uzun yollu kısa hayatım orta bölüm
Meral’mi ?
Polis Asker sevmezdi o.
Gerçi polis bende sevmem lakin asker gâzi’si olunca devlet’in her türlü resmi üniformasına bir parça sempati yapışıyordu sanki.
Asker’e ayrı bir sevgim var, belki yaralandığımda üzerimde aynı elbisenin olması, belki de asker tarafından göz altına alınıp sorgulanmamış veya askeri nezarethanelerde kalıp işkence görmemiş olmamın bunda etkisi olabilir..
Hâ biz yine Meral’e dönelim.
Hoş kızdı vesselam!
Esmerler den hoşlanmam genel de, lâkin onun iç gıdıklayan ses tonu, dış mıncıklayan şirin’liği yok mu, kar dokuya bürüyordu minyon bedenini.
Hele ki, her an o bulutlara sıçrayacakmış gibi pantomim yürüyüşler aah ah.. Sanırdın ceylan’lar sekmeyi ondan öğrendi.
Orijinali kıvırcıktı saçları ama düz saç, illa da düz saç nasıl da yakışırdı zilliye. Yakışan bir şey daha var lâkin onu yazamam çok gizli çok özel
Gözler var ya, hani yine ceylanlanların bakmak için ondan kopya çektikleri gözleri işte. Çok fazla güzel bakardı namussuzun.
Paylaştığı her konuyu tek kelimelik komutla bitirirdi, düşün ?!...
Kiraz’ları daha dün alkıştım ama hepsi çürüdüler, düşün. Öyle güzel yemek yaptım ki, o birşey beğenmeyen Sultan kardeşim bile üç tabak yedi düşün.
Şarjım dört saatte bitti düşün. Sırf çanta rengini beğenmedim diye arkadaşım Zeynep bana küstü düşün. Ayakkabı mağazada ayağıma uygundu, bugün vuruyor düşün.
Makyajım bozulmuş düşün. Pantolon dar düşün. Elbisem sündürülmüş düşün. Düşün. Düşün. Düşün!
Böyle bir durumla sürekli karşılaşınca, talimat almadan düşünmeye başlayamayan bir embesil olup olmadığını düşünebiliyordu insan sadece.
Sonrasın da kendi içimde ona baktıkça harekete geçen haz dürtümün, bedenimde kimyasal bir kap’a dökülmesiyle kendi iç komutumu verirdim. Mümkün olan en kısa süreçte yatağa nasıl girebiliriz, düşün?...
Sert bir muhalefet ile de karşılaştığım söylenemezdi, zirâ başım ağrıyor diye serzenen kadın sevmem bu konuda hassasım!
Çok renkli ve kapsamlı iltifat türlerinden oluşturduğum kokteyli, sihirli kelimelerim eşliğinde bir çırpıda hazırlayıp içirmem mest ederdi onu. Sonrasında her dişi de var olan gerekli bir gereksizlik huyu naz ve iki parça direnmeyi yıkıp geçerdim.
Doğası gereği övüldükçe şahlanan gururunu, hiç de belli belli etmek istemiyor, fakat yüz ifadelerini denetleyemeyip, çehresi canlı ve sürekli değişen bir Mona Lisa tablosu sunuyordu.
Kendine olan hayranlığının öyküsünün dudaklarımdan dökülüşüne bakamıyor, gözlerinin birbirinden bağımsız hareketleri kontrolsüzce işlerken, bakışlarındaki o hedef eksikliği körlerde bile yoktu. Usta bir sanatçı marifetiyle çizdiğim bu harika resimde, iki elin parmaklarını geçmeyen en sevimli kadın hallerinden biri benim şah eserim olarak karşımda duruyordu. Hangi ilaçlı gazoz bu etkiyi yapabilirdi..
En sevdiğim huyu, son derece hoşuma gidebilecek planları o an bana teklifte bulunmasıydı. Vaay be, neden bu benim aklıma gelmemişti diye düşünce şaşkınlığımı, o sanki isteksizmişim gibi algılayıp her defasında beni iknaya çalışıp;
Hayatım bir daha sefere sen ne dersen onu yaparız, bu defa benim dediğim olsun, nolur noolur demiyor muydu, oy oy oy. Ye de yanında yat veya yatma o bana kalmış.
Alkol ile de arası iyiydi, bir yetmişlik boyu vardı ancak başına oturdu ise kendi kadar içerdi. Artık ben çift görmeye başladığımda onun tek gördüğü yeniden doldurulması gereken kadehlerdi. Beni yıldırmak için özellikle mi yapıyor acaba diye kendimi zorladığım zamanlar çok olmuştur, ama yok kesinlikle benden iyi içerdi. Hatta ben yenilgiyi kabul ederek sızıp kaldığımın sabahında onun öteki şişeden devam etmişliğine şahit olurdum. O kadar alkolü neresine sığdırıyor hayret ederdim.
Militan bir ruha sahipti, tüm muhalif örgütlerin hatta içinde yarı terörü barındıran oluşumların kadrolu sempatizanıydı.
Nerede izinsiz bir gösteri varsa izinli olarak muhakkak oradaydı. Eğer bir yerde eylem var da kendisi duyup gidememiş ise, sanki bir kıyamet kopmuş herkes tek güvenli bölge olan eylem alanına kaçmış kurtulmuş ta bizimki habersiz kalmış gibi bir panik yaşar, herkesi bu telaşa ortak etmeye çabalardı.
Parçalanmış ta olsa milli duygulara sahip biri ve bir asker gazi’si olarak. Onunla sevişirken yirmi yaşımdan yirmi dokuz yaşıma kadar yaşamın ve yaşamanın en güzel çağlarını koltuk değneği ile naçar geçirmeme sebep olan, tüm teröristleri beceriyormuş hissine kapılır hırslı ve kudurgan bir haz alırdım.
Onun bu kendi içsel fantazimden haberi yoktu, hatta memnundu diyebilirim. Sizin gibi faşistler zaten bizi her mana da sikmiyor mu, böylesi daha iyi, en azından zevk alıyorum lan derdi.
Standart ten temaslarından çok zengin fantaziler üretebilme yeteneğim olduğu muhakkak, bedensel hazlara da bir hayli düşkün olduğumu kabul ediyorum. İnsan için iyi değilmiş köle edici olduğunu söylemiş ünlü bir düşünür, benim kimseye sex için köle olduğum yok açıkçası, kaldıki yatakta kim köle kimin efendi olduğunun ne önemi var ?
Nefsimize yeniliyormuşuz iyi olmuyormuş, yahu kimsenin edepli ahlaklı kızına tacizde bulunmuyoruz ki. Hem iki taraf da bu yenilgiyi kabul ediyorsa üçüncü şahısa ne oluyor yani ?
Hadi nefsimize yenilmeyip bir mücadele ile onu biz yendik diyelim, abaza kalmak gibi bir zaferi ne napacamki ben ? Sürekli onun taciz ve taaruzları ile uğraşıp şişeceğime beni yenmesine zevkle müsaade ediyor -ki o ne güzel yenilgidir- en azından bir süre relax oluyorum. Neticede ikimizde aynı şeyi istediğimizden anlaşmamızda zor olmuyordu Meral ile bu hususta. Hayat sınırsız bir talep döngüsü, yaşam sınırlı arz da sunuyor herşeyi. Çok şey istiyoruz hayattan lakin yaşam bize çok az şey arz ediyor. O kadar çok istemden oluşmuşuz ki isteği bitmiyor isteklerimizin. Hiç bir şey istememenin de bir istek türü olduğunu hesap edersek gerisini ifade etmeye bile gerek yok sanırım. Nefs; o istiyor diyoruz herşey onun başının altından çıkıyor. Fakat ben içimize bizden bağımsız olarak yerleştirilmiş Nefs diye bir düşman olduğu düşüncesinde değilim. İnsanın sınırsız istem doymazlığının başka makama yüklenebilmesi için insanın kendi yaratıp uydurduğu ve aynı durumu yaşayan kişilerin hevesle sahiplenip kabul ettiği olmayan bir olgudur bence Nefs. Nefsime uydum derken bizden bağımsız uyulmuş olan bir mercii yok. Duygu ve hislerin olağan ilgisine, arzu ve haz dürtüsünün de sızmasıyla bu karışımın insan bedeninde kimyasal bir kap’a döküldüğü zaman, önüne geçemediğimiz varlıksal dürtüyü anlamak için ürolog olmaz gerekmez. Böyle bir kuşatma karşısında direnmenin insanı nasıl sıktığını her yaşayan kendi bilecektir elbet. Böyle bir hal karşısında tüm gardını indirip teslim olmaktan başka çaresi kalmıyor benim gibi kişilerin. Tabi ahlaksal değerlerin için direnmen gereken hususlarda var, o ayrı bir husus, zira seni sen yapan değerlerini korumak için dürtülerinle mücadele etmen gereken yerler de var elbette. Meral, o da aynı benim gibi düşünüyordu, çoğu konu da olduğu gibi bu felsefede de uyumluyduk. Gözleri kadar kocaman samimiyeti vardı onun, göğüsleri gibi dik ve güzel karakteri, ah onlar gibi tomurcuk ve tomurcukta olan her şey gibi gelecek için harikalar vadeden umudu vardı. Kalçaları kadar sıkı idealleri, kolları gibi zayıf ve narin duygusu, göbeği gibi dümdüz tavırları vardı. Hele ki kavuşmalarımızda uzaktan beni görünce koşarak gelip üzerime atlayışları sonrası sevinçten cıvıldayışları yokmuydu, insanın ruhunu şenlendirirdi. Bedenin her nota da ötebilen kuşlar tarafından sarıldı sanırdın..
Hiç aşık olmadım fakat iyi severim. Maalesef sevgimi göstermekte çok ileriye götürdüğüm bir çeşit engizisyon sansürüm vardır benim. Parçalanmış bir ailenin ferdi olup anne baba bilmemek, ve beni büyüten Büyükbaba ve Büyükanne’nin ise sevgilerini ayıp bir sır gibi saklayıp içinde tutan sakat bir geleneğin temsilcileri olması, ve hayatın olağan akışının çok dışında kalan yaşamımın travmaları her halimi örselemişti. Benimle ilerledikçe daha iyi gözlemleyeceğiniz üzere yaşadıklarım ruhumu bir başka çeşit şekillendirmişti.
Sevgiyi insan sevmeyi çocukluğundan beri ona aç kalmış olan biri olarak belki herkesten fazla biliyordum, fakat bunu göstermekte kendime uyguladığım o katı sansür ile hareket ediyordumn. Beni büyütenlerin hiç tasvip etmediğim huylarının bayrağını garip bir şekilde ben devralmıştım. Ama göstermeye sakındığım sevginin kapatamadığım frikiklerini görmek dahi katışıksız sevildiğine ikna ederdi sevdiğim kişileri. Duymazlardı ama anlarlardı bilirlerdi sevildiklerini. Ve Meral, gözlerime kilitlenip öylece bakar bakar, hiçbir şey söylemen lüzum yok tezahürat istemem sen yeter ki beni böyle hissettirdiğin gibi sev, çünkü benim daha da mühim bir işim var, seni sevmek derdi..
Tek sıkıntımız birbirimize doyamamaktı, zira o İzmir ben İstanbul da yaşıyordum. Gerçi aklıma esip gönlüme git damlası düşmesi özlemini fırtınaya çeviriyor beklenmedik bir anda yollarına düşüyordum. Ev’den sinema veya alışveriş için çıkıpta direksiyonu İzmir’e çevirdiğim çok olmuştur.
Özlem; nedir o ? gözünü kapadığında gördüğünü, açtığında görememenin zıt şaşkınlık halimi ?Tüm ruhun ile kucakladığına parmağının ucu ile değememe, burnuna dayanmış gülün kokusunu alamama, avucun ortasındaki varlığı tutamamanın çaresizliği ve acziyetimidir. Duygusal kopuşlar fiziki olanları kadar acı vermez insana, çünkü duygu biterse bıçak gibi keskin bir soyut nesne iki tarafı da birbirinden bütünüyle ayırıverir. Duygusal kopuşlarda hisler değişir, fiziki kopuşlarda şartlar. Özlemi ve onun hasret acısını oluşturan şey, manen iç içe geçmiş olduğunun madden uzağında olmasıdır. Hemen yanımızda olup sarıldığımızın hatta bedeni içinde olsakta duygusu dışında olduğumuz birinin, bizden uzakta olması özlem duygusunu oluşturması tam manasıyla olanaksızdır. Duygusal veyahut libidol bir özlemdir o, ve daha çok hayvanlara özgüdür. Duygu ve hislerimizle sarıp sarmaladığımızın gözden uzak olmasıdır bizi hasretle yakıp kavuran…
İşte tam bu noktada imdadıma İstanbul’da ki büyük aşkım, yani Safiye yetişiyordu..
Ah ne tatlıydı o, karbeyazı fildişi ten, arı peteğini andıran kocaman gözler, kırmızı kösnül dudaklar ki ah nasıl öpülesiydiler. Balık eti fiziğinden rahatsızdı, basen ve kalça kilolarını saklayabilmek için sürekli siyah giyer ve sıkı bir külotlu çorap kullanırdı. Ben vucüdum da bir el bombası ve dört mermi yarası iziyle oda içerisinde çırılçıplak oradan oraya gezerken, o yorgan altından muhakkak giyinerek çıkardı. Ben diz den altı tamamen morarmış ucube gibi gözüken bir bacak üzerine, yüzde yetmiş engelli bir bedeni yerleştirip ruhumu güçlükle de olsa buna alıştırmışken, o kolları ve basen bölgelerindeki küçük çatlakları belinin kalınlığını kendine zül yapardı. Kaldı ki ilişkiler organik bir vizyon aracılığı ile kurulmak istendiğinde, hangi beden olursa olsun boğuntulu hale gelmezmiydi. Her ikimizde de olağan insan formunun sınırlarının kaybolduğu noktalar vardı elbette, fakat bu algılamaya bağlı birbirimize karşı kaygıyı çoktan aşmış olmamız gerekirken, kadınsı takıntılardan bir türlü kendini kurtaramıyordu.
Oysa sevgi ve aşk sevgili de bütün kusurları başka hiç kimsede var olamayacak çok özel noktalar kılar.. O sebep ne hoşuma giderdi onun bıngıl bıngıl sallanan her biyeri.. Hazırladığım sihirli iksirim her kadın için geçerli etkiyi yapardı, kendine olan gizli hayranlığına yaptığım tezahüratlar hemen etkisini gösterir, doğa yasasının da katkısıyla kendimizi yatakta buluverirdik. Zira canlıların olumsuz tarafları birleşime engel teşkil etseydi kirpilerin veteriner eşliğinde çiftleşmesi gerekirdi öyle değilmi… işte tam bu aşamada Safiye’nin her zamanki direktifi duyulurdu: ışığı kaparmısın lütfen…
İnsan güzelliğini çok aşan, geceleyin gündüz aydınlığından yapılmış gibi bir ışık saçan yüzü vardı onun. Koca kafasına uygun geniş yanaklarının parıltısı güneşe kafa tutardı, ve güneşin bir süre sonra batışıyla Safiye’nin ışık saçan yanakları tüm gece zaferini kutlar gibiydi. Çok konuşurdu fakat onun güzelliğine bakmak sabır taşımı güçlendiriyordu.Güzele bakmaktan kazanmış olduğum sevaplar ölçüsünü kestiremesem de insan dinleme rekorlarını üst üste kırdığımı hissedebiliyordum. Tat almanın sırf dile mahsus olmadığını algılıyordum, yar sesinden kulağın aldığı lezzete, dil hiçbir lokma ile ulaşamaz gibi geliyordu…
Ben ilkokul, onun ise arkeoloji ve güzel sanatlar olmak üzere iki üniversite bitirmiş olması, ve başta Fransız kültürü olmak üzere diğer tüm dünya kültürüne medeniyetlerine olan hayranlığı, ayrıca kendini bu kültürlerle harmanlayarak davranışlarını belli bir cemiyet kültürü ile yoğurarak çok çağdaşlık hali. Aramızda ciddi fikir ve görüş çatışmaları doğurmuyor da değildi. Zira çağdaş eğitimin iki yüzlülüğünü almamış benim gibiler, pek sosyal durum ve ortam farkı gözetmeksizin duygularını dümdüz yansıttıkları için, kızmak darılmak tavır koymak, içi ne ise dışında da o olmaklık halim nazik cemiyete kaba düşüyordu..
O sebeple Safiye eşrafından herhangi bir davete icabet ettiğimiz zaman, beni denetleyip kontrol altında tutmaya dönük gizli çabası ve heran bir uygunsuz pot kırarım kaygısı gütmekten eğlenemezdi bile. Ben ise hep aynı davranışı sergileyen bir kalıptan çıkma davranış şekilleri karşısında o kalabalıkta sanki hep aynı insanla el sıkışıp hep aynı kişilerle aynı sohbeti yapıyorum dejavu’su yaşardım. Safiye’nin sonraki çene korkuşumu yoksa ortamın bir nebze de olsa beni asimile etmiş olmasındanmıdır bilmem, her nasıl olduğunu anlayamadan onlar gibi davranış formu içinde bulurdum kendimi.
İnsan ruhunun dışarıdan herhangi bir çerçeveye girmemiş en makyajsız halini sadece zır delilerde görebiliriz. İlerdie okuyucumun da kanaat getireceği üzere bende normal değilim, hatta deli olduğum iddiası öne sürseler memnuniyetle kabul ederim. Lakin o zır çizgisinin (henüz) ben tarafında durmam, herkes gibi zihnimin önüne her kelime ve her harekette dışarıya karşı duvar örme ameleliği sağlıyor, böylelikle kafa konforumu olabildiğince bozabilme imkanı buluyordum. Oysa zır delilerde bu yoktu onlar gerçekten kıskanılacak varlıklardı.. Tüm çabama rağmen eğer bu katışıksız taklit nezaketçilerin ortamına yakışmayan bir hareketim olmuşsa, Safiye’nin gözümün içine demir atmış gibi bakışlarla bakması ilk başbaşalığımızı kudurgan bir gayretle beklediği mesajını güçlü bir şekilde almama yeterde artardı bile. Ve ne zaman oradan ayrılırdık araca biner binmez başladığı söylemler eve kadar devam eder ve önlenemez şekilde tüm gece devam ederdi.
Çok sinirlendiğinde rutin bir alışkanlığı olan, rahmetli Ecevit gibi kontrolsüz göz kırpıştırma tikine çemkirmeleri de katılır, çene hızı göz kapaklarıyla yarışırdı. Bu durumda daha önce bahsini ettiğim görüşün tersi işlemeye başlar, böylesi dırdırdan kulağın duyduğu acıyı hiçbir biber türü dile tattıramaz herhalde düşüncesine kapılırdım.. Kızdığımda ateş topuna döndüğüm için, alttan alma motorumun soğutucu fanını tüm gücüyle çalıştırsam da, bunun enerjisi olan sabır elimde böyle durumlarda yetersiz bulunduğundan, tartışma mesafesinin de uzamasıyla direnme kabiliyetimi yitirirdim. Sinirim her Karadenizli gibi saman alevi gibi yanıp sönerdi, asla kin tutmazdım. Bu halin çok değişik ve anlaşılır çalışma biçimi vardı, örnek vermek gerekirse. Bir musluktan akan orta halli bir suyun altında kova düşünün. Yarıya kadar su ile dolu ve yan tarafında delikler olan bir kova bu. Musluktan akan o su dış etkenler silsilesi halinde zihnime dolsa da yandaki bu delikler aynı ölçüde akan suyu tahliye edebildiğinden kova içindeki su yarıdan yukarıya geçemiyor. Lakin ne zamanki musluktaki tazyik artıyor -ki Safiye’nin çenesi buna bir örnektir- delikler tahliyede yetersiz kalıyor ve kova dolmaya başlıyor o zaman. Ve artık taştığında gözüm kimseyi görmez oluyor.. Safiye bu huyumu çok iyi bilmesine rağmen tacizine bir türlü son vermiyor o musluğu açıyor da açıyordu. Kovanın durumu konusunda ikazım ve tüm sabırlı yaklaşımlarım olumsuz geri dönüşürdü. Böyle durumlarda o zaman farkında olamadığım ama şimdi görebildiğim yer değişimi oluyordu davranışlarımda. Zira O, az önceki seçkin davetin nazik ve çok kültürlü kadınından, hiç eğitim görmemiş anlayışsız kaba saba bir dağlıya dönüşürken, ben içimdeki tüm gerginliğe rağmen medeni bir anlayış içerisinde bulur, çağdaş bir yumuşaklığa bürünürdüm. Tabi bunun da belli bir süresi vardı, bir noktadan sonra içimde benden daha güçlü işleyen bir şey harekete geçer, artık taşmakta olan kovayı Safiye’nin başına geçirirdi. Hırslı silahlarla donattığımız çenelerimizin, artık devam etmemesi lazım geldiği halde sürüp giden kudurgan cümle yarışları tüm gece sürer küslükle neticelenirdi. Sonra ikimizde sex’i çok sevdiğimizi iyi bildiğimizden olacak, yatakta karşılıklı sırtımızı dönerek birbirimizi cezalandırırdık… Üstelikte gecenin sabahına akşam hiçbir şey olmamış gibi uyanacağımızı bilmemize rağmen yapardık bunu. Gece faydası olmayacağını bildiğimden teklif etmediğim sihirli iksirimle sabah uyandırışlarım en sevdiği şeylerden biriydi.
Yaa, gerçekten o kadar güzel miyim diyorsun ?
Zayıfladığıma emin misin sen ? gerçekten o kadar çok aşık ve öyle delimi seviyorsun sen beni ? ayy yeni saç rengim cidden çok mu yakışmış sence ?..
Böylesi söylemlerle gözlerinden neşe fışkırarak, güneşin ilk ışıkları altında bir kedi yavrusu gibi yatakta mutlulukla kıpırdanışları, cennetin vasisine çevirir her kadını. Ve erkeğin cennete girmesi için kıldan ince kılıçtan keskin bir köprü aşması gerekmez o zaman…
Yataktan kalkar kalkmaz hemen boyanıp süslenmeye başlardı. Hani mümkün olabilse benim karşıma dahi makyajsız çıkma taraftarı değildi. Aynı evde beraber yaşıyor olmamız onun bu arzusunu malesef olanaksız kılıyordu. Ard arda yakılan sıgaralar eşliğinde iki ayna karşısına geçtiği vakit, bu defa ben söylenmeye başlar; iyi ki o güzel sanatlar resim heykelcilik okulunu okumuşsun, aksi halde böyle her sabah kim boyayacaktı seni der, ve eklerdim;
o okula da sanırım bu amaçla gitmiş olmalısın, zira orada dört yılda bütün öğrendiklerini yarım saatte yüzüne uyguluyorsun!.
Bu konu onun için tartışılabilir meselelerden değildi, hırçınlaşmaya başladığını hissettiğim an hemen ikinci kanala geçerek; kadınlar senin doğal haline erişebilmek, biraz olsun sana benzemek için süslenmekle uğraşırlar, peki sen kim olmaya çalışıyorsun, melek’te makyaj tuta mı a benim sultanım dememle az önceki saldırmaya hazır tavrını hiç zorluk çekmeden üzerinden atardı. Gayet sevimli bir bakışla yüzünü döner, tatlım ben öyle ağır makyaj yapmıyorum ki, benimki günlük bakım sadece derdi. Oysaki iki asır kullanılsa bile yine yeni ve taze kalacak gibi görünen sıra dışı bir güzelliğe sahipti.. Zerre çirkinliği olmadığı halde kendi fiziğinde kusur aramaya dönük saplantılı uğraşı, en çokta cinsel yönde fakirleştiriyordu ilişkimizi. On yıllık bir birlikteliğe rağmen o küçük deri çatlakları ve sevimli basenleri sebebiyle, gizli ve hırsız bakışlarım haricinde kendisini bir kez olsun çırılçıplak görmüş değildim.
Sıkı bir vejeteryan dı, asla et yemediği gibi et’e değmiş hiçbir şeyi kullanmazdı. Aynı evde yaşıyor olmanın zorlu yanlarından biri de buydu. Zira ben aşırı et düşkünüydüm, o yedirdiğim yumuşak şekerin içinde sığır jelatini olduğunu öğrendiğinde üç gün kusup kusup ağlarken, ben üç gün et yemesem küsüp küsüp ağlayabilirdim. Yaptığı sebze yemeklerinin tenceresi içine gizliden attığım et bulyonlar, bu yönümü tatmin etmek adına elde ettiğim kupkuru mümkünlerdi. Onlar da dışarıda yediğim etli yemeklerin ve evde yapılacak özge kavurmanın yerini turmuyor du. O evde olmadığı zamanlar kendi başıma yaptığım etin kokusunu, sıktığım onca parfüme rağmen içeri girer girmez alır, öyle isteri nöbetleri geçirirdi ki, sanki kasaptan aldığım eti değil de muhabbet kuşumuz Abdül’ü yemişim hissine kapılırdım. Yine bu noktada her türlü iksirim fayda etmez bütün iltifatlarım ona acı veren bir ilgiye dönüşürdü. Hışımla mutfağa girerek hangi tava, tencere, kaşık, çatal, bıçak tabak, her neyi kullanmış olabileceğimin güçlü şüphesi varsa hepsini çöpe atar, sonrasında koltuğa oturup ağlamaya başlardı..
Bu büyük suçumu affettirebilmek için akşam yapacağı sebze yemeğine benide ortak etmesini teklif eder, böylelikle bir ölçü sulhu sağlamış olurduk. Lakin bu yapılanı unutmaz, o kadar özenle pişirip kendi evimde korkarak gizli saklı yiyebildiğim et yemeğimin burnumdan getirilmesinin intikamını akşamki sebze yemeği tenceresine üç kat et bulyon atarak alırdım. Artık tamamen bol etli hale gelmiş olan ıspanaktan tekrar tekrar istemem yüzünde hoşnutluktan çiçekler açtırıyor; aferin tatlım ye diyordu. Ye bak tertemiz gıda bunlar, hem bizim metabolizmamız o pis et için hiç uygun değil, biz ot obur canlılarız ne çene ne bağırsak yapımız et için uygun değil, sen iste ben sana ne güzel etsiz yemekler yapar seni ne sağlıklı beslerim ye tatlım, ye hayatım ye paşam ye!..
Galiba haklısın diye cevaplar; yavrum öyle güzel yapmışsın ki ıspanağın kendi lezzetini çok ötesinde bir tat var bunda, ah içine kattığın o sevgi yok mu, harikalar yaratmış derdim. Gururdan kıvranarak tabağından başını bile kaldıramaz; evet benimde aldığım çok hoş bir tat var, tabi ki sevgimi katarak yapıyorum ama eliminde bir lezzeti var demek ki diyor, dana bulyonları löpür löpür götürüyordu. Bunu bilse kesinlikle beni öldürürdü. Fakat Meral’den haberi olsa önce büyük işkencelere tabi tutar sonra öldürmem için yalvartırdı. Bu hususta muhtaç olduğu kudret damarlarındaki hırçın ve deli dolu çerkez kanında fazlasıyla mevcuttu…
Meral sade, takıntısız ve oldukça uyumlu. Safiye süslü, gereksiz takıntılar üretebilen, kıskançtı. Meral lolita bedenine sahip çılgın huylu ve benim gibi o da etçi. Safiye balık etli, normalde sakin fakat dik kafalı ve sürekli havuç kemiren bir tavşandı. Birinde eksik olanı bir diğerinin tamamlıyor olması her ikisine de zaruri ihtiyaç duymamı gerektiriyordu ve ikisinin hayatımda olması yaşamsal bir zorunluluktu sanki benim için. Bu sayede birçok açıdan çok konforlu imkanlar elde edebildiğimi de kabul ediyorum, ama zor yanları da yok değildi. Mesela özel günlerde ikisi de birbirinden habersiz beklentiler içindeydi, bu hal tüm özel günleri örneğin sevgililer günü yılbaşı vs benim için yorucu bir koşuşturmaya dönüştürüyordu. Harici olarak sinemaya yeni gelen hit filmlere tekrardan gitmen, senin için eski sahnelere onunla birlikte taze yorumlar yapman ve yönetmenin ters seyirciyi ters köşeye atmasına aynı tazelikte şaşırıp kalman gerekiyordu. Birine günce gelişmelerden ne söyledin, diğerine neyi deyip ne anlatmadın ayık olmak elzemdi. Eğer şaşırıp böyle bir boşluğa düştün ise karşı tarafın, yok bunu ilk duyuyorum yok hayır benimle paylaşmadın yoksa başka birine mi söyledin tepkisine direnmen gerekiyordu. En korkunç olanı da birinin adı ile diğerine hitap etmekti !.
Bu birkaç defa başıma gelmişti maalesef, hadi olağan şartlarda güçlü bir savunma ile direnip, hiç olmadı kendini yerlere atıp kızıp darılarak oyunculuktaki yetenek durumuna göre haksızken haklı durumuna geçebiliyorsun. Lakin daha da kötüsü bunun yatakta başına gelmiş olması. Liseliler gibi aşkım, hayatım, bir tanem, demek te çok yavan geliyordu bana. Nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan bu söylemler son kullanımı çoktan geçmiş ürünler gibi tatsızlık ve bir yavanlık veriyordu sanki ağzıma. Bu ciddi soruna çözümü ise her ikisine de yavrum diye seslenerek bulmuştum. Dil adımlarımı korku mile attığım alan, böylelikle bir nebze olsun kontrol altına alınmıştı.
Gece hayatım yok denecek kadar azdı, on üç yaşımdan on yedi yaşıma kadar üç yıllık bir dönemimin parçalı bulutlu da olsa sokaklarda geçmiş olması, ve sonrasında yıllarca gece klüplerinde sabahlamak, o ışıltılı barların ardında gizlenen karanlığı, temiz masaların altında saklanan pislikleri görmek böyle yerlerden tiksindirip bezdirmişti beni. O sebeple çok nadir böyle yerlere gider ve kesinlikle Safiye’yi yanımda götürmezdim. Çünkü çok bakılası bir güzelliği vardı, böyle yerlerin çalışanından tutun da, müdavimlerine kadar zihniyetleri iyi bildiğim için, yanımdaki kadınımı abaza gözlerin tatmin vitrinine çıkaramazdım. Belki bu ruh hastalığımın yan etkilerinden biriydi ama böyleydi işte. Herkesin belki ailesi ile gittiği restorantlar da dahi Safiye’ye bakan var mı diye etrafı gözlemlemekten yemeğimi olması gerektiği gibi yiyemezdim. Onun güzelliği gül, mehtap, şelale, veyahut tabiatın göze uygun daha nice nesneleri içerisinde en muhteşem olanıydı. Seviyordum, ve bu duygum onu kusurlaştırıyordu, tüm bu gerekçeler ışığında, hiç bir şey onun eşsiz manzarasıyla boy ölçüşemezdi. Doğanın içerisinde duyularımız, duygu ve hislerimizle ayrıştırarak adına güzel dediğimiz ne varsa Safiye yanında çok yetersizdi.
İlginçtir, onun çevresinin salon ortamlarında ben merkezli kaygılarının bir değişik türü benim mekanlarımda ondan kaynaklı sıkıntılar olarak bana geçerdi. Her nedense taklit ve yapmacık bulup eleştirdiğim o elit çevrede Safiye’yi pek kıskanmaz, fakat kendi seçtiğim daha alt ve benden, bizden sınıf katmanı bu hususta tedirgin ederdi beni. Eğitimin cehaleti alıp erkek ve kadınlığı aynı bıraktığını biliyordum elbette, ama o cemiyette bu çağdaşlık oyunları her nasıl oynanıyorsa bu yöndeki hastalıklı kaygılarımı gideriyordu. Emanuel Kant; insanların sanat eseri ve güzel bir kadın karşısında, hiçbir çıkar gözetmeyen estetik bir zevk aldığını söylemiş. Oldukça da severim kendisini görüşlerini çok anlamlı doğru bulurum, fakat bu sözlerdeki iddiası belki almanlar için geçerli olabilse de bizim için değil. Çünkü Türk erkeği güzeli gördüğü vakit onu anında zihnimizde soymaya başlarız. İşte ben o cemiyeti almanların yerine koyuyordum, bu taraf zaten bizdik…
Meral, bu noktada tekrar ona döneyim,
Beni seviyordu, yıllar önce devlet tarafından katledildiğini söylediği ve onu sürekli bir özgürlük şehidi olarak yaadettiği abisinin fotoğrafı en değerli eşyasıydı onun. Kimse o fotoğrafa dokunamazdı. Sabah kalktığında ilk işi onu silmek ve anlamlandıramadığım bir dilde onunla konuşmak olurdu, benim küçük bir fotoğrafımı da o büyük çerçevenin bir köşesine sıkıştırmıştı. Varlığımı dünyalık şeylerin en güzelleri ve en iyileri, en, en, en’leri ile sürekli kıyaslama hali içindeydi. Bütün parlak ışıkları bana takma takıştırma çabası, onu o insanlığa demokrasi özgürlük, barış getirebilme hayali azmi ile at başı gidiyordu sanki. Ve içinde tüm halkların, kardeşlik sırrının yazılı olduğu tek örneği olan parşömen kağıdı, tüm insanlık savaşlarını bitirecek bir örgütsel doküman gibi saklar ve öyle korurdu kalbindeki sevgimi.
Sevilmek her canlının en büyük isteği olsa gerek, bu üstün algının bir başka canlı tarafından duyu ve duygular eşliğinde gönlümüzün çekirdeğine ulaştırımının ve o anki ruhumuzun aldığı imajın ne kadarı söze yazıya dökülebilir? Peki onun o mistik hazzının kusursuz bir uyum ve uyuşum halinde berrak bir durulukla hislerimize ulaşımında duyduğumuz gönülsel ürpertiyi hangi kalem ya da hangi tuş yazabilecek ? Bu hususlara çok daha kapsamlı şekilde elimden geldiğince ileride değineceğim. Ama şunu şimdiden belirtmek isterim ki; sevilmek bize dışarıdan gelen en büyük insan mutluluğudur. Fakat bu mutluluğa erişebilmek için sırf sevilmek değil sevmişlik gerekir. Önce vermek lazım, vermenin hazzı almada yoktur, verilebilecek en büyük değer ise sevgidir. Çünkü biz sevmenin nasıl bir şey olduğunu bilmesek sevilmeyi anlayıp değerlendiremezdik. Bir başkasının bizimle ilgilendiğinden öte bir şey algılayamazdık sevilme karşısında.
Sevmek baktığımız herşeye bir mana veren anlam dekorumuzdur, bizim gönül kimliğimizi sevilmek değil sevmek oluşturur.
Meral’i seviyordum, beni sevdiğini de hissediyor böylelikle gönüllerimiz bir anlamda iç içe geçiyordu. Sayısız his ve duygunun, kök zincirleri ile birbirine bağlanarak karşılıklı akmaya başladıklarında. Ruhlarımız da bir çeşit ışıldama kıpraşımları oluşmaya başlar, sevdiğimiz insanın karşı gönlün karanlıkta kalan yanını kesik kesikte olsa işte biz bu aydınlanmalarda görürüz. İşte Meral bana tüm bu olağan üstü halleri yaşatıyordu, beni seviyordu ve bende onu seviyordum.
Peki Safiye dediğini duyar gibiyim şuan da okuyucumun…
Onun bendeki o’su nu nasıl anlatsam ?
Hani bir kadın görürüz, diğerlerinden farklı olmayan, onlar gibi giyinip tıpkı onlar gibi konuşan, bir yanağının diğerinden farkı olmayan her haliyle diğerlerine benzeyen bütün diğer dişilerle aynı zevklere sahip bir kadın..
Sonra küçük bir hareketi minicik bir detay başkasının farkedemeyip senin farkına vardığın bir detay ile diğerlerinden ayrılıverir. Yaşamın yaşamanın bütün renklerini bir mıknatız kendine çekerek doğanın tanrıçası gibi tabiatta göğe yükselir o zaman .Bir göz veya söz ucuyla gönlümüze kapıyı girerek dalıp bağdaş kurup oturan en özel tanrı misafiridir o artık. Bu noıkta da tüm insan gönülleri Türk kültürü ile özdeşleşerek, o kutlu misafirin ağırlığını ağırlama telaşı üzerine düşeriz kapaklanarak. Bu yeni ve heyecanlı hislerimiz takılır bacaklarımıza, duygularımızın eli ayağına denk bütün bağları birbirine dolanarak en saçma hal ve hareketleri en iyi yapabilme becerisine sahip oluruz istemsiz. Demini almamış duygular acele eder aceleye karşı, ardı ardına dolup taşar heyecan bardakları. Herşeyi önüne koymaya hazırladığımız çok çeşitli gönül soframız devrilir yere ve raflardan üzerimize devrilir bin çiçekli aşk servisi tabaklarımız. Ve biz dünyanın en sakar, en şaşkın, en mutlu varlığı, büyük çabayla saklamaya çalıştığımız tüm bu karmaşamız önünde tüm iç hatlarımızı apaçık belli eden çırılçıplak bir teseddürle duruyoruzdur.
Bütün bu beceriksizliğimize rağmen yaşamın ve yaşamanın belki en güzel manzarasıyla öz çekim yaparak hayatın en güzel fotoğrafını veriyoruzdur o an. Sonra bağlanma merdivenini tırmanmaya başlarız basamak basamak, içimizde madden ve manen eksik parçalar eşsiz bir varoluşun mimarisi ile tamamlanıverir. Bu oluş ve oluşumun hızına şaşıramayız bile, ruhumuzun ve gönlümüzün iliklerine kadar işleyen bu aşırı duyarlılık hazzıyla çiçekler başka güzeldir artık. Aynalar bir başka gösterir seni, kipatlar yataklar, tabiat doğa aldığın nefes bile bir başkadır artık. Kötü olan iyidir, çirkinler güzel, o kişi başka güzeldir sen bambaşkasındır.
Güneş ona aittir, dalgalanan saçlarına ruhunu kırbaçlatmak için o yaratmıştır rüzgarı. Narin bacakları üzerinde kırılgan adımlarla yürüyüşlerinde, tüm benliğimize hükmeden dikdatörün ayak seslerini duyar tüm kalbimizle hazır ola geçeriz. Zira gönül herkese selam verir amma, yar karşısında ayağa kalkıp nizami şekilde dikilir sadece…
İşte ben Meral’i böylesi hallar ile seviyordum, ben sevgi cephesinde her an ölmeye hazır bir er, Meral ise her emrini tereddütsüz yerine getirmem gereken tim komutanımdı.
Safiye; herşeyimle bağlı olduğum günlük karavanamın sahibi, gönül mühimmatlarımın tedarikçisi ve üzerimde ona bağlı olduğumu belli eden bir sevgi askeri kıyafeti taşıdığım lider. O benim genelkurmay başkanımdı..
Onlar benim zorunluluğum, kendimden parçalardı, duygusal ve sosyal yaşam ihtiyaçlarımdı. Gönlüm nefesi Safiye ile alıyorsa Meral ile üflerdi. Birine olan sevgim diğerine kuma değil birbirleriyle iyi geçindiklerini sadece benim bildiğim bir yakın akraba ve komşu duygulardı.
Bu durumumun bir hastalık türü olmadığını iddia etmiyorum, ama hastalık olduğunun mutlak inancında da değilim. Lakin ruhum için aynı şeyi söyleyemem, o gerçekten bir çok hastalık çeşidini zararsızca kendine özgü barındırıyordu.
O sebeple her satır ve sayfada aşama aşama olduğu gibi, okuyucuyu bu noktada biraz daha kendime çekmenin, ve bir diğer kadınımdan bahsetmenin zamanının geldiğini düşünüyorum artık
Hatice..
O sırf Meral ve Safiye ile kıyaslandığında değil, standart kadın güzelliğinin altında biriydi. Halbuki ben güzel kadın severim, bir kadında yüz, göğüs kalça bel veya benzeri uyumun belli oranda bir araya gelmiş olması beni adeta dehşete düşürür. Böyle kadınların Tanrısal bir güçleri olduğuna inanırım özellikle benim üzerimde..
Hatice de görsel açıdan bu tılsım eksikti, ama onun iyi yüreği ve katışıksız tertemiz kalbi belki ancak peygamberler ile kıyaslanabilirdi. Benim Safiye ve Merale duyduğum hislerin tümünü o bana bir başıma bir arada duyuyordu. Ne söylesem tabi hayatım, olur tatlım, yapıvereyim sevdiğim türü cevaplar dilinde pelesenk halini alır ve etrafımda narin bir kelebek gibi uçuşurdu. Dizimin dibine konduğu anlarda dahi bir isteği olsa da yapabilsem heyecanı ile gözlerini gözlerimden ayırmazdı. Müthiş bir aşçı idi, onun yaptığı lezzetli yemekleri hiçbir yerde tatmamışımdır. Hani derler ya erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer, bu hal Hatice de doğrulanıyordu. Ama tek yol bu olamazdı, çünkü Safiye’nin kalbime ulaşması imkansız olurdu o zaman. Safiye’nin aksine makyaj nedir bilmezdi, tıpkı benim gibi uykudan kalktığında ellerini yıkasa da belki yüzünü yıkamayı unuttuğu da oluyordur emin değilim. Hiçbir boya çeşitidin teniyle tanışıklığı olduğunu sanmıyorum.
Gönlüm beni affetsin ama bu konuda uzman olan Safiye bile saatlerce uğraşsa makyaj ile güzelleştiremezdi Haticeyi. Ama onun insanlığı içinde saklı güzellikler ne Meral’in lolita fiziğinde ne Safiye’nin kusursuz çehresinde vardı. Görsel Hiçbir insan güzelliği Hatice’nin iç kusursuzluğu ile baş edemezdi. Ama biz erkekler özellikle de cehalet dönemimizde daha baskın olarak her güzelliği görsellikten ibaret saymakta direniriz. Martı romantizmin sembolü iken karga nasıl çirkinliğin olabilirdi yoksa, hani görünüm değil karakterdi iç güzellikti mühim olan ? karga kadar karakterli ve zekimidir şu aptal martı ? ah biz erkekler ah insan ah..
Meral ile Hatice arasındaki ben sevgisi farklarını o zamanlar ayırt edemezdim, fakat şimdi o günleri hatırladıkça herşeyi daha net görüyorum. Belki o yaşların gereği belki günü yaşama ve tadını çıkarma felsefem ayrıntılarda körleştirmişti beni. Meral bacağımın morluklarından iğrenmese de korkar, bazen gereğinden fazla baktığı için kendini suçlu hisseder gibiydi. O durumumun pis halini gördükten sonra daha güzel bir şeye bakarak az önce kirlenmiş olan bakışlarını yıkayıp temizleme ihtiyacı duyardı sanki.
Fakat Hatice, insan şeklinin muhafazası bozulmuş tüm yanlarımı bir anne şefkati ile sarıp sarmalar, bakışlarında ne merhamet ne tiksinti bulunmaz, yaralarıma kendi öz çocuğu gibi bakar ilgilenirdi. Bu benim için ne kadar önemliymiş oysa, zira aykırı şekil görüntüme en büyük saldırı bakışlarla yapılırdı. Bu durum sosyal olandan daha çok iç yaşantımı zorluyordu. İnsanımız diğer insanda bir felaketi farketmeye görsün, önleyemedikleri dikizciliklerinde akan çamur tüm ruhuma sıçrıyordu. Bu yüzden onlardan bir olmama rağmen onlarla denize girebilmek bile benim için ciddi sıkıntılar doğuruyordu. Genç erkekler bile rengarenk bikini ve mayoları ve şirin güzellikleriyle kuma uzanmış güneşlenen sexy kızlar yerine, savaş artığı çirkin bacağıma bakmayı tercih ediyorlardı. Ben zaten kendi içimde yerleşik sağlıklı bir psikolojiye sahip olmadığım için, doğru yargıları düşünceye katmakta zorlanan bedenen yarı sakat ruhen hasta bir adamdım. Bu durumda fikir üretme kabiliyetim köreldiğinden ön tedbirde ufuk sahibi olmam güçleşiyordu, sonra her hareketimle deneyimin sonucuna doğru kontrolsüzce sürükleniyor ve neticesi karakolda biterek nezarethane benim içinde tamamen sürpriz oluyordu…
Bu hallerimin şimdi bile söz yazı karşılığı yoktur, tezekten gül yapıp anlamlandırmaya çalışmanın gaye biçimi olur tüm uğraşım. Değil o halleri yaşarken, şimdi bunları yazarken bile yüküme el atması gereken ruhumun hasta yatağından müzipçe göz kırpışını hissedebiliyorum..
Ten için uygunsuz nesneler halinde kendi kendine kapanıp durduk yerde çoğalıp tazelenen yaralarım -ki venöz yetmezlik hastalığı deniyordu adına- ve onu tamamlayan yine askerlik hatırası morluklarımdan bende memnun değildim elbet. Bunları hiç benden saymasam da ne ki bu ucunelerimin benimle nefes alışverişlerini hissedebiliyordum. Oysaki beni gözleriyle örseleyen o hastalıklı bakışların sağlıklı sahipleri yataklarında huzurla uyuyabilsin diye gençliğimi bacağımı vermekle kalmayıp, o bir an merak ve tiksinti ile bakıp geçtikleri şeklin daimi taşıyıcısı olmuştum ben.!
Herkes gibi olabilme çabam, böylesi insanların normalliğimi zora sokma gayretleri ile baş edemiyordu. İşte bu kendi içimde kendimle yüzleştirmekten bile korktuğum sıkıntılarıma yakınlıkta olabilen bir kişi varsa o da (çirkin) Hatice idi. Bu üstün özelliği (güzelliği) ile nur’dan pak ve berrak ışık ile parlayarak dünyanın tüm geri kalanından ayrılarak, Meral ve Safiye gibi sırf tenime duygu ve hislerime değil varlığımın çekirdeğine dokunurdu..
Hemşire idi, o sebeple yaralarımı benden sonra en güzel o sarardı. Benden daha iyilerine layık olduğu bir gerçekti fakat maalesef (iyiki) bana tutkundu. Kara sevdalıların kaderidir bu, kötü veya kötürüm tek kişiyi sevip gelecekteki sevgi ve sevgililerin iyiliklerini kaçırmak.. Tüm insanlar içinde bana en yakını Hatice idi, bir anlamda ruhumla iç içe geçmişti diyebilirim, bütün hasta hallerimi tanıyor verebileceğim tepkileri benden önce ön görüyordu.
Travmalarımın en taze ve en yüksek döneminde tanımıştım Hatice’yi. Onu ilk gördüğümde ben psikiyatri bölümünde yatağa bağlı, o ise stajer hemşiresi acemiğinde bir damar bulmak için koluma sekiz delik açmakla meşgüldü. Kendini affettirmek için başlayan ilgisi zamanla bir tür bağlılığa bağımlılığa dönüşmüş olmalıydı. Mesaisinin tümünü benim yanımda geçirdiği hissine kapılırdım. Gerçeklikten çok daha etkili suni habuslarımdan her uyandığımda başımda görürdüm onu. Masanın üzerindeki oval sürahi ve Hatice. Bunlar her uyandığımda aynı yerlerinde sabitti, değişenler kabus türlerim ve sürahideki su miktarı olurdu. Gözümü açar açmaz onun camdan içeriyi seyreder gibi gözümün içine bakan sıcacık bakışlarıyla karşılaşırdım. Sakinleşebilmem için oradan oraya koşar bir çeşit isteri nöbetleriyle yardımcı olabilmek için çırpınır dururdu. Israrlarıma dayanamaz yeni başladığı mesleğini riske atarak doktorumun günlük bir doz yazdığı kırmızı reçeteli ilaçtan duruma göre iki veya üç doz aşırır bana getirirdi. Onu tanıyıncaya kadar bana gerçek bir şefkat gösterip sanki insanmışım gibi hissettiren kimse olmamıştı, insanda bu yolun bir kapısı varsa kesinlikle Hatice açmıştı.
Bende ne bulmuştu bilmiyorum ama beden sakatlığım ve tüm ruh hastalığıma rağmen sevilebilir yanlarımda vardı demekki. Aksi halde ömründen on yılı bana vermesine o sekiz iğne deliğinin vicdanı gereğidir denilemezdi sanırım. Her halim ikimize de açık gizli saklılarımdı, duyu ve duygularımın sıradışı hallerini bilmek benlik her duruma vakıf olmasını sağlıyor, ve tertemiz kalbi iyi niyeti ise tüm benliğime yumuşacık değebilme hassasiyeti kazandırıyordu ona.
İnsanın elini kaldırmasına dahi önce zihninde oluşan fikir karar verip, sonra beyin dış çevrenin o anki ortam durum uygunluğuna göre denetimini yaparak bedene son talimatı verip tamam yapabilirsin diyor ya hani ? Hatice’nin yanında ben bu denetimi tümüyle kaldırırdım. Bazen acı tatlı hatıralar veya düşünceler zihnime hücum ederdi (posttravmatik stres bozukluğu) tıpta adı bu, yine o da askerlik hatıralarımın kronikleşmiş hallerinden biridir bende. Zihin de volkan gibi ansız patlayan bir olgu karşısında beyin direnemez, bedeni kontrol etme kabiliyetini de yitirdiği için acıya gülüp sevince ağladığın haller vardır. Duyumsama, zihin, beyin ve bedenin birbirlerinden kopuşunun göstergelerinden biridir bu. Herkes az çok kalmıştır böylesi durumlarda, benim bir farkım varsa örselenmiş benliğimin hasarı sebebiyle bu birbiri ile ortak ve disiplinli çalışması gereken insan bağlantıları bende oldukça laçkalaşmıştı. Elbetteki çok istesemde durduk yerde ağlama veya hiç sebepsiz gülme isteklerime direniyordum, kafa konforumu oldukça bozsa da diğer insanlara uymak için büyük çaba sarfediyordum. Bir yer vardı ki orada zihnimle davranışlarım arasına asla set koymazdım, işte o yer sadece Hatice’nin yanıydı…
Bu her insanın diğer insanla ulaşabileceği bir mertebe değildir, kendimizi yakın hissettiğimiz her insanla zihnimizle konuşabilmenin imkanı yok gibidir. Zira zihnimiz hiçbir sosyal yapıya uygun değildir. Sağlıklı olanın bu olduğunu söylüyorlar neye kime hangi usullere göre sağlıklı bilemiyorum bu daha çok sosyal psikologların cevap vereceği bir şey. Ama bence zihin ve davranış önüne her hareket her sözde duvar örmek insan ilişkilerini kısırlaştırmak la kalmaz daha yapmacık kılar ve asıl sağlıksız olanda budur. Bende tabi belli bir duvar örmek durumunda kalabiliyorum fakat bir ara bu duvarı tümüyle kaldırmıştım keza o zamanki ruh hallerim buna oldukça müsaitti fakat hep kaçtılar benden. Zihinle konuşabiliyor olmanın yaşam konforunu ne kadar mükkemmel kıldığını denemeyene anlatabilmek zor, deneyene de deli diyorlar.! Arada yine o duvarı devirdiğim olmuyor değil lakin artık herkese belli bir set var, zihnimle direk konuşabildiğim çevreye ve belki kendime uyum sağlayamadığım hallerde bile rahat olduğum iyi hissettiğim tek yer var ise yine o yer de Hatice’nin yanıdır..
Kıyafetlerimi ütüleyip çoraplarıma varıncaya kadar giydirerek beni Diğer sevgilim Meral’e hazırlarken! Hiç hoşuna gitmeyen bir alışkanlık, belki bir öğrenilmiş çaresizlik görürdüm gözlerinde. Eğer bu yolculuk Safiye’ye ise, gömleğimin düğmelerini iliklerken bir kıpraşım sarardı ellerini. Hissettirmemekte neredeyse başarılı olduğu önlenemez kıskançlık nöbetleri geçirirdi. Onu daha eski tanıdığım içinmi yoksa çok güzel olduğu için mi veyahut belki en fazla onunla zaman geçirdiğimden midir bilmiyorum her defasında bu kontrolsüz isteriyi gösterirdi. Belki de asıl sebep omzumdaki lale motifi dövmenin altında Safiye adının yazmasıydı onu çılgına çeviren. Benim aksime onun zihni bana apaçık değildi ama, ben bütün bu hallerini tanır dışına pek yansıtamadığı iç kargaşalarını anlar hissederdim. Her şeye rağmen birkez olsun ölümcül tartıştığımızı hatırlamıyorum, benim her halime kendini uydurmak bir yaşam felsefesiydi onun için. Sır bana bağlılığı bulunan idaresi kolay kişiliği ve kadınlığından faydalanmamak adına taleplerine de ulaşabilme yolum, her nasıl oluyorsa onun bir sihiri tarafından benim isteklerime yönlendiriliyordu. Sevdiğim şeylerden biri vücuduma masaj yapmasıydı, onun her dokunuşu tenime değil iç benliğimeydi. Bedenime krem değil sevgisiyle yoğrulmuş hislerini sürdüğünü hissederdim. Öyle ki bu ilgiden Safiye adı dövmesi bile kendini kurtaramazdı. Bu esnada sırtımın dönük olması sebebiyle sevgilim Hatice’nin parmakları diğer sevgilim Safiye adı üzerinde gezerken, bakışlarını göremiyor olmam sıkıntısını anlamama engel değildi. Belki o dövmeyi yaptırmam hata idi, ama Hatice hayatımda yoktu o dönem. Hak için adaletli olmak gerekirse bir isim yazılacaksa bedenime bu kesinlikle Hatice olmalıydı. Ama o zaten ben gibi değil tamamen ben olduğu için kendi adımı kendime yazdırmışım gibi saçma bir durum çıkmış olurdu ortaya. Hatice benim bedenimi kendi bedeni gibi bilip görmüyor muydu zaten, ama bir başka açıdan daha bakarsak Hatice’nin kendi vücuduna Safiye yazdırmışım gibi bir hal çıkıyordu ortaya. Şimdi böyle düşünüyorum o zaman doğru yanlışı bugün ki kadar ayırt edebilecek çapta değildim. Evet o dövme bir hata idi, zira artık ne Meral ne Safiye ne Hatice var, beni çoktan unutmuş başka aşklar peşinde koşan Safiye adı ise damgalı eşekmişim gibi omuzumda durmuyor mu hala…?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.