- 915 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
-BİR BUNALIM ÇAĞININ SİNEMASAL İZDÜŞÜMÜNÜ OKUMAK-(2)
Sinema tarihinin en iyi filmleri denildiğinde kriter nedir sorusu karşımıza çıkacaktır. Klasik listelerle, günümüzün popüler listelerinin sunulan isimler etrafında yer yer farklılık arz ettiği söylenebilir. Senaryo, yönetmen, sinema tekniklerinin etkin biçimde kullanımı, film müziği, oyuncuların performansı gibi ögeler bir filmin yerini, değerini, önemini belirleyici unsurlar olarak ilk anda akla gelebilir. Ne var ki, bu hususlar dönemlere göre objektif zeminde anlamına varılabilecek ve teyit edilebilecek hususlardır.
Oysa sinema terimleri ve terminolojisinin haricinde değer atfedilecek unsurlardan da söz edilebilir. Sözgelimi nesille birlikte beğeni de değişebilmekte. Öyle ki, bir devirde öne çıkan bir konunun bir başka dönemde ilgiyi katlamadığı düşünülebilir de. Subjektif gibi görünen bir unsur objektif bir öge halini alabilmektedir hani.
Mesela belirli tarihi devirlerde insanlığın karşılaştığı buhranlar, bunalımlar ve bu hususların travmatik sonuçları, birey ve kitle psikolojisi üzerinde meydana getirdiği derin bir umutsuzluk halinin sinemaya yansıması da genel izleyiciyi bir başka dönemde aşka davet etmeyebilir.
Metafizik ögeler temelinde içerdiği tartışmalar ve uygarlık tarihine yaptığı göndermelerle birlikte entelektüel bir zemine oturan bu tarz bir yapım da ünlü İsveçli yönetmen İngmar Bergman’ın “Yedinci Mühür” adlı filmi olmalıdır. Kameranın objektifinin gökyüzüne doğru çevrilmesi bağlamında dikey sinema anlayışı güdülmesinin yanı sıra müzikleriyle birlikte gerçek bir şölene dönüşen 1957 yapımı filmin başrol oyuncuları ise Bibi Andersson, Nils Poppe, Bengt Ekerot, Max Von Sydow olmaktadır. Filmde ölümü canlandıran Bengt Ekerot için “sinema tarihinin en karizmatik afişlerinden birinde kolunu yana açıp siyah pelerinini salan adam.” şeklindeki ekşi sözlük notu da ilgi çekici olmalıdır. Max Von Sydow Haçlı seferlerinden yorgun argın ülkesine dönen şövalyeyi, güzeller güzeli Bibi Andersson ile Nils Poppe ise gezici sirkin akrobatlarını canlandırmaktadır.
Bugün artık sinema tarihinin en büyük yönetmenleri arasında anılan İngmar Bergman’ın bir rahibin oğlu olduğunu özellikle vurgulamalıyız. Bu bağlamda çocukluk yılları ve aile ortamının ruhunda bıraktığı izleri 20’inci asrın ilk yarısının sahnelediği dünya savaşları, büyük ekonomik kriz ve geliştirdiği totaliter rejimler kanalıyla besleyip etkin bir sorgulamaya dönüştürdüğü söylenebilir.
Filmin konusunu ele alırsak; “Yedinci Mühür", İncil’e göre kıyamet’in yedi habercisinin sonuncusudur. Teolojik harcı bu husus dairesinde filizlenen filmde, mekân orta çağ Avrupası olmaktadır. Haçlı seferleri döneminde savaştan usanmış bir şövalye yanında bayraktarı olmak üzere ülkesi İsveç’e dönmektedir. Filmin başında ikili, dalgaların dövdüğü kıyıda dinlenir ve atlarını sularken görülmektedir. O esnada simsiyah giysileriyle bir adam şövalyenin yanı başında belirir. Kim olduğunu soran şövalyeye, ben ölümüm der. Ölüm meleğinin hazır mısın sorusuna şövalyenin verdiği cevapta ilginçtir. “Ben değil ama bedenim korkuyor” diyen şövalye ölüme satranç oynamayı önerir. Hamlelerini karşıladığım sürece bana dokunmayacaksın ve eğer kazanırsam peşimi bırakacaksın diyen şövalye ile ölüm satranç tahtasının başına geçerler.
Bu girizgâhtan sonra yoluna devam eden iki atlı, vebanın kol gezdiği diyarlardan geçerler. Yolda rastladıkları ve ne zaman öldüğü meçhul birinin artık gözlerinin yerini kanlı bir boşluğun aldığı ve iskelet halini almış cesedi adeta devrin özellikleri hususunda yolcularımızla birlikte izleyiciye çok şeyler söyler.
Bir diğer sahnede ise şövalye ile ölüm meleğinin dialoğu dikkat çekmektedir. Bu esnada şövalye “Tanrı da yoksa dünyada huzur ve mutluluk da yoksa asıl gerçek olan nedir? Eğer Tanrı yoksa dünyadaki ontolojik gerçeğimiz, bu gerçeğin nesnesi neyle açıklanabilir? Eğer Tanrı varsa, bu dünyaya gelişimizin de bir mantığı olmalıdır. Peki, ama mutluluk ve huzuru, anlam ve mantığı Tanrısal dizgeye bağlamak neden? Tanrı düşüncesi olmadan da bunlar kavranamaz mı? Tanrı, “iyilik”, “mutluluk” ve “sevgi”nin ta kendisi olamaz mı? İyilik, mutluluk ve sevgi… Eğer bunlar da yoksa tek gerçek ölüm ise Tanrı da yok demektir…” sözleriyle yaşam tecrübesine koşut biçimde duyduğu olumsuzluğu dillendirmektedir. Ne var ki, bu bölümde ölüm duyarsızdır. Kim bilir, belki de modunda sözlerle karşılarken adeta ben ölümüm görevimi yaparım demektedir.
Devamında bir köy atmosferi yönetmenin dünya görüşüyle bunalım çağlarının arasındaki zıddiyeti ortaya koyan ögeler düzleminde salınım yapmaktadır. Önce bir gezici sirk ve ahaliyi eğlendirmeleri görüntüye gelir ki, müzik ve folklorik ögelerle biçimlenen gösteri gerçektende hayli zevklidir. Açıkçası böyle yoğun felsefi dokusu olan bir filmi izlerken dinlendirici bir ara bölüm misalidir.
Ne ki, gösteri tam hız almışken negatif bir yüklemeyle beraber yine izleyici filmin esasına odaklanır. Birdenbire köye giren engizisyon ekibi ve bunların kamçıladığı ruhunu şeytana satmış insanlarla birlikte değişen müziğin de oluşturduğu atmosfer bir anda insanların halet-i ruhiyesini değiştirmektedir. Bu bağnaz zümrenin başı köylüye birde görkemli bir nutuk çeker. Azarlayıcı ve ağlamaklılıkla, he he he! Gülmek arasında gidip gelen ses tonuyla “Tanrı bize ceza veriyor, hepimiz öleceğiz, kara veba yüzünden” şeklinde bir girişten sonra köylüye birebir yaklaşım dairesinde “Ya sen koca burunlu salakca sırıtan herif enkazınla dünyayı kirletmen için bir yılın daha mı var? Ve sen kadın hayata iştahla ve şehvetle sarılmışsın, şafağa kalmadan betin benzin atıp devrilecek misin?” tarzı sözlerle kitleyi epeyce çitilemektedir.
Kilise görevlilerinin dağılmasıyla birlikte yine felsefi bir dialog dairesinde bu kez şövalyemizin bayraktarı sazı eline alır ve “O saçma kıyamet lafları, modern bir insan inanır mı? Onları ciddiye alacağımızı mı sanıyor? İnsanların anlattığı hikâyelerin çoğunu ya okudum, ya dinledim, ya da bizzat yaşadım ben” der. Burada geçen modern kelimesinin kullanımı yanıltıcı olabilir de. Öyle ki, orta çağ üzerinden modern zamanlara karşı sorgulama yapılmasının bir nişanesi gibi durmaktadır sanki.
İngmar Bergman metafiziğe duyduğu ilgiyi sanat anlayışı temelinde de “Hep Eugene O’Neill’in ünlü sözünü anıyorum: ‘İnsanın Tanrı ile olan ilişkisini ele almayan tüm dramatik yapıtlar önemsizdir.’” şeklinde ortaya koymaktadır. Şu kadar ki, çağlar boyunca sanat ve tanrı kavramı arasında güçlü bir bağ yok mudur? Tüm medeniyetlerde en büyük sanatsal yapıtlar o kültürün tanımladığı yüce bir varlığa adanmaktadır. İnsanoğlu sunaklar, tapınaklar inşa eder Tanrısına. Bu bağlamda da ünlü İsveçli yönetmenin görüşü ayrıca dikkat çekmektedir.
Sözün özü, bir yedinci sanat şaheseri olarak “Yedinci Mühür” tarihsel dekor ve müzikleriyle, oyuncuların çizdiği kompozisyonlarla, izlediği sinema tekniğiyle ve hepsini de aşan ve bütünlüğe kavuşturan yönetmeninin sanat anlayışıyla birlikte özgün bir klasik eser olarak karşımızda durmaktadır. Hani derim ki, izlemediyseniz kaçırılmaması gereken bir sinema şaheseri sizleri beklemektedir.
L.T.
YORUMLAR
Bazen geç okuduğumu ya da izlediğimi düşündüğüm eserler için demek ki daha vakti gelmemiş derim. Sizin yazınız da tam da böyle düşündürdü beni.
Sinema adına yazılmış yazılmış yazıları okumak ayrı bir keyif oluyor benim için. Bu yazı da bir film adına içerikli ve başarılı bir yazı olmuş. Başarı ölçütü için teknik olarak yetersiz olsam da bir sinema aşığı olarak son noktaya kadar beni sıkmadan getirdiği için böyle tanımlamak istedim.
Tanrı ve inanç sistemlerinin sorgulandığı filmler bana kalırsa da daha Kalıcı oluyor. Senaryodaki diyaloglar ne kadar sorgulayıcı ve cüretkar olursa etkisi de artıyor gibi. Tabii ki sadece din ve Tanrı değil var olmak üzerine ve yaşamın anlamı üzerine olan sorgulamalar da bir o kadar etkileyici.
Filmi çok uzun zaman önce izlemiştim neredeyse hafızamdan silinmiş bir daha izlemek için sebep oldu.
Çokça teşekkür ederim kaliteli bir filmi hatırlama imkanı sağladınız.
Saygı ve selamlarımla.
levent taner
Memnun kaldığınıza sevindim açıkçası
Sinemanın büyüsü ne diyelim
Bu arada asıl etkili olanın katılımınız olduğunu belirtmek isterim
Saygı ve selamlarımla.
birinci acizane sorum...ölüm meleği azrail değil miydi? (bu sorunun üzerinde ısrarla duramıyorum, zira yorumunuzda bahsettiğiniz ön bölümü okumadım. ön bölümde de "ölüm meleği" diye bahsediyorsanız "azrail"den "azrail" demeniz de ısrarcı olacağım.)
... "sanat ve din arasında güçlü bir bağ yok mudur?" sorunuza gelince siz yapmayın bari hocam. satranç oynamıyor mu bu şövalye azrail ile. her hamle azraile yani dine karşı yapılmıyor mu? dinin gönderdiği azrail e karşı.filmin anlamı basit. şövalye bir yandan ölmekten korkarken bir yandan da ölmek istiyor. azrail ile birden karşılaşınca tırsıyor. hayatı karşılığında satranç oynamayı teklif ediyor ona. ama hem oyun hem yolculuk onu hayatı sorgulamasına sebebiyet veriyor. inancın esirinde olan insanların nasıl birer katile dönüştüğünü gösteriyor veba salgını köyde. veba salgını da ölüm korkusu. ama inançlının ölüm korkusu. bunca pisliği görünce yaşamanın anlamı da kalmıyor sanki şövalye için. ölüm korkusu yeniyor. azraili değil kendini yeniyor. falan filan işte.
bergman kendi ile derdi olan insan. papazın oğlu. tanrı ile konuşmaları sonucunda birkaç film sonra tanrının öldüğünü de ilan ediyor.ha sağ kesim, ha sol kesim insan olmayı unutarak (bergman'ın tanrı yerine dayattığı iyi, doğru, güzel insan) kendi bakış açılarına göre adaletten uzaklaşarak okuduğu,izlediği, dinlediği eserleri kendilerine göre yontuyorlar..
hani şu iki mesele olmasa kaptırıp gidiyordum. hocam neye inanıyorsanız inanın inancınız siz de kalsın. beni alakadar etmez. ama bergman bu ya. tanrı öldü diye ilan eden adam.
dinin sanat ile hep derdi olur hocam. eninde sonunda olur. sanat dinin dışladığı her şeyi kendine konu edinebilir. dinin aforoz ettiği konuları dert edinen bir şövalyeye azrail gönderilir din tarafından. basit bir denklemdir.
neyse atımı atlayıp güneşin batışına yetişeyim en iyisi. size kolay gele... dıgıdık dıgıdık...
levent taner
Teşekkür ederim kuşatıcı yorum ve tenkitiniz için
Birinci sualiniz bazında ölüm, ölüm meleği kavramlaştırmaları var filmde yanlış hatırlamıyorsam, filmdeki kullanımı baz aldım açıkçası
İkinci sualinizde gösterdiğiniz hassasiyet önemli elbette
Ben son bölümde dinle sanat arasında irtibat kurarken; birincisi, muhakkak surette yerleşik, kurumsallaşmış dinsel yapıları tümden kutsamadım
İkincisi, kastettiğim tek tanrılı dinler değil salt, çok tanrılı dinlerde kapsam alanında
Bilirsiniz bu ikinci grupta sanatsallığı oldukça besler, mitolojik ya da pagan kültürlerde çok tanrılı dinsel yapıları önümüze koyabilir
Dolayısıyla doğrudan bir islamiyet, hıristiyanlık, musevilik, semavi dinler, ibrahimi dinller türü başlıklara dönüştürmek yanılgılı ve yanıltıcı olur
Buna rağmen haksızda değilsiniz özünde, öyle ya Bergman: “Hep Eugene O’Neill’in ünlü sözünü anıyorum: ‘İnsanın Tanrı ile olan ilişkisini ele almayan tüm dramatik yapıtlar önemsizdir.’” demekte, din demiyor ki kendisi
Ben biraz daha genelleştirdim açıkçası kendi kişiselliğim bağlamında hani
Ne ki, dediğim gibi tek tanrılı dinlere sözü bağlamak değil bu, tanrı kavramını yitirmeksizin her türlü dinsel kültür
Nihayet hocam, katılımınız önem arz ediyor her dem
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket
Saygı ve selamlarımla...