- 1046 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
ALLAHIN SOPASI
BİLİYORUM..ROMAN GİBİ OLDU AMA PEK ÇOK GERÇEK ÖYKÜDEN OLUŞTURDUĞUM BU ÖYKÜYÜ BÖLMEK ONA YAPILACAK EN BÜYÜK HAKSIZLIK OLACAKTI...
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Torununun çocuğunu görmek her kula nasip olan bir durum değildi ama Eyüp Ağa ve onun gibi Kafkas Dağlarının havasını ciğerlerine doldurmuş, buz gibi sularından içmiş insanlar uzun ömürlü oluyorlardı genellikle. O da doksan yaşına merdiven dayamasına rağmen hâla bir delikanlı kadar dinçti.
Torunu Neslihan’ın ilk çocuğu olan altı yaşındaki Gökçe’ye seslendi.
-Kız kepçe. Zilli. Çalıştın mı dersine bakayım?
Neslihan, Eyüp Dedesini..Pardon Ağa Dedesini oldukça severdi ama çocuğuna Gökçe yerine ’Kepçe’ Demesine de için için bozulurdu. Ağa Dedeyi kırmamaya çalışarak ama yine de sitemkar bir tavırla seslendi.
-Ağa Dedem. Onun adı kepçe değil Gökçe’dir.
Eyüp Ağa kar gibi beyaz sakallarını sıvazlayarak cevap verdi:
-Ahhh ahhh. Bu İstanbul sizi temelli değiştirdi. Ayşe’nin, Fatma’nın, Hacer’in, Hatice’nin suyu mu çıkmıştı da gittiniz kızın adını Gökçe koydunuz? Gökçe ne Allahını seversen? Haydi kız neyse. Oğlana ne demeli. Tuttunuz ona da Berkay dediniz. Berkay ne?
Neslihan’ın Ağa Dedesine cevap verecek hali yoktu. Sesini çıkarmadan sustu. Hem onunla tartışılmazdı ki. Mutlaka bir şeyler bulur buluşturur hep haklı çıkardı.
Bu arada Gökçe duvardaki cüz kesesi içinden çıkardığ Elif Cüzünü eline almış, kafasına da bir yazmayı güzelce dolayıp Ağa dedenin karşısına dikilmişti bile.
-Başlayalım mı Ağa Dede?
Eyüp Ağa gururla ve sevgiyle baktı torununun minik kızına.
-Senin o başlayalım mı diyen dillerini yerim ben. Başla bakalım.
Gökçe başladı:
-Elif üstün e. Elif esre i. Elif ötre ü. Be üstün be. Be esre bi.Be ötre bü.
Maşallah, sübhanallah.. Sular seller gibi ezberlemişti dersini Gökçe. Eyüp Ağa cebinden bir avuç renk renk şeker çıkartıp Gökçe’ye verdi.
-Aferin benim akıllı kızıma. Buyur. Hediyeyi hakkettin.
Bir avuç şekeri gören Neslihan hemen fırladı.
-Kız bırak o şekerleri. Dişlerin çürük içinde zaten.
Sonra Ağa Dedesine döndü.
-Ağa Dedem ! Allah aşkına şuna şeker verip durma. Sonra yemek filan yemiyor. Hem bak dişleri de döküldü.
Eyüp Ağa, bundan elli altmış sene kadar önce olsa çoktan Neslihan’ın suratına tokadı indirmişti ’ Sen Dedenin karşısında nasıl konuşuyorsun? ’ Diye ama şimdi devran değişmişti. O zamanlarda bırakın torunları, kız çocuklar ve gelinler bile büyüklerin yanında kendi çocuklarının başını okşayamazlardı.
Neslihan’a bir şey demeden Gökçe’ye seslendi.
-Kızım ! Annen haklı diyor. O şekerlerden bir tanesini ye, ötekileri annene ver. O sana yemekten sonra verir yine.
Ağa Dede’nin hâla herkese sözü geçiyordu. Sadece Gökçe hariç. Onu oldukça şımartmışlardı. Avucundaki şekerleri vermek istemedi. Neslihan zorla almaya kalkınca da bastı yaygarayı. O yaygara yapınca da Neslihan’ın güç bela uyuttuğu Berkay bebek zıpkın gibi gözlerini açtı ve hicaz makamından bir ıngaaa faslına başladı.
Neslihan, Gökçenin elinden aldığı şekerleri sehpanın üzerine bırakarak ok gibi Berkay Bebeği yatırdığı odaya koştu. Zira bu evde Berkay’ın ya da Gökçe’nin ağlaması demek ’ Sustur şu çocukları’ Diye başlayan ve bir türlü sonu gelmeyen bir münakaşa demekti. Kocası ve aynı zamanda amcasının oğlu olan Ömer’in asla tahammül edemediği bir şey varsa o da çocuk zırıltısıydı.
Ömer’in eve gelmesina az kalmıştı. Zavallı adamın(!) her gün masa başında oturarak çalışmaktan anası ağlar (!) yorgun argın ve aç bir şekilde eve döndüğünde haliyle sessizlik ve huzur isterdi ama hepsinden daha önemlisi yemek... Sanki bir tek Allahın günü yemeksiz kalmış gibi her gün eve geldiğinde o mutad soruyu sorardı: ’Yemek var mı?’
Neslihan içinden ’Zıkkımın kökü var ayı’ dese de dışından günün menüsünü sayar dökerdi: ’ Var var...Hıngel yaptım bu gün. Seversin sen’
Gerçi Ömer kaz ciğeri yemeyi tercih ederdi ama burası İstanbul’du. Kars artık çok gerilerde kalmıştı. Kazın ne kendisini ne de ciğerini öyle sık sık yemek mümkün değildi. O değil de keteye, lavaşa, tandır ekmeğine bile hasret kalmışlardı bu memlekette.
Neslihan, biraz güç de olsa Berkay bebeği uyutup içeri girdiğinde Gökçe çoktan bir avuç şekeri mideye indirmişti bile. İndirmesine indirmişti ama bu sefer aşırı şeker rahatsız etmişti onu. Midesi bulanıyordu.
Neslihan öfkeyle bağırdı.
-Ben sana yeme dedim değil mi? Eeeee Allahın sopası yok. Anne lafını dinlemezsen böyle olursun işte.
Ağa Dede ’ Bu ne utanmazlık. Sen benim yanımda nasıl bağırırsın çocuğa?’ Diyemedi. Oysa elli sene önce olsa çoktan eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü Neslihan’ı.
Neslihan’ın, Gökçe’yi tuvalete götürmesini ve zorla kusturarak pek çoğunu çiğnemeden yuttuğu şekerleri kusmasını sessizce izledi.
Beş dakika kadar sonra Gökçe artık rahatlamıştı. Rahatlamasına rahatlamıştı ama aklına da bir soru takılmıştı annesinin son sözleri dolayısıyla: ’Allahın sopası ’
Dedesinin sık sık bahsettiği, gökte yerde, her yerde, her zaman var olan, bir olan her şeyi gören, her şeyi duyan, her şeyin sahibi ve efendisi olan ama asla görünmeyen Allah’ın bir sopası mı vardı?
Ağa Dedesinin dizlerine koyduğu başını hafifçe kaldırarak boncuk gözlerinin tüm ışıltısı ve yüzünün tüm sevimliliği ile sordu?
-Ağa Dede ! Allahın sopası var mı?
Neslihan da merakla Eyüp Ağa’nın yüzüne bakmaktaydı. Gökçe iyi ki bu soruyu kendisine sormamıştı. Zira sorsa ne cevap vereceğini bilmiyordu. Peki Ağa Dede bir cevap verebilecek miydi acaba?
Eyüp Ağa hiç düşünmeden verdi cevabı:
-Var..Evet Allahın bir sopası var.
Neslihan şaşırmıştı çünkü halk ağzında hep ’Allahın sopası yok’ denirdi. Oysa Ağa dedesi ’Var’ diyordu.
Bu sefer o sordu merakla:
-Ağa Dedem ! Allahın bir sopası var mı gerçekten de? Hani bildiğimiz sopa yani?
Ağa Dedenin gözleri buğulandı. Elli sene, hatta belki daha da uzun bir zaman öncesine döndü bir anda.
-Anlatayım da dinle güzel torunum. Dinle ve kendin karar ver Allahın sopası var mı yok mu? Seydihan Enişteni hatırlıyorsun değil mi?
Neslihan, halasının kocası Seydihan Eniştesi ile Allahın sopası arasında nasıl bir ilişki olduğunu anlayamasa da hatırlıyordu.
-Eh işte. Şöyle hayal meyal hatırlıyorum.
Eyüp Ağa devam etti.
-Peki Naime Halanı ve halanın oğlu İlker’i de hatırlıyor musun?
Neslihan’ın gözleri doldu. Naime halasını da, kuzeni İlker’i de hayatında sadece bir kez görmüş olmakla beraber halasının onu ilk gördüğünde adeta tuz yalayan koyun gibi her tarafını nasıl yaladığını asla unutmamıştı. O gün bu gündür ne zaman burnuna kayısı ve reyhan kokusu gelse hep halasını hatırlardı. Zira Naime Halası ve kocası Seydihan, kayısı üreticiliği yaparlardı ki Abrugoz denen o kayısının tadını başka hiç bir kayısıda bulmak mümkün değildi. Dünyada sadece o topraklarda yetişen bir kayısı türüymüş. Öyle derdi Ağa Dedesi.
Seydihan Eniştesi ve Naime Halası kayısının yanısıra domatesten patlıcana her şeyi kendi bahçelerinde yetiştirmeye çalışır, süte, yoğurda, yumurtaya para vermezlerdi. Naime Halası yaklaşık olarak her sulu yemeğe mutlaka reyhan koyduğu için de özellikle reyhan kokusu Neslihan’a ömründe sadece bir kez gördüğü ata yurdunu hatırlatırdı.
-Çok değil Ağa Dedem. Yüzleri gözümün önünde canlanmıyor. Yani tam hatırlamıyorum. O sırada Gökçe kadar ancak vardım. Yalnız dedem, hatırladığım kadarıyla Naime Halamların beş tane de kızları vardı.Neden kızları değil de İlker’i sordun ki?
Eyüp Ağanın gözlerinden damlalar inmeye başlamıştı. Belli ki anlatacağı şey oldukça hüzünlüydü. Gökçe de gözlerini Ağa Dedesinin yüzüne dikmiş heyecanla anlatacaklarını bekliyordu.
Ağa Dede başladı anlatmaya:
****
Eyüp Ağa her zaman olduğu gibi tüm vakit namazlarını köyünün camiinde kılardı. O gün de öyle yapmış, namazını kıldıktan sonra akranları ile bir müddet köy kahvesinde hoşbeş ettikten sonra evinin yolunu tutmuştu.
Beline bağladığı koskoca anahtarla evininin bahçe kapısını açtıktan sonra doğrudan doğruya bir konak görüntüsünde olan evine yönelmiş ve evin kapısını da açtıktan sonra körüklü çizmelerini ayakkabılığa bırakıp terliklerini giyerek içeriye yönelmişti ki kapının yanındaki tahta bavul dikkatini çekti. Bu saatte kim gelmiş olabilirdi ki? Merakla içeriye seslendi.
-Binnaz. Kız Binnaz. Kim geldi?
Karısı Binnaz endişe ve korkuyla Eyüp Ağanın yanına geldi. Korku ve endişe içindeydi zira abdestinde namazında bir adam olmakla birlikte oldukça sert bir insan olan ve gerektiğinde (!) kadın milletinden dayağı esirgemeyen Eyüp Ağa’ya durumu münasip bir dille nasıl anlatacağını düşünüyordu.
Eyüp Ağa öfkeyle parladı.
-Kız dilini mi yuttun? Kimin bavulu bu?
Binnaz Hanım zorlukla yutkunduktan sonra cevap verdi?
-Naime’nin bavulu Ağam.
Eyüp Ağa daha da öfkelendi.
-Naime’nin bavulu mu? Sebep? Niçin bavulla gelmiş ki?
Binnaz Hanım bir kez daha yutkundu.
-Seydihan’la münakaşa etmişler yine.
Eyüp Ağanın prensiplerinde tersti böyle bir durum. Ne demekti kocasıyla tartışmak ? Ne demekti kocası bir iki laf söyledi ya da bir iki tokat attı diye bavulunu toplayıp baba evine gelmek? Ağa kızının asaletine yakışır mıydı böyle bir rezalet(!) Koskoca Kağızman’a rezil mi edecekti bu kız kendisini? Bırak ağayı maraba kısmında bile olmazdı öyle bavulunu toplayıp baba evine dönmek. Bir kız gelinliği ile çıktığı bir eve ancak kefeniyle dönebilirdi.
Daha da öfkelenerek gürledi:
-Eeeee?
Binnaz Hanım tüm cesaretini toplayarak cevap verdi:
-E si mi var ağam? Kız çıkmış gelmiş. Baba evine gelmek suç mu?
Suçtu. Hem de öylesine ağır bir suçtu ki kelimelerle ifade edebilmek mümkün değildi.
- Baba evine gelmek elbette suç değil ama gecenin bu saatinde, elinde bavulla, yalnız başına gelmek suç.
Binnaz Hanım endişe ile bakıyordu kocasının suratına. Şimdi Naime’yi ayağının altına alırsa ne yapardı? Çaresizce mırıldandı.
-Ağam ! Bu gece kalsın. Kendisiyle konuşurum ben. Olmazsa yarın barıştırırız kocasıyla.
Naime, oda kapısının arkasında babası ile annesinin konuşmalarını dinliyor, babası gürledikçe olduğu yerde bir kedi gibi siniyordu. Babasının böyle bir şeyi kabullenmeyeceğini bile bile buraya gelmekle hata etmişti ama başka nereye gidebilir, derdini kimlere anlatabilirdi ki?
Binnaz Hanım son bir ümitle Eyüp Ağa’yı en zayıf yerinden yakalamaya çalıştı.
-Haydi sofraya gel ağam. Bu gece senin için mumbar dolması yaptım.
Normal şartlarda mumbar dolması denince Eyüp Ağa’da akan sular dururdu ama bu sefer ona bile itibar etmedi.
-Boşver mumbarı şimdi. Hemen hazırlan gidiyoruz.
Naime de Binnaz Hanım da şaşırmıştı. Binnaz Hanım merakla sordu:
-Gidiyor muyuz? Nereye bu saatte?
Eyüp Ağa gayet sakin bir şekilde cevap verdi:
-Seydihan’ın evine gidiyoruz.
’Seydihan’ın evine gidiyoruz’ sözü Özellikle Binnaz Hanımın eteklerini tutuşturdu. Bu barut fıçısı adam şimdi Seydihan’ın evine giderse onun ağzını burnunu kırardı. Gerçi itin enigi hakketmişti ama? Ama ortada bir terslik vardı. Seydihan’ı dövmeye giderken kendisini niçin yanında götürüyordu ki?
-Yapma Ağam gece gece... Seydihan bir eşeklik yapmış.Sen büyüklük yap. Gece gece onu dövme. Yarın konuşuruz işi tatlıya bağlarız. Hem Seydihan senin akraban. İyi karşılanmaz köy yerinde. Dost var düşman var.
Neslihan buraya kadar çıt çıkarmadan dinlemişti ama burada dayanamadı artık.
-Ah Ağa Dedem ah. Hep akrabalara mı verirsiniz siz kızları? O onla akraba, bu bunla akraba. Ben bile amcaoğlumla evlendim. Bu nasıl bir töredir? Nasıl gelenektir böyle?
Eyüp Ağanın gözleri bir kez daha doldu.
-Ah be torunum. Başka çare vardı da biz mi ucundan tutmadık? Anam bile Ruslarla Ermenilerle savaştı silah kuşanarak ama gel gör ki Kürt İsyan etti ’ Siz de Kürtsünüz’ Diye bize vurdular. ’ Biz Türkoğlu Türküz’ Dedik bu sefer de devlete isyan edenler ’Siz bizden değilsiniz’ Diye vurdu. Taa 1900 lü yılların başından bu güne kadar hep böyle olmadı mı? Bu yüzden ata topraklarını bırakıp İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e dağılmadık mı? O kadar dağıldık ki artık toparlanamıyoruz da. Bak sen bile neredeyse otuz yaşına bastın ama daha halanı tanımıyorsun. Memlekete sadece bir kez o da altı yaşındayken filan geldin. Yani anlayacağın torunum, bizim bizden başka kimsemiz olmadı. Öyle olunca da bölünmememiz lazım geliyordu. O sebeple hep akraba evliliği yapıldı bizim aşirette.
Minik Gökçe hiç bir şey anlamasa da Neslihan gayet iyi anlamıştı. Gökçenin göz kapaklarının yavaş yavaş kapanmaya başladığını görünce Eyüp Ağa’ya seslendi.
-Ağa Dedem. Ben müsaadenle Gökçe’yi yatağına yatırayım sonra bana anlat şu Allahın sopasını.
****
Gökçe’yi yatağına yatıran Neslihan, Eyüp Ağanın pamuk gibi ellerini tutup öptü ve minik bir çocuk gibi başını onun dizlerine koyarak
-Anlat Ağa dedem. Anlat kaldığın yerden Allahın Sopasını.
*****
Ağa Dede devam etti
****
-Yahu hatun delirdin mi sen. Ne diye döveyim Seydihan’ı?
Binnaz Hanım daha da şaşırmıştı.
-Madem dövmeyeceksin o halde gecenin bu vakti ne diye evine gidiyoruz ki?
Eyüp Ağa gayet ciddi bir şekilde cevap verdi.
-Bak Hatun ! Biz o adama kız verdik. Adam akşam yatarken karısına sarılıp da yatacak ama karısı yok. Bu durumda biz gideceğiz oraya ve Seydihan’a soracağız. Hangimizi koynuna almak isterse onunla yatacak.
Binnaz Hanımın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Bu deli herif neler diyordu böyle? Ama kocasının suratına baktığında adamın hiç de şaka eder bir hali olmadığını gördü ve iliklerine kadar titredi.
Tam herşeyi göze alıp ’ Sen sapıttın mı herif?’ Diyecekti ki Naime, gizlendiği kapının arkasından çıktı ve bavulunu eline aldığı gibi kendi evinin yolunu tuttu. Evet..Bu eve artık sadece ve sadece ya kocası ile birlikte ya da kefenle girebilecekti. Hem beş tane kız çocuğunu kime bırakıp da baba evine dönebilirdi ki.
’ Baba ! Allah rızası için bir kez olsun beni dinle. Bir kez olsun sor: ’ Kızım derdin ne diye’ Bile diyemeden boynunu bükerek elinde tahta bavul tekrar o cehenneme yani evine doğru yürümeye başladı göz yaşları içinde.
Oysa ne çok isterdi ’ Babam ! Benim güzel babam! Çektiğim işkenceyi bir ben bilirim bir Allah. Senin yere göğe sığdıramadığın damadın Seydihan neredeyse her gün ’ Bir erkek evlat doğuramadın. Allah senin gibi karının belasını versin’ Diyerek hayatı zindan ediyor bana’ Diyebilmeyi.
Hakikaten de acaba deseydi babasına... Deseydi ki ’ Seydihan her gün bana işkence ediyor erkek erkek çocuk doğuramadım diye’ Ne cevap verirdi acaba?
Neredeyse dizlerine kadar gelen karın soğukluğunu asla hissetmeden, gözlerinden inen her damlanın daha yere düşmeden donduğunun farkında bile olmadan ve köye kadar inmiş kurtların, çakalların ulumalarına aldırış etmeden histeri krizine tutulmuş meczup gibi gülmeye başladı:
-Ne diyecek? ’ Adam haklı. Sen de doğur bir tane’ Der.
Neslihan başını dedesinin dizlerinden kaldırıp onun o nur yüzüne baktı. Yok. Bu alnı secdeli, dili Kur’anlı, karıncayı bile incitmekten çekinen dedesi öyle demezdi mutlaka. Ama yine de merakla sordu.
-Peki gerçekten de halama ’ Madem öyle sen de doğur. ’ mu derdin Ağa dedem?
Eyüp Ağa tıkanmıştı adeta. Sehpa üzerindeki sürahiye uzandığı anda Neslihan bir bardak suyu dedesine uzattı. Soran gözlerle bakıyordu ona.
-Ha dede ? Öyle mi derdin?
Çaresizce cevap verdi Eyüp Ağa.
-Öyle derdim kızım. Çünkü o vakitler cahildik. Kördük.
Neslihan, öykünün devamını merak ediyordu.
-Sonra ne oldu Ağa Dedem? Hatırladığım kadarıyla Naime Halam en sonunda bir erkek evlat doğurdu değil mi? Yani İlker abimi az da olsa hatırlıyorum. Demek Allah sonunda onlara da bir erkek evlat verdi.
Eyüp Ağa yine başladı ağlamaya.
Verdi kızım verdi. Vermesine verdi ya...
Sustu.
-Anlsatsana Ağa Dedem. ’ Vermesine verdi ya ’ Dedin sustun...
*****
Naime altıncı doğumunu yapmak için yatmıştı hastaneye. Diğer tüm anne adayları yeni bir bebek dünyaya getirecekleri için sevinçle gülücükler saçarken, özellikle de ilk kez anne olacakların ağızları kulaklarındayken Naime hüngür hüngür ağlıyordu.
Ağlıyordu çünkü Seydihan onu hastaneye yatırırken sıkı sıkı tembihlemiş ve dahası gözdağı vermişti.
-Bak Naime ! Bu güne kadar seni tam beş defa bu hastaneye getirdim. İlk geldiğimde doğacak erkek çocuğuma isim bile hazırlamıştım. Ona İlker diyecektim. Ama sen İlker değil İlknur’u verdin bana. İkinci kez İlker dediğimde sen bana Hacer’i verdin. Üçüncü geldiğimde ’ Ha gayret. Bu sefer erkek gelecek’ Dedim sen yine İlker yerine Gayret’i verdin bana. Dördüncüde İlker beklerken yine kız oldu ’ Eh artık bu son olsun’ dedim; adını Songül koydum. Beşincide yine kız doğurdun. İsyan ettim adını Yeter koydum. Bu sefer de yine kız doğurursan hem vallahi hem billahi senin şu iki kolunu da tam omuz başından keseceğim.
Naime bir türlü anlatamıyordu kız ya da erkek çocuk doğurmanın kendi elinde olan bir şey olmadığını. Seydihan ’ Neslimi mi kurutacaksın uğursuz karı?’ Diyor da başka bir şey demiyordu. Ona göre başkalarının karıları nasıl doğuruyorsa Naime de öyle doğurmalıydı ama inadına, gavurluğuna doğurmuyordu.
*****
Naime’yi doğumhaneye aldılar. Seydihan dışarıda sigara üstüne sigara içiyordu. Kaynatasının yanında sigara içmesi normalde mümkün değildi ama bu sefer Eyüp Ağa kendisi izin vermişti.
-Utanma oğul yak. Bu gün Naime sana bir erkek evlat verecek. Buna inanıyorum. Zira benim kızlarım içinde erkek çocuk doğurmayan yok. Naime bu sefer başaracak.
Seydihan’ın Naime’yi nasıl tehdit ettiğinden haberi yoktu. Hoş olsaydı da farketmezdi ya. Hatta gerçekten de kollarını kesmiş olsa bile büyük ihtimalle ’ Kocasıdır. Asar da keser de’ Derdi.
Neslihan yine merakla sordu:
-Gerçekten de Naime Halamın kollarını kesseydi ’ Kocasıdır. Asar da keser de’ Der miydin?
Eyüp Ağa başını önüne eğdi.
-Bilmiyorum kızım. Derdim herhalde.
******
Yaklaşık bir ya da iki saat sonra doğumu yaptıracağını bildikleri ebe doğumhaneden elinde bir kundakla çıktı. Ama kadının suratı mahkeme duvarı gibiydi. Seydihan’ın da Eyüp Ağa’nın da suratı asıldı. Seydihan öfkeyle bağırdı.
-Senin bu uğursuz kızın yine kız doğurdu anlaşılan.
Eyüp Ağa boynunu büktü. Bu nasıl bir utançtı(!) böyle? Bir şeyler söyleyip Seydihan’ın öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu ki ebe hanım atıldı.
-Yok yok merak etmeyin bu sefer erkek.
Erkek mi? Beş kızdan sonra bir erkek ha? Seydihan sevinçle havalara sıçradı. Çocuğu erkek olarak doğarsa ebeye vermek üzere cebine doldurduğu bir tomar parayı ebenin ellerine tutuşturmaya çalıştı. Aynı anda Eyüp Ağa da ceketinin iç cebindeki beşi birliği çıkarıp ebenin eline tutuşturmaya çalışıyordu ama garip bir durum vardı. Ebe hanım neredeyse bir servet olan ne parayı ne de beşi birliği almak istemiyordu.
Eyüp Ağa dayanamadı.
-Alsana be kızım. Biz yıllardır bu günü bekledik hep.
Seydihan da atıldı.
-Al hemşire hanım al. Ananın ak sütü gibi helal olsun
Ebe Hanım kundağı Seydihan’ın ellerine koyduktan sonra konuştu.
-Kundağı açıp bakmayacak mısınız evladınıza? Bakın bakalım pipisi nasıl?
Seydihan aceleyle kundağın alt tarafını açtı. Ulan yoksa pipisi eksik mi doğmuştu bebek?
’Ohhh çok şükür’ Dedi. Çocuğun pipisi geyet normaldi
-Hay maşallah İlker’ime. Herifteki pipiye baksana baba. Neredeyse daha şimdiden bir metre var. Ha ha haaaa.
Başka zaman olsa bu densizliğe kızardı Eyüp Ağa ama şimdi onun da keyfi yerindeydi. ’ Maşallah. Maaşallah’ dedi.
Seydihan kundağın tamamını açtığında birden buz kesti. Eyüp Ağa da öyle...
Bebeği öylece orada masa üzerinde bırakıp kafalarını duvarlara vurmaya başladılar. Her ikisi de ’ Allahımmm. Allahımmm biz ne yaptık Ya Rabbim? Bizi nasıl cezalandırdın Yüce Mevlam?’ Diyerek adeta öküz gibi böğürüyorlardı.
Eyüp Ağa bir kez daha tıkandı. Lafın devamı gelmiyordu bir türlü.
Neslihan merakla sordu:
-Sonra Ağa Dedem? Sen ve Seydihan Enişte niçin kafalarınızı duvarlara vurdunuz ki?
Eyüp Ağa bir bardak su daha içtikten sonra zorlukla devam etti.
- İlker’i hatırladın mı diye sormuştum hani?
Neslihan cevap verdi.
-Evet Dedem. Sormuştun. Ben de çok hatırlamadığımı söylemiştim.
Eyüp Ağa devam etti.
-Onun nasıl biri olduğunu hatırlayabiliyor musun peki?
Neslihan hafızasını yokladı ama hayır...
Az daha düşününce birden aklına bir şey geldi.
-Sakattı yanlış hatırlamıyorsam
’Evet Kızım’ dedi Eyüp Ağa.
-İlker iki kolu da eksik olarak dünyaya gelmişti. Tam olarak babası Seydihan’ın annesine ’ Yine kız doğurursan senin kollarını omuz başlarından keserim’ dediği omuz başlarından itibaren her iki kolu da eksik olarak dünyaya geldi İlker.
Neslihan’ın da göz yaşları içinde dinlediği bu acı öyküden sonra dede torun birbirlerine sarılmışlardı. Eyüp Ağa nice sonra sordu torununa.
-Şimdi anladın mı güzel kızım Allahın sopası var mıymış, yok muymuş?
Neslihan tam ’Anladım Ağa Dedem’ dediği anda Gökçe, Eyüp Ağanın bastonu ile içeri girdi
- Dedeeee. Allahın sopası böyle mi?
Onca ağlamadan sonra katıla katıla güldüler...
Neslihan ne o gün ne de daha sonrasında ’ peki İlker’in suçu neydi?’ Diye bir soru sormadı Ağa Dedesine. Doksan yaşında bir ihtiyarı daha fazla üzmek istemiyordu. Ama aklında hep o soru vardı: ’ peki İlker’in suçu neydi? ’
YORUMLAR
Değerli hocam, böyle durumlarda "Allahım neden ben?!..." diye soranlara bir yazınızda sözünü ettiğiniz Gülsüm Kabadayı'nın (trafik kazası sonucu yatalak olan turist gence 8 yıldır bakan kadın) paha biçilmez fedakarlığı bir cevap olabilecekse, bu yaşanmış öykünün kahramanlarının kararan dünyalarına da belki tek ışığı tutmuş olursunuz...
Demek ki gaipten cevap beklemek kulun haddini aşması demek...
Ne yazık ki sonunda insanımızın çocuksulaştığı bir terbiye anlayışı bu had bilmezliği kültür haline getiriyor...
Kadın cinayetleri de bu bağlamda düşünülebilir...
Ne güzel demiş Yunus...
"İlim kendini bilmektir"...
Selam ve saygılarımla.
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Hocam,
boylesi bir vakayi ben de duymustum ama tekrar okumak, icim burkulmus olsada, guzeldi....
selamlar,
abdullah
sami biberoğulları
Aslında farklı farklı ve hepsi de yakın çevremdeki insanların ( Akrabalarımın ) Başından geçmiş olaylardı. Hapsini harmanlayıp tek bir öykü haline getirdim.
Selam ve sevgilerimle.
çok güzel anlatmışsın arkadaşım biraz uzun olmuş ama yine de okudum yüreğine sağlık.
sami biberoğulları
Evet..Uzun olduğunun farkındayım ama bölmeye kıyamadım .
İlginize çok teşekkürler.
Selam ve sevgilerimle.