- 1189 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çocuklara Masallar
Emir, Elif Dila ve M. Emin’e Masallar
Bu masalları kendi çoçuklarıma uyumadan önce anlatmıştım. Kurandan ve büyük zatların hayatlarından oluşuyor. Umarım istifade edilir.
İSA AVCI
[email protected]
1. Bir Yaratılış Öyküsü
2. Nur Çocuk Muhammed
3. Kaybolanları Sevmem
4. Yusuf’un Kokusu
5. Semazen Dede
6. Büyük Patlama
Bir Yaratılış Öyküsü
(Emir ile Elif: “baba bize masal anlat” dediler. Babaları da anlattı. Masala en başından başladılar. Başlangıçtan, yani yaratılıştan, bir yaratılış öyküsünden…
Sizleri de masallarına ortak etmek istiyorlar. Haydi çocuklar bilgisayarları, televizyonları kapatın. Tabletleri, akıllı telefonları bırakın bir kenara ve kurulun koltuklara… İşte masal başlıyor.)
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, zaman zaman içinde…
Hiçbir şeyin olmadığı; ağaçların, dağların, taşların, uçan kuşların, ayın, güneşin ve yıldızların hattâ dedelerin, ninelerin, anne ve babaların olmadığı bir zamanda… Sadece O varmış.
O Allah ki; bir gün murad buyurmuş: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.”
Tüm melekler toplanmış, gelmişler ve demişler ki: “Yarabbi biz seni hamd-ü sena ile tesbih ederken fesat çıkarıcı, kan dökücü insan mı yaratacaksın?”
“Susun bakim” demiş Yüce Yaratıcı: “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.”
Sonra dört büyük meleği huzura çağırtıp: “Yeryüzünden kim toprak getirmek ister?” diye sormuş.
Büyük melekler birbirine bakakalmışlar, çünkü bu görev son derece zor, meşakkatli bir o kadar da mesuliyetli imiş.
Onların kararsızlığını gören Yüce Yaratıcı: “Azrail bu görev senindir, göreyim seni” demiş.
Azrail bir asker gibi hazır ola geçip: “Emredersiniz” deyip bir koşu toprağı alıp getirmiş.
Toprağa biraz su döküp karıştırmışlar, çamur haline gelmiş. Biraz daha dökmüşler, oyun hamuru gibi yumuşacık olmuş. Sonra merhale merhale, yoğrulmuş da yoğrulmuş ve insan haline gelmiş; sert, katı, kupkuru bir beden…
Sonra Allah o bedene kendi ruhundan bir nefha üflemiş. O nefha bedenin içine girince bedene bir canlılık bir hareket bir güzellik gelmiş. Yerde kupkuru yatan cansız beden mânâ ve önem kazanmış. Ve ona yokluktan, hiçlikten geldiği için Adem demişler.
Melekler: “Ah Adem (!) biz senin sadece kışta kurumuş dal parçası gibi olan bedenine göre hüküm verdik. Özünü, cevherini anlayamadık, hakkında ileri geri konuşup, dedikodu ettik. Sen ki Rabbimizin özene bezene yarattığı tek mahlûksun. Rabbimiz zatını ve tecellisini seyretmek istedi de seni öyle yarattı. Sen onun sûreti üzerine yaratıldın. Tüm mahlûklar âlemden bir parça iken, sen tüm âlemleri temsil ediyorsun. Sen ilerde onun halifesi olacaksın. Ne olur affet bizi” demişler.
Sonra Yüce Yaratıcı, Adem’e eşyanın isimlerini öğretmiş: “Şu masadır, şu sandalye, şu kitap, bu laptop, araba, bulut, akarsu, tablet… vs”
Allah Adem’e bilmediği şeyleri öğretmiş, öyle ki kalemle yazı yazmasını dahi öğretmiş.
Ve meleklere demiş ki: “ Bilin bakalım şunların adlarını?”
Bilememişler ve sınavı kaybetmişler. Başlarını itaatle öne eğerek: “Rabbimiz seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Bizler senin bildirdiğinden başka bir şey bilmeyiz.” demişler.
Bunun üzerine Yüce Yaratıcı meleklere: “Adem’e secde edin bakim” demiş.
Tüm melekler tereddütsüz secde etmiş, yalnız biri müstesna.
Bilin bakalım kim secde etmemiş?
Tabii ki şebek Şeytan.
Bir tek o baston yutmuş gibi dimdik kalmış ayakta. Şebek Şeytan tüm şeytanlığı, olanca gururu, kibri, afrası, tafrasıyla: “Ben ki yedi kat gökyüzü ve yeryüzünde, yedi iklimi cihanda, yedi düveli muazzamada, yedi başlı devler, yedi cüceler arasında, Horasan’da, Bağdat’ta, Haliç sırtlarında, Amazon ormanlarında, ağaçların ince dallarında, kuşların kanatlarında, yeşil çayırların, çimenlerin üzerinde ibadet etmişim. Ben mi Adem’e secde edeceğim, güleyim bari ha ha… Hem benim mayam dumansız ateşten o ise topraktan.” demiş.
Bu duruma çok sinirlenen Yüce Yaratıcı: “Yıkıl karşımdan, gözüm görmesin, seni Şebek seni” demiş.
Şeytan hemen ayrılmamış huzurdan: “Senden ne mal isterim ne mülk. Ne makam isterim ne mevki. Ne para ne de pul. Zaman, sadece biraz zaman” demiş.
“Al sana zaman” demiş Yaratıcı, atıvermiş önüne zamanı, “kün-ol” diyerek. Böylece “feyekün-oluvermiş zaman.” Bing bang, büyük patlama gerçekleşmiş, çark dönmüş, düzen kurulmuş zamanın çarkları bir saatin tik takları gibi işlemeye başlamış.”
Tüm bu olaylara Adem bir anlam verememiş. Cennet bahçelerinde geziyor, envai çeşit cennet nimetlerinden yiyor, çikolatalı, sütlü ırmaklardan, bal akan pınarlardan kana kana içiyor ve sırça köşklerdeki kuş tüyü yataklarda uyuyormuş.
Ne kadar zaman geçti bilinmez Adem’in canı bir şey istemiş ama, onca cennet nimetinin arasında istediği şeyin ne olduğunu bilmiyormuş. O şey ne acaba? Bir nesne mi? Bir cennet nimeti mi? Yoksa kendisi gibi etten kemikten bir canlı mı?
Ne istiyor Adem? Hava, civa gibi bir şey ama ne? İn mi? Cin mi? Bilin bakalım ne?
Öyle bir şey ki Adem’in istediği, arzuladığı, beklediği; ona bakmak, dokunmak zevk versin. Sohbeti doyumsuz, gülüşü sonsuz olsun. Adem’in ruhundaki derin boşluğu doldursun.
O öyle bir şey olsun ki onda ayın yuvarlaklığı, yılanın kıvraklığı, ceylanın bakışı, kamışların zarafeti, sazların titreyişi, yaprakların hafifliği, güneş ışıkların neşesi, papağan göğsünün yumuşaklığı, yabani tavşanın çekingenliği, ateşin sıcaklığı, karın soğukluğu olsun.
Bir sabah uzun uzun esneyerek uykudan uyandığın da bir de ne görsün? Tam da istediği, düşlediği, arzuladığı gibi birisi gülerek onu seyrediyor; ince, zarif, nazik, nazenin, nazlı, narin. Adem’in yüreği ise yangın yeri.
“Merhaba ben Havva” demiş ve Adem’in yüreğinden bir parça daha kopmuş gitmiş.
“Ey Adem demiş Yüce Yaratıcı, sen ve eşin cennet bahçelerinin nimetlerinden; armuttan, nardan, incirden, muzdan, kividen, portakaldan, hurmadan, üzümden gönlünüzce, dilediğinizce yiyin, dilediğinizce için ama şu ağaca sakın ha sakın yaklaşmayın.”
Bu arada huzurdan kovulmuş şeytan boş durmuyormuş. Gece gündüz Adem ile Havva’yı bir kedi gibi gözetliyor, onların önlerinden, arkalarından, sağından, solundan yaklaşıyormuş. Çünkü artık şeytan, Adem ve Havva’nın apaçık düşmanı olmuş. Su uyur düşman şeytan uyumazmış.
Bir gün onları tam da memnû, yasaklanmış ağacın karşısında yakalamış.
“Biliyor musun ey Adem, size Allah şu ağacın meyvesini neden yasakladı?”
“Bilmiyorum ve bilmekte istemiyorum ey kovulmuş ve lanetlenmiş şeytan. Emir emirdir sorgulamak bana düşmez” demiş.
Ancak Havva’nın merakı giderek artıyormuş: “Neden yasaklamış?” diye sormuş.
Şeytan bu fırsatı kaçırmak istememiş: “Çünkü bu ağacın meyvesinden yerseniz sonsuza dek cennette kalacaksınız.”
Adem sinirlenmiş: “Defol git başımızdan ey lanetli seni, bizi kandıramazsın.”
“Söylemesi benden” demiş, çekip gitmiş.
Yasak ağacın karşısında Adem ile Havva el ele pür dikkat dalları gökyüzüne boy atmış, kökleri yeryüzüne kök salmış ağacın olgun meyvelerini seyretmişler bir süre daha.
Adem, Havva’nın aklından geçenleri okumuş: “Sakın, sakın ha(!) demiş aklından geçenleri okuyabiliyorum şeytan bizim apaçık düşmanımızdır, ona uymayalım.”
“Bir kerecik ısırsak ne çıkar Adem. Düşünsene sen ve ben ebediyen cennette kalacağız.”
Havva önce ısrar etmiş sonra nazlanmış, boynunu bükmüş ve gözleri yaşlarla dolmuş. Adem Havva’nın gözyaşlarına dokununca yüreğinde acıya benzer tuhaf duygular hissetmiş.
Yasak ağacın meyvesinden önce Havva ısırmış. Hım çok tatlı sen de ısır diyerek Adem’e uzatmış. Adem de azıcık ısırmış.
Bu esnada Şeytan saklandığı yerden çıkarak kahkahalarla: “Ha ha ben sana demedim mi Adem. Sen beşersin şaşarsın. İnsansın nisyana müptelasın, çabuk unutursun. Kandırdım, kandırdım işte, senin ayağını kaydırdım, seni Rabbine isyan ettirdim ha ha...”
Adem bir üzülmüş bir üzülmüş. Bir değil bin pişman, ama olan olmuş artık.
Bir gün Yüce Yaratıcı onları huzura çağırmış. Adem ile Havva yaptıklarından bin pişman. Boyunları kıldan ince, iki büklüm gelmişler huzura. Şeytan yine fasulye sırığı gibi dimdik ayakta. Afralı, tafralı, gurur ve kibir dolu…
Allah onlara demiş ki: “Birbirinize düşman olarak inin bakim aşağıya.”
Adem ile Havva… Dünya denilen karanlık, ıssız yere gidecek yanlarında apaçık düşmanları olan şeytan olduğu halde.
Adem ile Havva geceli gündüzlü ağlaşmışlar. Günlerce yalvarıp, yakarmışlar.
Ve yüce yaratıcı onları affetmiş ancak cennete geri dönmeyecekler belirli bir vakte kadar dünyada yaşayacaklarmış artık. Şimdiden dünyaya alışsalar iyi olacaktı. Bir de çok dikkatli olmaları gerekiyordu, çünkü kovulmuş, lanetlenmiş, Şebek Şeytan da onlarla beraberdi.
Nur Çocuk Muhammed
( Emir ile Elif, Keloğlan’ı heyecanla seyrettiler. Keloğlan ve arkadaşları bir plan hazırlayarak Kara Vezir ve Kötü Cadı’nın Bilge Can dededen çaldıkları sihirli şişeyi almayı başarmışlardı. Şüphesiz Huysuz ve Uzun’un yardımları da yadsınamazdı. Uzun, bir tencere yaprak sarmasını şimdiden hak etmişti. Artık yatma vaktiydi. Dişlerini fırçalayıp yataklarına girdiler ve babasından bir masal anlatmasını istediler. Babaları da onlara Nur Çocuğun masalını anlattı. Haydi çocuklar sizlerde dişlerinizi fırçalayıp doğru yataklarınıza. İşte masal başlıyor…)
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde zaman zaman içinde…
Kızgın çöller ortasında volkanik bir vadide Mekke diye bir şehir varmış. Hem yetim hem öksüz, nur çocuk Muhammed dedesiyle birlikte bu şehirde yaşarmış.
Dedesi Muhammed’i çok sever onu biran olsun yanından ayırmaz o olmadan sofraya oturmazmış. Dedesi ondaki üstün özellikleri görür: “Benim oğlum bir gün çok büyük adam olacak” dermiş.
Elinden tutup sakallı sakallı dedelerin sohbet meclislerine götürür, bir konu hakkında tartışırken herkes düşüncesini söyler, dedesi tüm bu tartışmaları büyük bir ciddiyetle dinledikten sonra: “Söyle bakalım Muhammed bu konu hakkında sen ne düşünüyorsun?” diye sorar, O da: “Şimdi sevgili dedeciğim şöyle ki” diyerek düşüncesini açık şekilde söyler, kerli ferli amcalar, sakallı sakallı dedeler açıklamaları ağızları bir karış açık dinler. En son dedesi evet ben de aynen torumun gibi düşünüyorum dermiş.
Dedesi Kabe’nin gölgesine şiltesini yayıp ibadet eder, dinlenirmiş. Böyle anlarda kimse onun yanına gitmeye cesaret edemezmiş ancak Nur çocuk Muhammed ki koşarak Kabe’ye girer, hemen dedesinin omuzlarına çıkar, sırtına biner ve oyunlar oynarmış.
Arkadaşları Muhammed’i çok sever ok atma, güreş, yüzme gibi müsabakalarda hepsi de onun takımında olmak için can atarmış.
Kabile reislerinin çocukları, fakir çocukları hep dövermiş. Burada köle çocukları saymıyoruz bile. Onlar hep itilip kakılan, sövülüp dövülen çocuklarmış.
Ancak Nur çocuk Muhammed bu kibir dolu çocukların karşısına dikilerek gariban çocukları korur ve üstünlük ne mal ne mülk ile, ne mansıp ne makam ile ancak kalbini göstererek burada, takva ve doğrulukta dermiş.
Çocuklar oyun sırasındaki anlaşmazlıklarda hep onu hakem seçerlermiş. Çünkü en adil kararı o verir kimse onun kararına itiraz edemez, herkes hakkın yerini bulduğuna inanarak karara razı olur ve oyun kaldığı yerden yeniden başlarmış.
Bir gün büyük bir kuraklık olmuş. Dağdaki yabani hayvanlar bile şehirdeki su kuyularına hücum etmiş, ancak zemzem kuyusu hariç tüm kuyular kurumuş. Zemzem de insanların günlük ihtiyaçlarını karşılamada yetersizmiş.
Örf ve adetler gereğince insanlar yanlarına masum gördükleri çocukları, koyun deve sürülerini alıp tepelere yağmur duasına çıkmışlar. Ellerini gökyüzüne kaldırıp Kabe’de dikili putlar olan; Hübel adına, Lat, Menat, Uzza kızları adına yalvarmışlar ancak sonsuz gökyüzünde kızgın güneş aynı sonsuzluk içinde parlıyor, yakıyor, yıkıyor, kavuruyor ve buluttan tek bir iz bile görünmüyormuş.
Dedesi küçük Muhammed’in elinden tutarak sivri bir tepeye götürmüş. Ellerini semaya kaldırmış, boynunu bükmüş: “Yarabbi şu masum çocuk benim yetimim ve öksüzümdür. Onun temiz, pak siması aşkına, doğruluğu, dürüstlüğü aşkına öyle bir doğruluk ki şimdiye kadar ne bir kusurunu gördüm ne de bir yalanını duydum, yağmur yarabbi” demiş ve daha elerini yere indirmeden nereden geldilerse simsiyah bulutlar gökyüzünü kaplamış. Gök gürlemiş, yıldırımlar çakmış ver yağmur sağnak sağnak çöle ve Mekke şehrine yağmış. Kuyular ağzına kadar dolmuş hatta vadilerden gelen seller Kabe’yi sular altında bırakmış ama kimse bunu umursamamış. İnsanların yüzü gülüyor, suya kavuşmanın mutluluğunu yaşıyormuş.
Tarım ve ziraatın yapılmadığı, kısa otların dahi bitmediği Mekke şehrinin en büyük gelir kaynağı ticaretmiş. Ticaretten büyük paralar kazanırlar ve her sene panayır, şenlik düzenlenirmiş. Kervanlarla uzak diyarlardan akın akın insanlar gelirmiş bu panayırlara.
Bu panayırlarda uçurtma yarışmaları yapılırmış. Kimse Muhammed kadar ustaca uçurtma uçuramaz birincilikleri hep o kazanırmış. Çünkü onun uçurtmasını dedesi yaparmış.
Dedesi şenliklere bir hafta kala pazara gider pazardan kamış, çıta, sicim ve kâğıt alır. Günlerce uğraşır; kamışları yontar, makarayı hazırlar, kâğıtları keser, en küçük çöl esintisinde bile kolayca yükselip alçalan pike yapan, uçurtmayı torununa yetiştirirmiş.
Kötü, haylaz çocuklar onun bu başarısını kıskanmışlar ve onun uçurtma ipini kesmek istemişler. Zamk ve cam tozlarının bulunduğu kaba uçurtma sicimlerini batırmışlar. Böylelikle uçurtmanın ip keskin hale gelecek ve hızlı bir çekmeyle diğer uçurtmaların ipini kesecekti, ancak Muhammed yine uçurtma uçurmadaki marifet ve hünerini sergileyerek onların bu oyunlarını boşa çıkarmış.
Yarışmada dereceye girenlere ödül olarak uçurtma Tanrısı Uçartan’ın heykelciği verilir, Muhammed ise bu ödülü kabul etmez ve benim taştan, tahtadan heykelciklerle işim olmaz dermiş.
Bir gün vadide koyun otlatırken yanına beyazlar içinde iki yabancı gelmiş. Yol sorma bahanesiyle Muhammed’e yaklaşmışlar. Nur çocuk Muhammed kalbindeki iyi niyet duygusuyla tam yolu tarif ediyormuş ki onu yakalayıp yere yatırmışlar. Bir doktor gibi göğsünü açıp, kalbini dışarıya çıkarmışlar. Yanında getirdikleri içi karla dolu altın leğende kalbini bir güzel yıkayıp tekrar yerine koymuşlar ve bir anda ortadan kaybolmuşlar.
O günden sonra Muhammed’in başı üzerinde alçak küçük bir bulut, vazifeli asker gibi bekliyor ve onu yakıcı güneşten koruyormuş. Ne zaman bir hurma ağacının önünden geçse ağaç itaatkar bir hizmetçi gibi yerlere kadar eğiliyor “Selam sana ey Allah’ın Rasûlu” dermiş.
Rasûl, Allah’ın elçisi demektir. Yeni bir kitap yeni bir şeriat ve düzen getirendir. Allah’ın emirlerini insanlara ulaştırandır, çünkü Nur Çocuk Muhammed ilerde büyük bir peygamber olacak ve insanlığı karanlıktan aydınlığa, kötülükten doğruluğa, cehaletten ilme, dalalet ve sapıklıktan hidayete götürecekmiş.
Bunu ilk bilge bir Rahip söylemiş. Nur çocuk Muhammed on iki yaşına bastığında amcasının yanında ticaret kervanıyla Suriye gidiyormuş. Kervan vahalık bir yerde mola vermiş. Mola yerine yakın bir Manastırda Bahira adında ihtiyar bir rahip yaşarmış. Bahira büyük bir sofra hazırlatarak kervandakileri yemeğe davet etmiş. Onlar yemeklerini yerken Rahip Bahira tek tek insanların yüzüne bakıyor bir işaret, nur bir emare arıyor ama bulamıyormuş. Sonra sormuş: “Aranızda ziyafete katılmayan birisi var mı?” Hepsi birbirine bakarak: ”Evet” demişler. “Bir çocuğu develere göz kulak olması için bırakmıştık.” “Bana onu çağırın” demiş Bahira. Az sonra Muhammed’de davete katılmış.
Bahira eski kaynakları okuyabildiğinden onun hal ve hareketlerinden; duruşundan, bakışından ve çehresinden ileride peygamber olacağını anlamış hatta gömleğini sıyırıp iki kürek kemiği arasındaki nübüvvet mührünü görünce tüm şüpheleri yok olmuş ve amcasına demiş ki: “mallarınızı burada satarak geri memleketinize dönün, eğer Suriye’ye giderseniz benim bildiklerimi bilen Yahudiler çocuğa zarar verebilir.”
Amcası buna çok şaşırmış ve demiş ki: “Böyle masum ve kimsesiz bir çocuğa neden zarar vermek isterler ki, bunu anlayamadım.”
Bahira demiş ki: “Bizler kitaplarda gördüğümüz ve bilgelerden öğrendiğimize göre pek yakında peygamber gelecek. Bu öyle bir peygamber olacak ki tüm mevcudat ve kâinat onun mübarek yüzü, suyu hürmetine yaratıldı. Tüm peygamberler onun ümmetinden olmak için yüce yaratıca yalvarmışlar. Ah (!) keşke o günleri görebilsem ve ona yardım edebilseydim. İşte ben şu yetimde pek büyük emareler görüyorum. İstikbalin en büyüğüne namzet olan zat işte bu çocuk olsa gerektir.”
Bahira sessiz sessiz ağlamış, gözyaşları göğsüne kadar uzanan beyaz sakallarını ıslatmış.
Nihayet amcası ikna olmuş. Rahip Bahira’nın nasihatini tutarak malları orada satmış ve geriye dönmüş.
Ve beklenen an gelmiş… İşte o an… O an öyle bir an ki dünya yaratılalı tüm mevcudat sabırsızlıkla bu anı bekliyormuş.
Bir gece… Gökyüzü duru, berrak ve açık… Yıldızlar tebessüm ederek parlıyor. Uçsuz bucaksız çölde tatlı bir esinti var.
Nur çocuk büyümüş, şimdi Hira mağarasında gözleri kapalı, mübarek başı göğsüne düşmüş tefekkür ediyor.
Düşünüyor; zamanı, ebediyeti, ölümü, varlığı, yokluğu. Düşünüyor; kendine dahi faydası olmayan putları, putlar önünde yalvaran insanları, onlar adına adanan adakları. Düşünüyor diri diri toprağa gömülen kız çocuklarını. Düşünüyor; adaletsizliği, zulmü, faizi, rüşveti, kan davalarını, tartıda hileyi ve bunlara birinin dur demesi gerektiğine inanıyor.
Aniden gök kapıları açılmış gök sakinlerinden görevli bir melek süzülerek aşağıya inmiş ve kanatlarıyla Muhammedi kucaklayarak ona: “Oku” demiş. Muhammed Ürpermiş, korkmuş, telaşlanmış. Melek tekrar sıkarak: “Oku” demiş. Ben okuma bilmem demiş güçlükle.
Hem yetim hem öksüz hem dedesini kaybetmiş hem de eskiden okul yokmuş. Nasıl öğrensin zaten o dönemde çok az sayıda insan okuma yazma bilmiyormuş.
Melek ona tekrar: “Oku” demiş.
"Neyi okuyayım?" diye sormuş
Ve melek ona okuyacağı sözleri tane tane söylemiş. Bu sözler Muhammed’in kalbi üzerine yazılmış: “İkra-oku Yaradan Rabbinin adıyla, o insanı bir damla pıhtılaşmış kandan yarattı. İkra-oku Rabbin çok büyük kerem sahibidir. İnsana bilmediklerini belleten ve kalemle yazı yazmasını öğretendir.”
Kaybolanları Sevmem
(Emir ile Elif gece bahçesi adlı çocuk filmini büyük bir keyifle seyrettiler. Kâh Tombilubular gibi dişlerini fırçaladılar kah Maka paka gibi oyuncaklarını temizlediler kah Absdeyzi gibi etrafa öpücükler saçarak dans ettiler. Ahular gibi uykuları gelince uzun uzun esnemeye başladılar. Igılbigil hariç gece bahçesinin tüm sevimli kahramanları uyumuştu. Emir ile Elif de yataklarında, gözkapakçıkları kapanmak üzere. İşte o anda baba bize masal anlat dediler. Babaları da onlara İbrahim adlı bir çocuğun yüce yaratıcıyı arayışını anlattı.)
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde zaman zaman içinde…
Zamanların birinde Kafdağı ardındaki esrarengiz bir ülkede bir şehir varmış; Urfa mı desem Bafra mı? Maltepe mi? Yoksa Yalta mı? Harran mı? Halep mi? Arşın mı? İşte o şehirde İbrahim adlı bir çocuk yaşarmış. İbrahim çok çalışkan, akıllı, zeki, cevval, cin fikirli bir çocukmuş. İbrahim’in babası maharetli bir heykeltıraşmış. Küçük, orta, büyük, siparişe göre boy boy heykeller yaparmış.
Adına put derlermiş bu heykellere. İşin garip tarafı insanlar bu putlara “yaratan da sensin doyuran da. Eden de sensin eyleyen de. Yoktur senden başka ilah, yoktur senden başka tapacak” deyip taparlarmış. İbrahim çocuk aklıyla tüm bu tapınışlara bir anlam veremiyormuş.
Bir gün babasının atölyesine gelmiş. Babası büyük bir putun üzerinde çalışıyor onu şenliklere yetiştirmek istiyormuş: “Sevgili babacığım demiş İbrahim. Sen de ben de biliyoruz ki bu putlar cansız birer taş parçası. Değil insanlara kendilerine dahi faydası yok. Ben bu taşlardan kendime cille bile yapmam. İnsanlar bu taşlara niye ibadet eder ki?”
Babası elindeki çekici, murcu bırakarak İbrahim’in yanına gelmiş: “Biliyorum benim akıllı oğlum, tüm bu gördüğün putları ben yaptım. Gerçekte cansızdırlar ama onlar bizi Allah’a yaklaştırıyor. Hem senin okul masrafını, annenin bitmez tükenmez ihtiyaçlarını ve kardeşinin süt parasını kazanıyorum. Senin anlayacağın demiş babası sağ başparmağı ile işaret parmağını birbirine sürterek mesele tamamen duygusal.”
İbrahim cevap vermemiş ve sırtını putlara dönmüş atölyeyi terk ederken babasının sesi atölyenin tozlu duvarlarında yankılanmış: “İbrahim (!) putlara tapmayabilirsin ama sakın onlara ilişme, onlara hakaret etme, sövme ve sakın bana dediklerini başkalarına deme” demiş.
İbrahim umursamazlık içinde omuz silkerek atölyeyi terk etmiş.
Baharın gelmesiyle şehirde büyük bir panayır kurulmuş. O panayırda neler yokmuş ki; atlıkarınca, çarpışan arabalar, bowling, langırt, komik palyaçolar, ayı oynatanlar, gökyüzüne iple tırmanan cambazlar, sepetlerde flüt eşliğinde dans eden yılanlar…
Tüm halk büyük bir heyecanla bu panayıra akın etmiş. Hatta civar kentlerin insanları da katılmış.
İbrahim’in o gün planını uygulamaya koymuş. Aslında uzun zamandır bu plan varmış kafasında. Bir tek o panayıra gitmemiş ve doğruca putların bulunduğu ulu mabede girmiş. Meşaleler mabedi aydınlatıyormuş. Babasının üzerinde günlerce çalıştığı büyük putun yanına yaklaşmış. Putun önünde çeşit çeşit adaklar, boynunda taze kır çiçeklerinden bir gerdanlık varmış. Elindeki baltayla küçük putları birer birer kırarak baltayı büyük putun omzuna asarak süratle tapınağı terk etmiş.
Panayır ana baba günü. İnsanlar doyumsuz eğleniyorlar. Çocukların keyfi, neşesi yerinde.
Nihayet akşam olmuş. İnsanlar akşam ibadetlerini yapmak için mabede gelmişler. Bir de ne görsünler her yer kırık putlarla dolu. Sadece büyük put yerli yerinde, omzunda ise bir balta asılı. Hepsi aynı anda haykırmış: “İbrahim(!!!)”
İbrahim akşam batmakta olan güneşe ve yeni doğan aya bakmakta ve tefekkür etmekteymiş. Hırçın, kabına sığmaz kalabalığın kendine doğru geldiğini görmüş ama hiç istifini bozmamış.
Demişler ki: “Hadi itiraf et İbrahim, putlarımızı sen kırdın değil mi? Çünkü onlar hakkında günlerdir ileri geri konuşuyorsun bugün panayırda da görmedik seni.”
“Doğru putlarınızı sevmiyorum, panayıra da gelmedim ama putlarınızı ben kırmadım” demiş.
“Sen kırmadın peki kim yaptı bunu?”
Herkes korku ve şüpheyle birbirine bakarken İbrahim: “Onu yapan olsa olsa büyük puttur. Görmediniz mi? boynunda balta aslıydı.”
“Güldürme bizi İbrahim demişler o kimseye faydası zararı dokunmayan, hareket bile edemeyen taştan bir put.”
İbrahim cevabı alınlarına yapıştırmış: “Madem putlarınız bir taş parçası. Madem kimseye bir faydası yok ve bir adım atmaktan aciz, o halde neden onlara ibadet ediyor ve onlardan yardım bekliyorsunuz?”
“….”
İnsanlar dağılırken hava iyice kararmış ve ay tüm parlaklığıyla ortaya çıkmış, yıldızlar uzaklardan göz kırpıyormuş.
İbrahim aya bakarak demiş ki: “Putlardan İlah, Rab olmaz, olsa olsa Tanrı şu aydır. Ne kadar da parlak.”
Sabah olunca İbrahim başını gökyüzüne kaldırmış. Bakışları parlak ayı arıyormuş ama bulamamış. Sonsuz gökyüzünde güneş tüm berraklığıyla parlıyormuş.
“Yok yok demiş İbrahim. Benim rabbim ay olamaz çünkü o kayboldu. Olsa olsa benim rabbim şu ısısı ve ışığıyla yeryüzüne hayat veren güneştir.”
Akşam olup güneş batınca İbrahim hüzünlenmiş.
“Benim rabbim güneşte olamaz, çünkü o da kayboldu çünkü ben batanları, kaybolanları, yok olanları sevmem. Benim rabbim öyle bir Rab olmalı ki hiç solmasın, yok olmasın. Hasta olunca şifa versin ” demiş.
Yusuf’un Kokusu
(Emir İle Elif Pepe’yi büyük bir heyecanla seyrettiler. Pepenin söylediği birbirinden güzel şarkılara eşlik ettiler. En çok da “Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın” şarkısını beğendiler. Uykuları gelince dişlerini fırçalayıp yataklarına yattılar ve babalarına bize masal anlat dediler, babaları da onlara Yusuf peygamberin menkibesini anlattı.)
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde zaman zaman içinde…
Kenan ilinde bir gece Yakub’un oğulları yataklarından sessizce kalkıp mum ışığı etrafında toplandılar. Aralarında fısıltıyla konuşmaya başladılar:
“Artık ondan kurtulmanın vakti gelmedi mi? Baksanıza babamız en güzel kıyafetleri yine ona almış.”
“Geçen hafta kurulan panayırda da sadece Yusuf’a hediye almıştı.”
“Koyunları biz otlatırız, zeytinleri biz toplarız, bağı biz çapalar, bostanı biz bekler, yükü biz taşırız”
“Babamız ise Yusuf’um der başka bir şey demez.”
“Bu iş böyle gitmez, babamız gerçekleri görmeli artık.”
“Ben diyorum ki: onu dağa götürüp bırakalım.”
“Bence denize atalım, köpek balıklarına yem olsun”
“Hayır benim daha iyi bir fikrim var şimdi şöyle yapacağız…”
Hep beraber mum ışığı üzerine eğildiler. Oda bir anda karanlığa gömüldü ve kardeşler ağabeylerinin karanlık planını dinlediler.
O sabah Yusuf babasına gördüğü ilginç rüyayı anlatıyordu; rüyasında on iki yıldız, güneş ve ayı ona secde etmişlerdi.
Rüyayı büyük ilgiyle dinleyen babası onun terli saçlarından öperek: “Sakın rüyanı kardeşlerine anlatma” dediyse de Yusuf dayanamamış ve rüyayı ağabeylerine sevinçle anlatmış.
Yusuf’un rüyasına tahammül edemeyen ağabeylerinin kıskançlık damarları daha da kabarmış ve akşam yaptıkları planı hemen uygulamaya karar vermişler.
Babalarına: “Sevgili babamız yarın tatil, biz oyuna gideceğiz. Yusuf da bizimle gelsin, gezsin, dolaşsın, oynasın.”
Babaları onların akıllarından geçen sinsi planı okumuştu sanki: “Bırakın Yusuf’um yanımda kalsın, sizinle gelirse farkında olmadan kurt yer onu.”
“Yok dediler sen bize güvenmiyor musun? Biz varken nasıl kurt yermiş, biz o kurdun canına okuruz.”
Babası Yusuf’u oynamaya pek istekli görünce: “Peki der akşam olmadan evde olun, çünkü çocuklar hava kararmadan evde olmalıdır.”
Ve Yusuf’u alarak evden uzaklaştılar. Tenha bir yere gelince onu kuyuya attılar. Yusuf kuyuya “cup” diye düştü.
Akşam eve döndüklerinde ağlayarak: “Sevgili babamız keşke senin sözünü dinleseydik, biz oyun oynarken Yusuf’u kurtlar kapmış bakın işte kanlı gömleği”
Yakup başına gelecekleri biliyor gibiydi sanki. Kanlı gömleği eline aldı ve: “Ben Yusuf’umun kokusunu duyuyorum, artık bana düşen güzelce sabretmektir” dedi tevekkülle.
Yusuf kuyuda ağabeylerinin neden böyle bir davranışta bulunduklarını uzun uzun düşündü, belki de bu bir saklambaç oyunu idi. Ağabeyleri birazdan gelecek onu kuyudan çıkartıp eve gideceklerdi. Dakikalar hatta saatler geçiyor ama ne gelen vardı ne giden.
Yusuf ağabeylerinin kendini ölüme terk ettiklerini düşünemiyordu. Kuyudan ağabeylerine seslendi. Sesler kuyunun soğuk duvarlarında yankılandı.
Gece oldu, gökte yıldızlar pırıl pırıl parlamaya başladı ama gelmediler. Nihayet uykusu geldi, kuyunun sığ bir yerinde dertop oldu, uyudu.
Uyandığında konuşmalar duydu. Etrafını kolaçan etti, nerde olduğunu düşündü, demek ki bu bir rüya değildi. Bir bakraç gördü, hemen tutundu.
Kuyudan suyla birlikte bir çocuk çıkmıştı. Bu manzara karşısında adamlar şaşkındı. Bu olsa olsa Tanrıdan bir hediyedir diye düşündüler. Böyle yakışıklı bir çocuk Mısır’da iyi para eder deyip yanlarına aldılar. Kervan Mısır’a doğru yola çıkmış.
Yusuf’u ev hizmetlerine yardım etsin diye Mısırın Emir’i satın almıştı. Fakat Yusuf çok akıllı, terbiyeli bir çocuktu. Onu okula gönderdiler. Yusuf tüm okulları başarı ile bitirdi. Sınavları kazandı ve Hazine İşlerinde çalışmaya başladı. Kısa sürede Hazinenin yöneticisi oldu. Çok çalıştı. Ambarları buğdayla, kasaları parayla ve kilerleri yiyecekle doldurdu. Çünkü Yusuf’un arkadaşı rüyasında yakında büyük bir kıtlık olacağını görmüştü. Yusuf rüya konusunda mahirdi ve rüyaları tabir etme yeteneği vardı. Gerçekten de uzun süre yağmur yağmadı. Toprak susuzluktan çatladı, ekinler, ağaçlar kurudu. İnsanlar bir kap yemek bulabilmek için yolları düştüler. Geldikleri yer ise Mısırdı, çünkü Yusuf tedbirini almış, halkına hiç yokluk çektirmiyor ve civar memleketlerden gelen insanlara yardım ediyordu.
Yusuf’un ağabeyleri de kıtlıktan etkilenmişler ve Mısıra gelmişlerdi. Yusuf onları tanıdı ama belli etmedi: “Sizin dedi babamız var mı?”
“Evet ey Emir hazretleri dediler, gözleri görmez ihtiyar bir babamız var.”
“Durumu nasıl?”
“Sorma dediler yıllar önce kaza sonucu bir kardeşimizi kaybettik, elinde ondan hatıra kalan bir gömlek ağlar durur.”
“Onu niye getirmediniz?”
“Çok yaşlı, üstelik gözleri de görmez.”
“Size buğdayı ancak onu buraya getirirseniz veririm” dedi Yusuf kararlılıkla.
Amanın bu nasıl olabilir dediler. Âmâ, ihtiyar babamızın Mısır sultanları ile ne işi olabilir ki, fakat açlık kıtlık dayanılacak gibi değildi, geri dönüp memleketlerindeki ihtiyar babalarını alıp getirdiler.
Yakup yol boyunca: “Sürekli Ben Yusuf’umun kokusunu duyuyorum, ben ona gidiyorum” dedi.
Oğulları: “Bıktık artık senin şu Yusuf’undan da onun kokusundan da, Sakın Emir hazretlerinin huzurunda bu olaydan bahsetme. Bu seferde buğday alamazsak yandık” dediler.
Yusuf babasını görünce çok duygulandı. Onun boynuna sarıldı. Yakup: “İşte bu benim Yusuf’um” dedi.
Kardeşleri: “Babamız aklını kaçırdı, buğdaydan vazgeçtik, bizi hapishaneye atmasalar” dediler.
Ama Yusuf, kardeşlerinin paniklemesine fırsat vermeden kendini tanıttı, başından geçen tüm hikâyeyi anlattı.
Kardeşlerini affetti ve hep beraber mutluluk içinde yaşadılar.
Semazen Dede
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, zaman içinde…
Bir öğle sonrası Anadolu Selçuklu Devletinin başkenti Konya’ya esrarengiz bir derviş gelmiş. Kahvehanede oturan adamlara bir takım sorular sorup hana yerleşmiş.
Akşama yakın handan çıkıp Şeker Karan medresesi önüne gelmiş, heyecanla beklemeye başlamış.
Güneşin gurubuna yakın Derviş, talebeleriyle Meram bağlarından dönmekte olan Mevlana’nın önüne geçmiş, atının dizginlerinden tutmuş: “Söyle bana Hz. Muhammed mi büyük yoksa Beyazıd-ı Bestami mi?” diye sormuş.
Talebeleri: “Bu ne küstahlıktır bu ne rezalettir, böyle soru mu olur?” deyip homurdanmışlar.
Mevlana ise son derece sakin: “Elbette Hz. Muhammed yaratılmışların en büyüğüdür” demiş.
Derviş tekrar sormuş: “Beyazıd, Yaratana hitaben sana doyduk derken, Peygamber sana doyamadık diyor bu nasıl iş?”
Mevlana şöyle cevaplamış: “Beyazıd’ın kabı dardı, çabuk doldu, Peygamberin kabı elbette ki çok genişti, dolmadı.”
Derviş duyduklarından memnun olacak ki, gülümseyerek Mevlana’ya bakmış.
İşte o anda Mevlana’ya garip haller olmuş. Başı dönmüş, gözleri kararmış, atından düşüp bayılmış. Talebeleri dervişe kızıp azarlamışlar ve hocalarını eve götürmüşler.
Mevlana gözlerini açtığında: “O nerede?” diye sormuş. “Kim demiş karısı, oğulların Velet ile Alaattin mi? kızın Kimya Hatun mu? yoksa dostun Zerkubi mi?”
“Yok demiş o nerede yani derviş. Bulun bana onu.”
Dervişi kahvehanede satranç oynarken bulmuşlar. Alıp Mevlana’nın huzuruna getrmişler. Kimsin sen demiş. Ben Şems asıl sen kimsin diye sormuş. Mevlana sanki dili tutulmuş gibi cevap verememiş.
Kimdi Mevlana? Büyük alim, vaiz, müderris, süslü elbiseler giyen, coşkulu sohbetler eden, mal mülk sahibi bir ulu zat. Evet Kimdi o? Bu soruyu defalarca kendine sormuş; kimim ben?
O günden sonra Mevlana Şemsin talebesi olmuş. Kırk gün kırk gece halvet olup, sohbet etmişler. Ondan öğrendikleriyle tüm hayatı değişmiş. O güne kadar şekli yaşam tarzına önem veren büyük âlim, vaiz, müderris Mevlana her şeyini elinin tersiyle iterek, terk etmiş.
Derviş, Mevlana’ya ne öğretmişti?
“Önce ilmin satırda değil, sadırda olduğunu öğretmiş. Sonra sadırda olan ilimle Yaratana ulaşılamayacağını söyleyerek hakikat ilmini öğretmiş. Yani Allah’a ulaşmak için tüm maddi şeylerin; makam, mevki, şan şöhret, mal mülkün terk edilmesi gerektiğini, dünyayı terk ettikten sonra ukbayı dahi terk etmek gerektiğini, nihayet terki dahi terk ederek insanın bizatihi kalbiyle Allah’a ulaşmasını öğretmiş.
Şems bir ikindi vakti gizemli şekilde oraya çıktığı gibi yine akşam vakti ansızın ortadan kaybolmuş.
Şemsin nereye gittiğini kimse bilmiyor. Bir rivayete göre onu çekemeyenler tarafından öldürülüp kuyuya atılmış diğer bir rivayete göre ise dedidoku ve baskılara daha fazla dayanamayıp ülkesine geri dönmüş.
Bir zamanlar Şems şöyle dua etmiş: “ Yarabbi beni kendi velilerin arasına koy ve onlarla arkadaş kıl.” Şemsin duasının karşılığı Mevlana imiş. Onu bulmuş, dostunun kalbindeki Allah aşkını ateşlemiş, ortaya öyle büyük bir yangın çıkmış ki yangının dehşetinden kendi bile korkup kaçmış.”
Mevlana tam bir cezbe insanı, aşk adamı, coşuyor, taşıyor, çağlıyor, rebâb çalıp şiirler okuyor ve sema ediyormuş.
Bir gün Mevlânâ, Selahaddin’in dükkânının önünden geçerken, onun ahenkli çekiç vuruşundan heyecanlanmış, cezbelenmiş, hemen orada sema etmeye başlamış, Selahaddin de onun bu halini görüp, çekiç altındaki altının ezilip zayi olacağını düşünmeden vurmaya devam etmiş. Selahaddin çekicini vurmuş Mevlana aşka gelmiş bayılıncaya kadar sema etmiş.
Semazenler; hem kendi etraflarında hem de pistin etrafında sema ederler. Gözleri kapalı, huşu, bir düzen, intizam ve ahenk içindedirler. Birbirlerine çarpmazlar ve birbirlerinin alanını ihlal etmezler. Tıpkı kâinattaki gezegenler gibi. Gökteki gezegenlere bakıldığında başlangıçta bir kaos ve bir düzensizlik göze çarpar ancak en ince ve hassas terazilerden daha mükemmel ölçü ve mikyaslara sahiptirler.
Tüm bu dönüşlerde semazenlerin başı neden dönmez?
Bütün sır sema dönerken başlarını hafif eğmelerinde yatıyor. Sema yaparken 20-25 derecelik bir eğim veriyor. Bu eğim iç kulaktaki denge sirkiler kanallarının eşit derecede uyarılmasını sağlar. Böyle izah ediyor bilim, ama biz bu yazımızda maddi bilimleri elimizin tersiyle itiyor ve semazenleri döndüren kuvvetin aşk olduğunu belirtiyoruz.
Kızlar da dönebilir mi?
“Niye dönmesin ki. Babalarının minik melekleri kzlar niye semazen olmasın ki… Hem öyle bir semazen olur ki. Bu yolda cinsiyet ayırımı yoktur. Bu yolda insanların cinsiyetine, mevkii makamlarına, rütbe ve derecelerine bakılmaz. Tek ölçü aşktır. Bu yol aşk yolu ve aşk yolculuğudur. Yolculuklar ırmakların denize akması gibi hep gönül dostlarına doğrudur. Yeter ki aşk gönle düşmeye bir görsün.”
Büyük Patlama
(Emir ile Elif Nur Dede çizgi filmini keyifle seyrettiler. Nur Dede çocukları çok seviyor, onlara şekerler veriyor ve ne olur dualarınızda bana da yer verin diyordu. Yatma vakti gelmişti. Artık hikaye vakti idi. Babaları da onlara yalçın kayalıklar ülkesinde zeki bir çocuğun hikayesini anlattı.)
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde zaman zaman içinde…
Doğuda, yalçın kayalıklar ülkesinde akıllı mı akıllı, parlak zekalı bir çocuk yaşarmış. Haram lokma yemez, kötü söz bilmez, asla kavga etmez, annesinin sözünden çıkmaz, babasının bir dediğini iki etmezmiş.
Serin bir yaz gecesi evlerinin balkonunda çay içerken annesinin dizlerinde uyuyakalmış. Uykusunda garip mi garip tuhaf mı tuhaf bir rüya görmüş.
Rüyasında tufan sonrası Nuh peygamberin gemisinin oturduğu, nice efsanelere konu olan meşhur Ağrı dağında müthiş bir patlama olmuş. Dağdan kopan devasa parçalar dünyanın dört bir yanına saçılmış.
Rüyasında annesine demiş ki: “Ana sakın korkma(!) bu Rabbimizin bir emridir o Rahimdir Hakimdir.”
Anası onun yumuşacık saçlarını okşamış, pak alnından öpmüş: “Zaten korkmadım bir tanem, sen yanımdasın ya, amma bu patlama büyük bir olaya işaret olsa gerektir.” demiş.
Annesinin dediklerini tasdikler mahiyette mühim bir zat beyazlıklar içinde çıkagelmiş. Üzerinde bembeyaz bir elbise, göğsüne kadar uzamış süt kadar beyaz sakalı ve elinde Musa’nın (a.s) yere bırakınca ağzından kızıl alevler saçan ejderhaya dönüşen asası gibi bir asa varmış. Ona demiş ki: “Uyanma vakti evlat haydi kalk kutsal kitabı halka anlat.”
Minik kalbi minik bir serçe yüreği gibi göğsünden fırlamak üzereyken birden uyanıvermiş.
Hâlâ geceymiş. Gökyüzü duru ve berrakmış. Havada püfür püfür esen tatlı bir rüzgâr ve bu rüzgârda dans eden balkon perdeleri…
Annesinin yüzünde tebessüm, gözlerinde ışık ve elinde bir bardak soğuk su.
Yudum yudum içmiş buz gibi soğuk suyu, heyecanı yatışmış, ama yine de yüreği kaburga kemiklerini dövüyor ve yüzü pembeleşiyormuş.
Anneler çocuklarının her halini bilir. Çocuklarının düşüncelerini okuyabilir. Onlar rüya görse de rüyaları annelere malum olur.
Annesi demiş ki: “Çok korktun mu bir tanem?”
“Hiç korkmadım peki ya sen?”
“Hayır, ben de korkmadım, hem sen bana rüyada korkma dedin ya.”
Biraz soluklanmış annesi, oğlunun heyecanının biraz daha yatışmasını beklemiş: “ee karar verdin mi?”
Başını olumlu anlamda sallamış: “Evet anne kararım kesin. Çok çalışacağım, ileride bilgili bir insan olacak ve kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerimin güzelliklerini tüm insanlara ispatlayacağım.”
Sonra yıllar yılları, aylar ayları ve günler günleri kovalamış. Yalçın kayalıklar ülkesinde olaylar olayı, hadiseler hadiseleri takip etmiş. Nice baharlar güzü, kışlar yazı takip etmiş. Büyük inkılâplar, sosyal değişimler gerçekleşmiş ve Kur’anın etrafındaki kalın surlar bir bir yıkılmaya başlamış. Surların yıkıldığını, kalelerin fethedildiğini gören iç ve dış düşmanlar fırsat bu fırsattır deyip hemen Kur’ana hücuma başlamışlar. İşte vay efendim bu devirde böyle kitap mı olurmuş, böyle bir kitabın hükümleri artık geçmişte kaldı, bizler modern asrî bir çağda yaşıyoruz demişler. Hatta bir toplantıda bu Kur’anı Müslümanların elinden almalıyız Müslüman çocuklarını kendi kitaplarına düşman etmeliyiz sonucu çıkması üzerine o çocuk büyük bir gayret, fedakarlık, sabır ile icaz-ı Kur’anı beyan ederek Kur’anın sönmez ve söndürülemez manevi bir güneş olduğunu tüm dünyaya ispatlamış.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.