- 629 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Mucize Hediye Eder Gibi
Oysa hiç de öyle aman aman bir mutsuzluk yoktu yüzünde. Hatta düpedüz gülümsüyordu bile. Ama işte bir şeyler yine de ele veriyordu eve gittiğinde o tebessümün çoktan uçup gideceğini... Ve onunla birlikte az da olsa içinde peyda olan bu iyimserlik halinin de tabii... Çünkü birbirine uymayan şeyler vardı. Birtürlü birleşemeyen; birleşemeyecek kadar birbirine aykırı, bağımsız parçalar...
Genç ve güzel bir kadının yüzünde hiç de böyle eğreti kaçmazdı oysa püfür püfür rüzgarlar estiren geniş bir gülümseme... Daha doğrusu kaçmamalıydı. Ama o söz konusu olduğunda bu genel geçer kural geçerliliğini yitiriyor, gülümseme ve o genç kadının yüzü en olmayacak ikili haline geliveriyorlardı.
Kadın yanındakilerle konuşuyordu sözüm ona. Giysisiyle, tavırlarıyla masadakilerden herhangi biri olmayı başarıyordu bir nebze de olsa. Hatta çok fazla dikkat edilmediğinde diğerlerindeki sahici neşe onda da var gibi görünebilirdi. Ama bu ‘gibi’ çok fazla görünür oluyordu bazen. Çünkü diğerlerinden çok farklı olarak söz konusu o neşeyi sürekli bir devinim halinde saçıp durmuyordu o. Biraz uzunca bir süre onu ifade etmek için çaba gösterse hemen yoruluyor, biraz da olsa durup nefes almak için büyük bir ihtiyaç duyuyordu.
Bu içine çekilme dönemlerinde zoraki de olsa tebessüm edemeyecek kadar takati kesilmiş, “nerden geldim ben buraya” diyen bakışlarla dinlenmesi için gereken sürenin geçmesini bekliyor, o mutlu kadın maskesini yüzüne geçirmek için yeterli gücü toplamaya çalışıyordu.
Oysa ne kadar da güzeldi! Onun yerindeki çoğu kadın için bu bile yeterdi mutlu gülücükler saçmaya. Ama beğenilmenin lezzetini çoktan tüketmiş birinin duruşu vardı onda sanki. Keşke birazcık da olsa kuşku duysaydı güzelliğinden. İnsanların gözlerinde kendini görebilmek için çırpınıp dursa, ilk gençlik dönemlerindeki gibi beklediği ifadeyle karşılaştığında içi içine sığmasaydı yine. O zaman çoktan okunup bitmiş bir kitap gibi hissetmezdi kendini böyle. “Başka sayfalar da var” diyebilir, yorgun gözlerine ‘kendini inşa etme süreci’ni henüz tamamlamamış toy bir genç kızın taptaze bakışlarını geri getirebilirdi.
Nasıl bir yaşantısı vardı kimbilir? Sol elindeki yüzük evli bir kadın olduğunu haykırsa da yalnız bir kadın olmaktan onu kurtaramayacak kadar eğreti duruyordu orda, tıpkı yüzündeki uçtu uçacak o tebessüm gibi. Peki eğreti olmayan, onunla bütünleşen şeyler de var mıydı? Mesela bilekliği ona en benzeyen parçalarından biri olabilir miydi? Sokaklarda satılan; basit, incikli boncuklu şu bilekliklerden birinin böyle nezih bir ortamda arkadaşlarıyla kahve içip sohbet eden zarif bir kadının bileğinde ne işi vardı kimbilir? Aslında bunun çok basit bir açıklaması vardı. Kendisi de gencecik bir kızken cep harçlığı olsun diye onlardan yapıp az satmamıştı sokaklarda! Onları sergilediği tezgaha yanaşanlara gülümsemiş, büyük bir gururla eserleriyle ilgili açıklamalarda bulunmuştu.
O zaman şimdi bulunduğu yere varan yolun neresindeydi? Buraya varmadan önce bir noktada bir yol ayrımı olmalıydı mutlaka. Çünkü dümdüz bir yolun değişik iki noktasında olamayacak kadar birbirine aykırı, uyuşmayan iki var olma haliydi o zamankiyle şu andaki. Kaç tane yol çıkmıştı önüne bir anda? Şimdi bulunduğu yere gelmesini sağlayan dışında kaç seçenek vardı?
O mahçup gülüşlü genç geldi aklına birden. Bileğindeki bu bileklik onunla arasında kurduğu bir köprü gibiydi. Ona her baktığında o köprüden geçiyor, utangaç bir gülüşte yansımasını bulan bir dünyada koşturup durmaya başlıyordu yine. Yerde gezinen güvercinleri incitmemeye dikkat ederek bilekliklerini sattığı tezgahın onlarcasıyla dolu o yerlerden geçip banklarda, duvarlarda oturmuş, o bileklikler ve güvercinler kadar sahici ve gösterişten uzak bir var oluş halinin keyfini çıkaran insanların arasından süzülürken gerçek bir tebessümü yerleştirebiliyordu yüzüne. Bir tebessümde ifadesini bulan bir hayat sürüyordu yani.
Bir kafeye girip iki çay ısmarlayacak paraları olmazdı bazen. O genci gülüşünden utanacak hale getiren bir mahzunluk kara bulut misali üzerlerine çöreklenir, kafelerden gelen kahkahalar eşliğinde yakınlarda bir yere ilişiverirlerdi. Çay olmadan olmazmış gibi oralardan geçen çaycıya seslenir, kahkahaların sahiplerinden çok da uzağa düşmediklerini göstermek istercesine yudumlamaya başlarlardı çaylarını büyük bir keyifle. Zaten isteseler de uzaklaşamazlardı ki! Böyle yerlerde peyda olan o tılsım kafeymiş, sokakmış ayrım bırakmıyor, bulutsu bir perdeyle ayrı bir yere koyuyordu orada var olan her şeyi. Sınırın içinde kalan herkes aynı ailenin fertleri gibiydi.
Şimdi düşünüyordu da; aslında bulunduğu yerden çok yanında var olan o gencin yarattığı bir tılsımdı belki de bu. Başka başka yerlerde de bulunmuştu onunla. Güvercinlerin yerde ürkmeden gezineceği kadar dost insanların olmadığı yerler... Gökyüzünün çok uzaklarda kaldığı... Sonra o elini tutmuştu birden. Her şey yeniden gülümsemeye başlamıştı.
İşte şimdi eksik olan da buydu zaten. O ılık dokunuş ve onunla birlikte aniden çözülmeye başlayan buzullar... Artık kimse öyle, bir mucize hediye eder gibi dokunmuyordu ona... Bir şey gülümsemiyorsa gülümsemiyordu artık. Hatta çok garipti ama gülümsese bile asık suratlı bir dünyanın parçası olmaktan kurtulamıyordu. Hayatında o mahçup gülüşlü gencin yarattığı tılsımın tam aksi yönde etki gösteren başka bir tılsım hüküm sürüyordu artık sanki.
Artık elini tutan başka biri vardı. Sol elindeki yüzüğe baktı. Başka bir köprüye yani... Ama bilekliğin götürdüğü gibi bir yere götürmüyordu bu köprü. Üzerinden geçip oraya gitmek hiç içinden gelmedi. Yeniden bilekliğe çevirdi gözlerini. Bir çırpıda kaşı tarafa geçti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.