser yoktu. Bana babam refakat etmişti. Yaşadığım korkular benim için bir sırdı. Babam dahil kimseyle paylaşmamıştım. Herkes beni korkusuz bir yiğit olarak bilmeliydi.
Çil horozu da unutmamıştık tabi ki, bu seyahatimin sebebiydi çil horoz; onu unutmak ne mümkün. Ertesi gün çalan okul ziliyle birlikte sınıfa gelen Turgut Öğretmen yine sinirli, yine mutsuzdu. Anlaşılan bizim horoz da yenilmişti. Nemci Beyin horozunu şampiyonluk kürsüsünden biz de indirememiştik. Onca sıkıntı ve stresi boşuna yaşamıştım anlaşılan.