- 1570 Okunma
- 9 Yorum
- 3 Beğeni
ZEYNO’NUN BİLİNÇALTINI ÖLDÜRMEK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Dilimde “Sen dünyaya anlam veren en güzel armağansın”… Yokuş yukarı çıkıyorum. Omuzlarımda iki kocaman üzüm kerteri. İki kahırlı ülke. İki ıssızlık semineri. Önceliği yitirilmiş iki düş adası… Güneş tepemden pejmürde halime ve araplaşan yüzüme bakıp kıs kıs gülüyor, ha gayret koçum az kaldı diyerek alay ediyordu benimle. Her gidiş geliş en az üç yüz metreydi. Günde sekiz saat. Gün boyunca üzüm yükleriyle beraber yaklaşık 10 km yol yapıyordum. Kadınlar üzüm kesiyor, erkekler ise kesilen üzümleri adına kerter denilen bu kocaman sepetlerle omuzlarında sergi yerlerine taşıyorlar, orada da içinde adına potasa dedikleri kimyasal bir sıvı olan bandırma kazanına bandırıldıktan sonra sericiler tarafından kurutulmaya bırakılıyordu. Her gün bu şekilde sekiz saat nasıl çekilirdi? Acı, sabır, yük ve tekrarlanan hamallık döngüsü. Ezberlenmiş mimikler dükkânı. Tabi ki kurulması kolay gerçekleşmesi imkânsız hayallerle ve kafamda kurguladığım öykülerle her günü akşam etmeyi başarıyordum. Yoksa çıldırırdım. Ya diğerleri! Onlar nasıl çıldırmıyorlar? Bazıları laflayarak, türkü söyleyerek, artistlerden bahsederek, bazıları da hiç konuşmadan ifadesiz bakışlarla yoksulluğun kollarında olmanın verdiği o kusursuz kabullenmişlikle akşamı getirirlerdi. Akşam beşte paydos edilirdi. İşçiler yorgunluklarını karşılarına alır “nasıl geçti günün sevgili yorgunluğum, bu günü de kazasız belasız atlattık, hadi geçmiş olsun” deyip eve gitmek üzere traktör römorklarına doluşurlardı. Erken yaşlanmış kızlar ve işlendikçe sevimli yüzü ortaya çıkan toprağın kronik mutluluğu. Gözleri keder yuvası babalar. Düş kurarken yakalanmış kızkardeşler. Aşktan uzaklaştırılıp çocuk doğurma fabrikası olarak yaşayan kadınlar. Delikanlıların güzel kızlara kaçamak bakışları. Sarıklarının altından gülümseyen, kıkırdayan işveli kızlar. Bir çukurun içine üst üste atılmış önemsiz hikâyeler… Omuzlarımda yaralar oluşurdu. Akşam eve gittiğimde duştan sonra annem o yaraların üzerine kaynattığı bir takım otların suyunu sürerdi. Erken yaşta böyle ağır işlerde çalışmak oldukça yıpratırdı bizi. Daha vakti gelmeden küçük kocaman adamlar olurduk. Küçük kocaman adamlar.
Zeyno’nun doğum gününe daha yirmi gün vardı. Zeyno liseden arkadaşım. Ona uzaktan bakmaların uzmanıydım. Ona o kıstırılmış koridorlarda uzaktan tükenerek bakmaların uzmanıydım. Zaten uzaktan bakmaktan başka neyimiz vardı ki seksenli yıllarda! Bir şeyi ne kadar çok istersen gerçek olurmuş derler. Ben de öyle yapıyordum. Zeyno’nun da bana âşık olmasını istiyordum çok… Çalıştığımız yevmiyelerin karşılığını ancak bir ay sonra alabiliyorduk, hem paraları babam alırdı. Bana bir şey kalmazdı küçük harçlıklardan başka. Olsun, evin geçiminin sağlanmasında pay sahibi olduğum için kendimle gurur duyuyordum. Zeyno’ya doğum günü hediyesi olarak ne alabileceğimi düşündüm ilk iki gün. Yukarıda alaycı güneş, aşağıda omuzlarıma çöken kutsal üzüm sepetleri ve dilimde “sen dünyaya anlam veren en güzel armağansın” mısrası… Harçlıklarımın bir kısmını biriktirmiştim. Sanırım ona bir parfüm veya bir kitap, o da olmazsa bir ti-şort alabilirdim. Evet, bunu yapabilirdim. Doğum gününde bu ve buna benzer hediyelerin arasında benim hediyem çok da aşağı kalmazdı böylece ve mahcup olmazdım. Ama bu oldukça klasik, derinlikten yoksun ve birbirine benzeyen hediye seçeneklerini düşündükçe bir türlü tatmin olamıyordum. Hayır, bu kadar basit bir hediye bana yakışmazdı. O benim Zeynomdu. Neden sıradan bir hediye olsun ki ona aldığım. Ancak, param bu kadardı, ne yapabilirim ki? Off, işin içinden çıkamıyordum… Dolu üzüm kerterlerini boşaltma yerine teslim ettikten sonra boş kerterlerle dönerdik. En güzel tarafı buydu. Yüksüz dönerken hayal kurmanın tadı başkaydı.
Nasıl yürüyebilirdim bunca insansız yolu!
O uçsuz bucaksız, şarapların kökeni üzüm bağları arasında çalışırken hep bu sözler ve melodi dolaşıp durdu etrafımda. Ah, alt dudağımın yardımı! Yağmurdan gelen fırtına kokulu mektuplar. Sancının tarihçesi. Çıkışsızlıklar tarlası. Delilik oyunları. Böylece sırtımdaki edebi yüklerle o ölümcül yokuşu tırmanırken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyordum. Bu iyiydi… Eğer diğerlerinden bir farkım olacaksa onda iz bırakacak bir hediye bulmalıydım. Yine bir sabah o salkımlar ve taneler vatanının yükü altında yürürken aklıma müthiş bir fikir geldi. Riski de vardı. Yetiştiremeyebilirdim de. Ona bir şarkı yazıp, bu şarkıyı herkesin içinde müziksiz çıplak sesle söylemek. Sesim de iyiydi. Hafiften bir Doğu gırtlağı da vardı. Evet, evet, Zeynom buna bayılacaktı. Hemen başladım sözleri kafamda yazmaya. “Sen dünyaya anlam veren en güzel armağansın.” Sözle birlikte melodi de akıp gidiyordu kendiliğinden. Kimse tutamazdı artık beni. Vız gelirdi kavurucu güneş ışınlarının saldırıları, her onbeş dakikada bir üzüm kerterleriyle üç yüz metre üzüm taşımak… Şarkının başlangıcı nasıl olmalıydı? Yaklaşık 3 tur boyunca bunu düşündüm ama işin içinden çıkamadım.
Ertesi gün aynı şeyler tekrar başladı. Koşturmalar. Gidiş gelişler. Mırıldanmalarım. Tuhaf hallerim. Ritim tutan kirpiklerim. Sırtımda taşıdığım yükü artık hissetmiyordum. Ama hala aklıma bir şey gelmiyor. Diğer çekiciler yorulup kenarda sigara molası verirken ben devam ediyordum. Nasıl bu kadar güçlü olduğuma ve yorulmadığıma kendim bile şaşırıyordum. Taşımaya devam ettim. Derken patikalardan inen bir mısra gelip yanağımdaki gamzenin içine saklandı. Selamlaştık. Hoş geldin canım! “Nasıl yürüyebilirdim bunca insansız yolu.” Hah dedim işte bu dize giriş bölümü için oldukça uygun. Sakin olmalıyım. Not etme şansım yoktu. Unutmamak için tekrar tekrar söyledim. Belleğimdeki not defteri gülümsedi, “o iş bende, rahat ol” dedi. Issızlık başını kaldırıp “neler oluyor orada, nedir bu gürültü ya kardeşim” diyerek öfkelendi. Issızlığın kafası karışık. “Yok bişi ıssızlık abi” dedim. Ayaklarıma gidip sahneyi hazırlamasını söyledim. Geliyorum Zeynooo, bekle beni! Sesim dinleyicilik görevi verilen bir tepenin en yükseğine kadar çıktı, orada bir kaya ile öpüştükten sonra yuvarlanarak gelip göğsümün içine girdi. Göğsüm; acemi kılıçların idman alanı.
Nasıl yürüyebilirdim bunca insansız yolu
Seni düşünmek olmasaydı
Nasıl kat edebilirdim bunca ağaçsız çölü
Seni düşünmek olmasaydı
Günler ilerliyor, doğum günü yaklaşıyordu. Neredeyse şarkının yarısını bitirmiştim. Diğer yarısı da çorap söküğü gibi gelecekti. Buna inanıyordum. Melodiyi aklımda tutmak için kısık sesle sürekli tekrarlıyordum. Yemek molasında insanlardan uzak bir yere gidip orada yüksek sesle söylüyordum şarkıyı. İskeleti hazırdı. Eksikleri defalarca düşünüp yerine koyuyor, sonra onu beğenmeyip başka kelimeler ve sesler bulmak için beynimi zorluyordum. İşçi lideri kalbim, uzun uğraşlarla nadiren bulunan nağmeleri bulup onlarla sözleşme imzalıyordu… Orada benimle birlikte çalışanların dikkatini çekiyordu dışarıdan bu tuhaf ve paranoyak hallerim. Kendi kendine konuşan, anlamsız mırıltılar çıkaran bir deliydim. Soranlara da mantıklı cevaplar verememekle birlikte olayı geçiştiriyordum. Nakarat kısmına gelmiştim. Burası biraz tiz söylenmeliydi. Nakarat kısmı önemli. Nakarat önemli! Nakarat önemli!
Sen dünyaya anlam veren en güzel armağansın
Sen her sabah uyandığımda yaşama bağlayansın
Herkesin kavrulduğu bu yangınlar çağında
Şifa ile aşk ile üzerime dökülen çağlayansın
Sanırım olmuştu. Ertesi hafta kalan yarısını da tamamlamıştım. Hayal gücüm çok şımarık hareketler yapıyordu. Zorlu bir işin üstesinden geldiğini düşünerek bacak bacak üstüne atıp kahvesini yudumluyordu. Ama ona kızamazdım. Çok çalıştı. İnsan üstü bir efor sarf etti. Azmin zaferiyle şımarmayı hak etmişti. Burası. Bu taraf. Ötekiler kulesi. Uğultulu kıyılar sergisi. Hayat düzelticilerinin ve yapmacık ustalarının olmadığı. Burada abartılmış çığlıklar çöplüğü değildir kimsenin yüreği. Herkesin kendisinde çürüdüğü. Burada herkes kendi gözbebeğindeki refleksin yanıtıydı. Ve ben henüz stajyer olan bir sabrın manifestosuydum. İzin verilmeyen düşünceler tablosu. Yani yankı toplayıcısı. Yani affetsin beni içsel iklimler hayal hakkımı aşırı kullandığım için. İşin sonunda Zeyno vardı. Zeyno’ya kalbimi gösterip; işte burası adının harflerinden kanatlar yapan kelebekler yuvası diyecektim. Zeyno bana âşık olacaktı. Şarkının ikinci bölümünü de gece yarısı tecrübesiz küçük yıldızların yardımıyla bitirdim. Penceremden yatağıma yıldız tozu döktüler.
Nasıl yüzüp geçebilirdim o karanlık gölü
Seni düşünmek olmasaydı
Bütün yeryüzü bütün evren bir ölü
Seni düşünmek olmasaydı
Pastalar, mumlar, üflerken dilek tutmalar, iyi ki doğdunlar… Sonrasında hediyeler açılmaya başlandı. En sona saklamıştım ben hediyemi. “Sana bir sürprizim var Zeyno” dedim. Doğum günü hediyesi olarak Ona bir şarkı yazdığımı, şu an burada bu şarkıyı söylemek istediğimi ve hediyemin bu olduğunu söyledim. Çok şaşırmıştı. Bu şaşkınlığı ona öyle bir güzellik katmıştı ki sanki devrim olmuş ve ülke Zeyno’nun yüzündeki rüyalizm rejimi ile yönetilmeye başlanmıştı.
Şarkıya başladığımda çıt çıkmıyordu kimseden. Öyküler dolaştı evin içinde. Ay ışığı demeçleri, papatyalar ve mavi irisler eşlik etti masumiyet çağının bir dağın zirvesinden akışına. Herkesi dansa kaldırdı bilinçaltımın sözcüleri… Çok sevindi, çok duygulandı. Bir bulut taburu gelip yanına oturdu. Gözleri doldu Zeyno’nun. Hediyelerin en güzelini aldığını düşünüyordu. Bir süre öyle mahcup ve ağlamaklı kaldıktan sonra utanmış bir tavırla öbür odaya geçti. Misafir hisler odasına. Yüzüne yapışan kelimelere bakıp öptü onları. Saçlarında tur atan melodilere elleriyle dokundu. Yeni yaşına girerken yeni hislerle tanıştı. Birden bir şeyi hatırladı ve kirpiklerindeki kemancı çırakları uyanmanın orkestrasını harekete geçirdi. “İmkânsız” diye kraliçe kadar yetkisi olan bir kelime çıktı ağzından.
Bir müddet sonra Zeyno aramıza geri döndü. Kolalar ve çaylar içiliyordu. Yüzlerde kitaplardan alıntı tebessümler. İyi ki doğmuştu Zeyno. Herkes sohbetlere dalmışken Zeyno gözlerindeki kayıt dışı sisleriyle bana doğru gelmeye başladı. Sanki dönmelerinden umudu kesilen gemiler yanaşıyordu yüzüme. Çok mutluydum. Gözlerimi çizgi haline gelene kadar kıstım. Öpecekti beni. Evet, öpecekti. Aşkın o seçilmişler kıyısında gezintiye çıkmıştım. Artık biliyordu. Onu sevdiğimi biliyordu. Bir şeyi eğer çok çok çok istersen gerçekleşirmiş isteğin. Bu doğruymuş. Evet, bu sözün doğruluğuna tanık oluyordum şu an. Kulağımın dibindeki o görünmeyen ülkeye kadar yanaştı Zeyno: “Ben Mustafa’ya aşığım Fırat, özür dilerim” dedi… O gün hisçi lideri dudaklarım süresiz vatandaşlıktan çıkarılmıştı.
YORUMLAR
Sen dünyaya anlam veren en güzel armağansın
Sen her sabah uyandığımda yaşama bağlayansın
Herkesin kavrulduğu bu yangınlar çağında
Şifa ile aşk ile üzerime dökülen çağlayansın
yüreğine sağlık ,kalemine kuvvet sevgili şair arkadaşım saygılar sevgiler.
Dramatik Buluntular
Sevgiler
Mutluluk iki kelime, o da nasip olana değil mi?
Çok akıcı ve çok güzeldi.
Kaleminize sağlık.
Dramatik Buluntular
Sevgiler...
Öykünüzü dün gece okumuştum. Son paragrafta ne olduğunu bilmek istemedim. Çünkü bu gencin bahtsızlar taifesinden olduğu belliydi. Sanırım ne şekilde üzüldüğünü bilmek istemedim. Finali az önce okudum..........
Yasanmış kadar gerçekçi bir o kadar da edebi bir dille yazılmış yine çok duygulu. Çok etkileyici bir anlatım. Aşkla ilgili yazılanları sevmedigimi unuturacak kadar begendim. Çünkü bu hikayede yalnızca aşk gören yanılır.
Kutluyorum. Saygılarımla.
Dramatik Buluntular
Bu tespitten sonra,
hemen az sonra
yeni bir öyküye başlanabilir.
Proust'un "Kayıp Zamanın İzinde" serisini okurken hep şunu düşündüm; çocukluk yıllarından bu güne değin bu kadar 3133 sayfalık detayı nasıl bu denli berrak hatırlayabiliyor. İnsan beyni tek değil, beden de üzerinde taşıyor hafıza kırıntılarını, yaşanmışlığın hiç geçmeyen kokusunu.
Belleğin gücü
ve Tabula Rasa.
Unutuşlar ülkesinde
hatırlamak
ve yazmak;
hep aynı yerden kırılma sanatı.
Teşekkürler Aynur Hanım güzel düşünceleriniz için.
Çok selam ve sevgiler.
Aynur Engindeniz
"Nasıl yürüyebilirdim bunca insansız yolu!." buraya kadar çok sevdim. sonra uzaklaştım anlatıdan, soğudum birden. inandırıcı gelmedi gerisi.hikayenin kahramanı yani işçi olan birdenbire maestro gibi orkestra yönetiyor. uzaktan sevmelerin ustası inandırıcılığını kaybediyor böylece. ama yine de sırtına yükledikleri küfelerden ,ekmeklerini kazananlardan dem vurduğu için tam puan aldı benden bu yazı...
Dramatik Buluntular
sevgiler saygılar
Aşk bir çeşit büyü, bir çeşit saplantı. aşkın bir kimyası, matematiği varsa bile çözmek imkansız gibi bir şey. aklıma karşılıklı aşkta başarısız büyük şairler geldi. insan doğası şairin kafasındaki gibi işlemiyor maalesef. her zamanki gibi yoğun ve dramatik cümleleriniz insanı mest ediyor. Çok tebrikler.
Dramatik Buluntular
Söz konusu aşksa gerisi teferruat
Çünkü aşk; kalbin vatanıdır.
Sevgiler...
Öyle güzel akıyor ki kelimeler yolunca, durmasınlar istiyorum .Yürüyelim beraber el ele bir aşk boyunca.Bir gayret umutlar yeşerttim onların ardı sıra. Bitince tebessüm gibi ama hüzünlü bir ifadeyi ası-verdiniz yüzümüze... Masumiyet aşka ne çok yakışmış.
Sevgilerimle
Dramatik Buluntular
Masumiyetin yitirilmesi demek
hayatın anlamını yitirmesi demektir
Teşekkürler Deniz
Sevgilerimle...
domino taşları gibi devriliyor sonra insan. yükü omuzlarında değil, en çok içinde, çok çok derinlerde. hergün orayı oyup kazıyor ama çıkarmıyor, atmıyor kalbinden. o taşlar bi dokunmayla hergün yıkılıyor sonra yeniden inşa ediliyor kendiliğinden.
Platon'un mağara alegorisi'ndeki gibi kafasını dışarıya uzatamayanlar, dokunmayanlar, o tümseği görmeyenler, dağın ardına bakmayanlar bejan'ın deyimiyle...iki zıt kutup, iki ayrı dünya insanı hergün birbirine çarpıyor tümsekli omuzlarından.
ama biri zincirlerinden kurtulup o mağarayı terkediyor..hayatı sorguluyor, gerçeklerin peşine düşüyor..mağaradaki oymalı resimleri gökyüzüne çıplak eliyle çizmek istiyor..
iki sokak sonra başka harabe bir duvar, çıkmaz yol ve dönme dolap gibi aynı dairenin içinde sıkışıp kalan hayatlar. sonra karşı balkona seslenisi geliyor insanın: yalıtılmış sesim sizden uzakta mı birader?
kalbinizi kuşlar sevsin deyip o mağaradan çıkıyorum..ah! lirik bir güz sancısı yine gökteki..
...
sevgiyle kal hep...
Dramatik Buluntular
Selamlar ve çokça sevgiler Gule.
Dramatik Buluntular
Diğer şeylerin tamamı figüran
Dramatik Buluntular
Saygılar...