- 863 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
FİDANLAR SU İSTEYİNCE
FİDANLAR SU İSTEYİNCE
Binalarının tamamına yakını iptidai bir mimari anlayışıyla inşa edilmiş, ekonomik ve sosyal alanda çevresine göre oldukça geri durumda olan Solhan İlçesindeki göz kamaştırıcı YİBO’nun tek eksiği, her tarafının yemyeşil olması gerekirken bahçe ve bina aralarının gri toprak rengini yansıtmasıydı. Yeni inşa edilmiş binaların arasından geçen beton yolların dışındaki her yer gri topraklarla örtülüydü. İnsanı rahatsız ediyordu bu görüntü; sanki daha bitmemiş bir şeylerin olduğunu gösteriyor gibiydi.
Okul idaresinin ilk işi, çevreyi ağaçlandırmak olmalıydı. Görevinin bilincinde olan okul idaresi hemen kolları sıvamış ve vazifesine başlamıştı. Yüzlerce dekar bir alan üzerine konuşlandırılmış onlarca binadan müteşekkil olan okul, adeta küçük bir kasaba görünümündeydi. Bu kadar geniş alanın kısa bir sürede ağaçlandırılması kolay olmayacaktı. Birkaç yıla sirayet edecek bir çalışma gerektiriyordu. Ayrıca ağaçlandırma için hatırı sayılır miktarda ödenek lâzımdı ki, yokluk ve yoksulluğun kol gezdiği bir dönemde bu paranın temin edilebilmesi sanıldığı kadar kolay değildi. Öyle ise iş başa düşecekti. Çam fidanları Orman İşletme Müdürlüğünden temin edilebilirdi; ama dikim yerlerinin kazılarak hazırlanması, fidanların dikilmesi, sulanması, bakılması nasıl olacaktı. Velhasıl zor işti bu. Ancak her türlü imkânsızlıklara rağmen sorunun çözümü için bir yol bulunarak güzelim okul ağaçlandırılmalıydı.
Çok kolay olmamışsa da öğrencilerin ilgisini ve emeğini de kapsayacak bir yol ve yöntem bulunmuştu sonunda. Düğmeye basılarak süreç başlatılmıştı. Bizler dördüncü sınıf öğrencisiydik o yıl. Öğretmenimiz idarenin kararını bize aktarınca heyecana kapılmıştık. Öyle ya; her öğrenciye bir fidan teslim edilecek, dikilmesiyle çevresinin muhafazaya alınmasıyla ve hepsinden önemlisi sulanmasıyla ilgili sorumluluk omuzlarımıza yükleniyordu… Mini minnacık omuzlarımıza. Sorumluluğun ağırlığını düşünmüyorduk bile, çünkü ilk defa bize ait bir şey olacaktı o okulda, koruyup kollayacağımız, besleyip büyüteceğimiz bizim fidanımız vardı artık.
Hemen okul deposundaki kazma ve kürekleri alarak işe koyulmuştuk. Öğretmenimiz örnek bir çukur açarak işe nasıl başlayacağımızı göstermişti. Artık bizi kim tutabilirdi ki? Yardımlaşarak çukurları seri bir şekilde hazırlayıvermiştik. Sonra fidanların dikimi almıştı sırayı. O da zorlamamıştı bizi. Peki ya etrafındaki korunaklar nasıl yapılacaktı? Duyan da okula hayvanların girip zarar vereceğini düşünür. Her tarafı tel örgülerle çevrilmiş okulda hayvan ne gezer. Ancak unutmamalıydık ki; köylerden gelen çocuklar için körpecik fidanların her birisi birer oyuncak anlamına geliyordu. Geldikleri köylerin dağ ve tepeleri öyle ağaççıklarla kaplıydı; dolayısıyla onlar için bir ağacın oralarda hiç önemi yoktu; buradakilerin neden olsun ki?
Uzun lafın kısası; fidanlarımızı okulumuzun küçük öğrencilerine karşı korumak zorundaydık. O küçük çocukları, fidanlara zarar verecek birer oğlak ve kuzu gibi görüyorduk. Laf aramızda pek de haksız sayılmazdık.
Görevimizi ifa etmek üzere bir hafta sonu yayılmıştık okul dışındaki tepelere. Oralardan bulduğumuz çalı çırpıyı toplayıp getirmiştik. Büyük bir yarış içindeydik adeta. Bir an önce işimizi bitirmeliydik. Diktiğimiz fidanlar bir nevi zimmet edilmişti üzerimize. Her birimizin fidanı belliydi. Kendi adımızı ya da en sevdiğimiz şeyin adını vermiştik o küçücük yeşil fidancıklara. Her şey o ana kadar iyi gidiyordu. Diktiğimiz fidanlara verdiğimiz can suyunu okulun yemekhanesinden aşırdığımız sürahilerle taşımıştık. Ancak her öğrenci üstüne düşen sorumluluğa müdrik değildi, olması da beklenemezdi zaten. Bir süre sonra arkadaşlarımız, fidan sulamak için yemekhaneden getirdikleri sürahileri geri götürmemeye başladılar. Yemekhanede masaların üzerine su bırakılamaz olmuştu. Nöbetçi öğretmenler, sürahileri şuradan buradan toplamak zorunda kalıyorlardı. Uyarı ve ikazlar işe yaramamış; sonunda çareyi yemekhane kapılarını yemek saatine kadar kapalı tutmakta bulmuşlardı.
Ancak ortada ciddi bir sorun vardı. Bize zimmet edilmiş fidanların muntazaman sulanması gerekiyordu. Küçük bir inkıta körpe fidanların kuruması anlamına geliyordu. Maazallah! Öyle bir senaryo felaketimiz olacaktı. Bunun telaffuzu bile hoş gelmiyordu kulaklarımıza. Kuruyacak fidanın sahibi olan öğrencinin sınıfı geçemeyeceği söylenmişti. Bu blöfü çok ciddiye almıştık biz. Olaya hayat mezat işi olarak bakıyorduk. Ayrıca da fidanlarımızla aramızda duygusal bir bağ oluşmuştu adeta. Artık kendimizden bir parça olarak gördüğümüz fidanlarımıza ilk bir kaç günde yaptığımız kontrollerimizin sonucu normal görünmüştü bize, ama sonrasındaki ziyaretlerimiz bizi üzüyor ve endişelendiriyordu; fidanların su istedikleri apaçık ortadaydı. Fidanımıza bakınca içimiz acıyor, onların bize: “ne olur birazcık su verin” diye yalvardıklarını hissediyorduk.
Derslerde bile fidanlarımızın acıklı durumunu düşünmeye başlamıştık. Okuldan dışarı çıkmak yasaktı, cıvadra su taşımak için kap-kacak adına hiçbirşey yoktu. Yemekhanenin yakınından bile geçirilmez olmuştuk. Bizim kuşaktakiler iyi bilir; o yıllarda naylon poşetleri hak getire. Adını bile duyan olmamıştı. Kahverengi kâse kâğıtlarına konurdu bakkaldan manavdan aldıklarımız. Suyu onlarla taşımaya kalkışmıştık. Kâse kâğıtları, ilk seferinde sorun çıkarmamıştı, ama ikinci kere su doldurulunca patlıyor su yerlere dökülüyordu. Çabalarımız sonuç vermiyordu. Nafile bir çabaydı bizimkisi. Fidanlar boynunu bükmüş su istiyordu bizden.
Nasıl olmuştu bilmiyorum; ama arkadaşlarımızdan birisinin bulduğu çözüm akıllara durgunluk verecek cinstendi. Bu ilginç çözüm yolu hepimizin kurtarıcısı olmuştu adeta. O günden sonra her teneffüs saatinde onlarca öğrenci kan ter içinde kalmak pahasına da olsa ağzı ve avuçları su dolu şekilde onlarca kez lavabolarla fidan dikili alan arasında mekik dokuyup durur olmuştu. Her teneffüs aynı terane. Bir taraftan derse yetişmek için sınıflara doğru koşuştururken diğer taraftan da küçük alınlarımızdan şarıl şarıl akan terleri siliyorduk. Bu zor görevi başarı ile bitirmiş muzaffer bir komutanın edasıyla: “Benimki yetmişinci kere oldu” diyeni duyardık, sonra da bir başkasının ağzından: “seninki de iş mi? Ben bu gün tam yüz kere ağzım ve avuçlarımla su taşıdım fidanıma” cümleleri dökülüverirdi. İşte, yokluklarla dolu o zor koşulları alt ederek bir iki aylık bir dönemde ağzımız ve avuçlarımızla taşıdığımız sularla yaşattık fidanlarımızı. Sonrasında bu ciddi sorunumuzu fark eden idare, elinde uzunca bir hortum olan bir bahçıvanı devreye sokmuş ve bizi rahatlatmıştı.
Bir iki yıl önce Solhan YİBO’ya yolum düşünce ağzım ve avuçlarımla taşıdığım su ile suladığım fidanımı görmek istedim. Yerinde koca koca çam ağaçları vardı; ne yalan söyleyeyim, hangisinin bana ait olduğunu bilemedim. Olsun; oradaki fidanların hepsinin koca ağaçlar olduğunu görünce içim rahatladı. Nasıl olsa içlerinden birisi benim büyüttüğümdü. Hangisinin bana ait olduğu hususunun ne önemi vardı ki? Sahi! Okulun şimdiki öğrencileri o ağaçların ne büyük emeklerle o hale geldiğini biliyorlar mı?