- 1426 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
-KÖY/KÖYLÜ/KÖYLÜLÜK DERKEN EDEBİYATIMIZDA BİR DÖNÜŞÜMÜN ARKA PLANI-
Orhan Pamuk’un “Ben yazmaya başladığımda Türkiye’nin kırsal sorunları çok büyüktü ve herkes köy romanı yazıyordu.” şeklinde biraz abartılı ama gerçek payı da olan bir tanımlaması vardır. Biraz abartılı diyorum, çünkü edebiyatımızda ve romanımızda İstanbul imgesi Pamuk ile başlamadı kuşkusuz. Ya da psikolojik roman örneklerimiz ve doğu batı kültür karşıtlığı sorunsalımızdan hareketle edebiyatımızın muhakkak bir köy edebiyatı zeminine oturduğu söylenemez. En iyi ihtimalle bir dönemsel dalgalanmadan bahsedebiliriz.
Ancak Pamuk, gerçek payı azımsanmayacak bir tanımlama yapmaktadır. “Öteki Renkler” başlığıyla yayınlanan denemelerinde sunduğu bir örnek hayli ilgi çekicidir. 1970’lerde ilk romanı üzerinde çalışırken bir tanıdığı kendisine roman yazıyorsunuz ama hiç köy gördünüz mü şeklinde sormaktadır. Pamuk’ta haklı olarak, insafla hükmedelim roman demek mutlak surette köy romanı demek midir der. Ünlü yazarımız, İstanbul romanı yazmak için köy mü görmek gerekir şeklinde serzenişte bulunurken şüphesiz doğru bir noktaya temas etmektedir.
Açıkçası o satırları okurken belirli bir dönemin ağırlıklı motifi olarak köy romanını hani bir bakıma furyasını aşmamızda, tematik olarak farklı açılımlar yapmamızda Orhan Pamuk etkisinin hangi düzeyde olabileceğini de düşünmedim değil. Daha açık bir deyişle soğuk savaş döneminin köy romanı ağırlığını muhafazakâr-gelenekçi yazarlarla biz kolayca aşabilir miydik acaba? İster istemez o dönemin sanat çevrelerinde etkin ideolojik politik yapılanması aşmalı mıyız sorgusunun çengelini zihinlere asmaz mıydı?
Hiç kuşkusuz kırsaldan kentsele açılım yaptığımız ve köyden kente göçün sancılarını duyurduğu dönemlerin bir köy edebiyatı sıçramasına ya da bir nevi yarı feodal ögelerle bezeli edebi kulvara zemin hazırlamasını yadırgamak anlamsız olacaktır. Ancak bu edebiyatın dönemin ideolojik politik zıddiyet atmosferi içerisinde marjinal bir yapılanmaya gitmesi ve eee! Köy gerçeği böyle, hazretler dayatmasına dönüşmesi de yer yer arabesk bir hava estirmektedir kanımca. Hani derim ki, dönemin jargonu köy, köylü, köylülük ayrımında yumuşak inişi müşküllü kılmaktadır. Elifle mertek, sapla saman birbirine karışmaktadır. Öyle ki, köy, insanı ve zihniyet yapıları sert bir olumsuzluk dairesinde verilebilmekte ve buna da kaskatı bir tavırla köy gerçeği adı verilmektedir.
Kanımca şiir, bir düşünsel yapının duyusal temellerini belirleme ve algılama noktasında ciddi argümanlar sunabilir. Örneklem teşkil etmesi babında; oldum olası sevdiğim, beğendiğim bir şiirimizden ve bende uyandırdığı bazı izlenimlerden söz etmek isterim. “Hikâye” bilirsiniz merhum şairlerimizden Cahit Külebi’ye ait olmaktadır. Hele o girizgâh “Senin dudakların penbe, Ellerin beyaz, Al tut ellerimi bebek, Tut biraz!” dizeleri yok mudur, insanı bambaşka bir âleme götürür, adeta bir aşka davet eder. Musikinin şiire yedirilişi ne de lezzetlidir. Ya da final bölümünde bizleri karşılayan; “Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin! Benim doğduğum köyler de güzeldi, Sen de anlat doğduğun yerleri, Anlat biraz!” dizelerini de insanın içine sığdırası gelmez mi?
Ne var ki, şiir boyunca tekrarlanan bir söyleyiş sık sık düşündürür beni. “Benim doğduğum köylerde” vurgusundan söz ediyorum, evet. Şu kadar ki, bu vurgunun devamı köy adına hep yoksunluk ibaresi vermektedir. Bunu derken köy sorunları, yetersizlikleri ekseri batıdan doğuya gidildikçe artan biçimde vardır elbette. Ancak her defasında sergilenen nakarat kalıbı, insan kaç köyde doğar kardeşim sorusunu zihnime çakmıştır hep. Bir ideoloji olarak sosyalizme karşı bir önyargı mı? Kesinlikle hayır. Kaldı ki, bugün artık doğu batı, sağ sol kutuplaşmasının neredeyse esamesi okunmuyor. İsterseniz şu bölümü birlikte okuyalım mı? “Benim doğduğum köyleri, Akşamları eşkıyalar basardı, Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem, Konuş biraz!” der şair. Benim doğduğum köyleri ibaresinin vurgu ve tonlamayı nasıl derinden etkilediğini düşünüyorum. Burada sorguladığım husus bizzat köy sorunlarının dillendirilmesi değil. Şiirde ki bölümler devamlı surette benim doğduğum köyü dizesiyle başlasa sorun yok. Dahası köydeki sorunların belirli bir lirizm ve musiki dairesinde verilmesindeki mükemmellik başlı başına bir öge de olacaktır. Ne var ki, benim doğduğum köylerde ibaresi sanki şiirdeki tüm armoniyi bozmakta adeta şiirin göbek taşına oturmaktadır.
Yine günümüz şairlerinden Şükrü Erbaş’ın “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz” başlıklı şiiri de bize enstrüman sağlayabilir. Final bölümünde yer verdiği; “köylüleri, söyleyin nasıl nasıl kurtaralım?” dizesi, şiirin başlığının düz okunmasındaki olumsuzluğun aksine bir hiciv olduğunu bize duyurabilir hiç şüphesiz. Öyle ise şiir köylüye nefret duyan değil köylülüğü, zihniyeti eleştiren bir yapılanmaya sahip olmaktadır. Sözgelimi, “Yağmuru, rüzgârı ve güneşi, Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden, Düşünemezler...” dizesi dikkat çekicidir. Şair burada köylünün kaçınılmaz olarak köylülüğün kıskacına düştüğü manasını da önümüze koymaktadır. Öyle ya ekip biçmek onun ekmek kapısı, mesleği ve yaşam alanı ise yağmuru, rüzgârı, güneşi nasıl bir eğitimli kentli insan gibi lirik ve romantik boyutta düşünsün ki? Zamansız bir yağmur tüm mahsulü mahvedecektir. O yağmur da mı “Tenni tenni tennenni tenenen” edasıyla tatlı bir ninni uyandırsın köylü de? Kirazlar çürürken nasıl da tıpırdıyordu bahar yağmuru mu desin insanım?
Benzeri bir mısra grubu “Yarı gecelerde yıldızlara bakarak, Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur. Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa, Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.” şeklinde karşılar bizi. Burada da köylünün doğayı; ekmeği, mesleği, geçimi dairesinde algılayıp, karşılamasının hatta yerine göre sığ bir duygulanımın tuzağına düşmesinin kaçınılmazlığı o kadar açıktır ki. Öyle ise bu hususlar köylünün bir kabahati olmayacaktır. Anlaşılan o ki, kırsalda eğitim, sosyo kültürel ve teknolojik gelişme seviyesi üzerinde durmaktan öte bir köy görünmemektedir bizlere.
“Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe -Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa- Sonuçlarını görmeden inanmazlar.” dizesi de; köylüde üretim döngüsü hakkında yüzyılların öğrettiği deneyimi akla getirecektir. İklime göbeğinden bağlı yaşam şartlarının denilene, bilimsel yargılara değil de; yaşamın pratiğine kolaycılıkla karışık teslim olunacağını bize hatırlatmaktadır. Tamamen sosyo ekonomik yapılanmanın dayanılmaz ağırlığı köylünün zihnine çöreklenmektedir hani.
Şair “Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.” nitelendirmesinde ise acımasızlığın doruklarına tırmanıyor olabilir mi? Evet, “köylü yurdun efendisidir” özdeyişi, köylünün ağzına çalınan bir parmak bal misali nesiller boyu kırsala dönük sömürüyü kamufle edecektir. Ne ki, dünyanın hemen tamamında bir kır soyluluk gerçeği bizleri karşılamaz mı? Kentsel insan yeryüzüne gökten zenbille mi iner? Ve dahi hemen tüm gıdamızın altyapısı köyün doğal ortamı ve köylünün emeği, alın teri değil midir?
Peki, ünlü şairimizin haklı vurgulamaları da yok mudur? “Çünkü onlar karılarını döverler, Seslerinin tonu yumuşak değildir, Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.” Ya da “Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse, Karılarından en az on adım önde yürürler, Ve bir erkeklik işareti olarak, Onları herkesin ortasında döverler.” dizelerinde eğitimsizlikle bezenen gerçeklik bizleri benliğimizin derinliğinden yakalamaz mı? Yahut “Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde, Bunun, Tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.” söyleyişi de inancın safiyeti ve samimiyetinin ağalık düzeni ve popülist siyaset dairesinde nasıl istismara uğradığı gerçeğinin izdüşümlerini bize vermez mi ki?
Şiir aslında önemli bölümünde haklı vurgulamalara sahip olmaktadır. Sorguladığım dizeleri hiçe saydığım anlaşılmamalı. Ancak köylünün bireysel varlığının belki de hiçbir şekilde negatif bir duruşa sahip olmayacağı durumlar olup; önemli ölçüde çağların yüklediği ekonomik, politik ve toplumsal olumsuzlukları önümüze koymaktadır.
Diğer yandan şiirin hemen tümünün bizde ki kentli aydın garabetinin yükselttiği bet seslilikle okuyucuyu başbaşa bıraktığını da düşünmeden edemiyorum. Sevgili Şükrü Erbaş açıktır ki, köylülüğü sorguluyorum, hicvediyorum, son tahlilde onların iyiliği için canııım! Derken gerçekte şuur altındaki entelvari olumsuzluklarla bizleri karşı karşıya da bırakıyor inceden inceye.
İşte tam da bu bağlamda Orhan Pamuk’un “Öteki Renkler” başlıklı denemelerinde yer verdiği söylemlerin doğruluk payını derin bir iç çekişle beraber düşünmedim değil. Dahası ünlü romancımızın gelenekçi-muhafazakâr çizgiden farklı olarak batılılaşmacı, modernist eğilimleri hatta şarkiyatçılıkla bezeli levanten duruşundan güç alan etkileşimlerle beraber bizim roman ve edebiyat tarihimizde önemli bir kırılma noktası teşkil ettiğini de düşünmüyor değilim.
L.T.
YORUMLAR
Merhaba,
Öncelikle yazınızı oldukça faydalı bulduğumu belirtmek isterim. Edebiyatımızdaki dönüşümün arka planını anlamak ya da dönüşüme neden olan dinamikleri açığa çıkarmak için dönemin toplumsal ve siyasal eğlimlerini incelemek gerekir önce. Bütün ülkelerde olduğu gibi bizde de siyasete ve topluma egemen olan kültür, halihazırdaki bütün kurumları bu anlayışa göre dizayn ediyor. Edebiyatın bu restorasyondan muaf tutulduğunu düşünmek gerçekci olmayacaktır. Yazınızda belirttiğiniz gibi kentleşmenin teşvik edildiği ve göçlerin kitlesel hale geldiği dönemde, yarı feodal motiflerin edebiyatımızda sıklıkla işlenmesi ve hızla bir “köy edebiyatı”na doğru evrilmesi tesadüf değil. Biraz daha geriye gidip ilk Osmanlı-Türk romancılarını incelediğimizde, temanın ‘batılılaşma karşıtlığı’ ile sınrlandırıldığını anlıyoruz. Çünkü politik/ideolojik erk mevcut sistemin bekasını kendi kültürel değerlerine sıkıca sarılmakta görmüştür. Bu nedenle dönemin yazarları da toplumsal ve ahlaki temellerin batıya yenik düşmemesi için vesayet üstlenmişler, yaşanan aczi, ahlaki otorite ile kapatmaya çalışmışlardır. Dolayısıyla o dönemde yazılanlar didaktik bir tutuma yaslanarak toplumu eğitmeyi amaç edinen eserlerdir. Yazarları da edebiyatçı değil, dava adamıdır. Ahmet Mithat’ın “ Ben toplumu eğitmek için yazıyorum, edebiyatı, Hamit’lere, Ekrem’lere bıraktım” sözü de aslında tam olarak bunu işaret ediyor. Romanda ‘edebiyatı bırakma’ işinin Halit Ziya’ya kadar devam ettiğini söyleyebiliriz aslında. Yanlış anlaşılmaması için bir hususun altınızı çizeyim: Nasıl ki bıçak kelimenin gerçek anlamı ile (yani eyleminden bağımsız olarak) cinayet aleti değilse, edebiyatta gerçekte ideolojik bir araç değildir. Egemen görüşün dayattığı popüler kültür, edebiyata empoze etme misyonunu yüklüyor, tamam. Ancak yine de bu genellemenin dışına çıkan, popüler kültürün alternatifi olarak alt kültür ekseninde ürünler veren yazarlar var kuşkusuz. Bahsi geçen köy edebiyatı kapsamında aklıma nedense hep ‘Üç Kemal’ler’ geliyor: Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir... Ayrıca günmüzde hem edebiyatın görece kitleler nazarında popülerliğini yitirmiş olmasından hem de sosyal medya, müzik, spor gibi yönlendirme kabiliyeti daha yüksek olan uğraşların varlığından olsa gerek, edebiyatta ideolojik izler belirginliğini kaybetmeye başladı. Toplum yerine bireyi hedef alan temalar yaygın.
Orhan Pamuk’un aktardığınız sözünü ben de abartı buldum. Türk romanında bir dönem toplumcu-gerçekçi-köy romanının hakim olduğu bir gerçek. Bunun neden böyle olduğu ise dönemin koşulları ile alakalı. Yukarıda karaladıklarımla bunu izah etmeye çalıştım zaten. Ancak sizin de söylediğiniz gibi popüler kültürden sıyrılan psikolojik romanlar ve doğu-batı kültür karşıtlığı sorunsalından hareketle yazılan eserler edebiyatımızın bir köy edebiyatı eksenine oturmadığının göstergesi. Romanımızda İstanbul imgesi ise henüz çocuk yaşta diyebiliriz. Kuşkusuz Orhan Pamuk bunun en iyi örneklerini verenlerden. ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ yazara ait okuduğum son kitap. Kitabı okuduğumda hem İstanbul’a göç eden insanların yaşantısına hem de İstanbul’un çocukluğuna, ergenliğine, büyümesine, olgunlaşmasına ve nihayet yaşlanmasına tanıklık ettim. Kitabın anlattığı değişim edebiyattaki dönüşümle örtüşen bir durum aslında. Son olarak, Türk şiirindeki değişim ve köylülük temalarının , genel edebiyat anlayışının (bilhassa roman ve öykü) nabzına paralel ilerlemediğini düşünüyorum. Seyir hızı, retoriği ve amacı farklı. Belki başka bir konu başlığı altında tartışılabilir bu.
Levent Bey yazınız için teşekkür ederim.
Saygılar.
Den(iz)
Sevgilerimle..
levent taner
Başlıbaşına bir yazı, yorum ötesi en azından
Bu kadar derli toplu, özlü anlatım başka neyle izah edilebilir ki
Köy romanı-edebiyatı derken şiir üzerinden örnekler getirmem ilk anda garipsenebilir
'Kanımca şiir, bir düşünsel yapının duyusal temellerini belirleme ve algılama noktasında ciddi argümanlar sunabilir.' demem o bağlamda hani
Bu arada yaklaşımımın köy edebiyatı evresini olumsuzlamak veya yabana atmak olmadığını da belirtmeliyim
Bir bakıma müzik tarihimizdeki arabesk türle benzeşim kurmak mümkün
Nasıl ki, arabesk köyden kente göç sürecinde ne kent ne köy olan varoş, gecekondu yapıların müziği ise ve söylemlerinde de iki arada bir derede toplumsal yapıların güdük yanlarını formüle ediyorsa, köy edebiyatımızda da arabesk yanlar olduğunu düşünürüm
Yoksa o edebiyatı ortaya koyan yazarlarımızın güçlü bir idealizmi de vardır
Fakir Baykurt merhumun "Beyim diyor, bizim yolumuz, köprümüz, çeşmemiz yok; kitaplığı ne yapacağız? Anlatıyorum ona: Eğer kitaplığınız olursa, yolunuz, çeşmeniz, köprünüz de olur!“ söyleminde o idealizmin canlı bir örneğini bulmamak mümkün mü?
Yine 19'uncu asır romanımızın güdük kalmış yanlarını da güzel vurguladığınız o kadar açık ki
Bizim aydınımızın Tanzimattan bu yana devlete yaslanan bir yapısı da var
Bağımsız, kendi ayakları üzerinde değil hani
Birde hocam
Tanzimat bizde bir tür alafranga batılılaşma anlayışı doğurdu
Rahmetli şair ve yazarımız Attila İlhan'ın sıkça vurguladığı levanten veya komprador burjuvazi ve onun ürettiği ulusal/milli olmayan kültürel formasyon
Orhan Pamuk'da Şişli-Nişantaşı çevresinin levanten yapılanmasının temsilcilerindendir aslında
19'uncu asırda da bir levanten alafrangalığı gelişir ve bunun ulusal kültür bireşimi sunması imkânsızdır
İktisaden Osmanlı'da Türkler rençber, asker ve kâtiptir
Buna karşın ticaret Rum ve Yahudilerin elinde
Dikkat edersek 19'uncu hatta 20'inci asır sanat-edebiyat gelişmelerimizde de bu gayrı müslimlerin büyük rolü vardır
Hele ki Ermeniler başa güreşir
İlk heykeltraş Yervant Oskan veya Oskan Efendi ki, meşhur ressam ve müzecimiz Osman Hamdi Beyin de talebesi ve dostudur
Bizde operanın temellerini atan Dikran Çuhacıyan
Tiyatro alanında Güllü Agop
Musikimizde Tatyos Efendi, Artaki Candan ile Rum kökenli Yorgo Bacanos gibi isimler
Dilci Agop Dilaçar
Türkçülerimiz arasında bile gayrı müslim şahsiyetler karşımıza çıkmaz mı?
Siyonizm bağlamında da değerlendirsem bile Moiz Kohen (Tekin Alp)
Yine Ziya Gökalp'in asistanı Enver Behnan Şapolyo, Avram Galanti, Levon Panos Dabağyan
Kuşkusuz mübalağa etsemde; milli ya da ulusal anlayışa sahip olmayı bile gayrı müslimlerimizden öğreneceğiz neredeyse, oradan hesap edin artık
Sinema tarihimiz zaten Ermeni asıllı sanatçılarımızdan geçilmez
İrma Toto Felekyan, Nubar Terziyan, Kirkor Cezveciyan veya bildik adıyla Kenan Pars, Adile-Selim Naşit, vs. niceleri
Kuşkusuz bir yönüylede Anadolu'nun meşhur jeo-politik konum özelliği, kıtalararası geçiş yeri, Avrasya motifi de bu durumun oluşumunda etkendir
Bu arada romanın zayıfladığından söz etmişsiniz, çok doğru hocam
Dünyada da bu trend var bir ölçüde
Bilirsiniz romanın altın çağı 19'uncu asırdır dünyada
Bunun türlü nedenleri vardır da
Sosyal bilimlerin henüz emeklediği dönemlerde roman sosyoloji ve psikoloji biliminin işlevini üstlenir
Realist romancılar büyük sosyolog veya psikologdur özünde
Nietzsche, bana psikanaliz alanında iyi kötü bir şeyler öğreten tek isim var, Dostoyevski der
Neden? O dönemde Freud, Jung, Adler ortada yok henüz çünkü
Balzac büyük bir sosyolog olarak kabul görür yine
Emil Zola ona keza
20'inci yüzyılda da dünya savaşları ve ekonomik krizin çökertiği modern toplumlarda egzistansiyalist akımın sürüklediği, sürrealistlerin eşlik ettiği absürd zeminde büyük romancılar yetişir
2'inci dünya savaşı sonrası, özellikle de 60'larla birlikte gelişen sosyal refah devleti romanı toplumsal-politik perspektiften aşk romanına ya da günümüzün popüler polisiye-tarihsel-gizli cemiyetler mitoslu komplo teorisi romancılığına dönüştürür ki, klasik roman bitmiştir artık
Son devirlerde giderek artan biçimde şair ve denemecilerin Nobel alması bile anlamlı değil mi?
Bakıyorsunuz bir müzik adamına şiirleri dolayısıyla Nobel veriliyor
Hani roman-romancı
Neredesin ey Prost nesli! Elma dersem çık armut dersem çıkma!
Birde hocam 19'uncu asır salt roman değil genel olarak edebiyat ve hatta diğer sanat dallarında dev yapıtlara sahne olduysa bunda Fransız devrimi ile sanayi devriminin geliştirdiği burjuvazinin çok büyük rolü var
Burjuvazi feodalite ve aristokrasiyi yıkarken toplumların önünü açan bir işlev üstlenir
Kendi sınıfsal yükselişinin önünü açarken sanat-edebiyat kulvarını da destekler
Oysa 20'inci asrın dünya savaşlarını kışkırtan emperyalist-tekelci burjuvazisi faşizmi-nazizmi yükseltmesinden de anlaşılacağı üzere gerici nitelik gösterir
18'inci asrın sonlarında feodalitenin kalıntıları ve aristokrasi karşısında henüz tek tabanca değildir, o yüzden sanat-edebiyat ve felsefeyi destekleyen burjuvazi iktidarını kurup sağlamlaştırdıktan sonra sanatçı ve aydın düşmanlığına soyunacaktır
İşi biten kapitalist sistem biraz absürd zeminde birey psikolojisiyle karışık aydın buhranlarıyla yalpaladıktan sonra sanatsal düzlemde başaşağı giden bir insanlık durumunu önümüze koymakta adeta
Nihayet hocam
Katılım ve katkınız dolayısıyla şeref verdiniz
Saygı ve selamlarımla...
Feodal düzene tepkidir şiir. Birazda dincilik oynayanlara gitsin derim ben. Acımasız olmasa bu kadar konuşulmazdı sanki diye düşünüyorum.
Orhan pamuk madalyasıyla (!) rüşdünü ispat etmişse de benim gönlüme girememiş zatın tekidir.
Yazının algoritmasını çok sevdim . Teşekkürler Levent bey.
Sevgilerimle..
levent taner
Dilimizin esnekliği dairesinde katıldığım ve katıldığım! Yönleri yok değil açıkçası
Nobeli de ne kadar aldı ne kadar verildi sorgulanması mümkün hani
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum hanımefendi
Saygı ve selamlarımla...
Tetiği çekiyorum ,İlk ölen BuDaLa ! Fikrimi söylüyorum ,ilk tepkili BuDaLa ! Bir yazar okuyorum, İlk cümlesi BuDaLa ! Bir şarkı dinliyorum… Şarkının adı BuDaLa ! vs…
Öteden beri varlık ve yokluk içinden geçer, lakin ilk ve son nefesin anlam ötesini hiç bilemeyiz. Kıyasta böyle. Bizler kıyaslama yaparken yaşadığımız yerden yaşamış olduğumuz daha önceki yerleri aklımızdan süpürürken , o tozların arasında ha bire ‘’Kırmızı Başlıklı Kız’ı’’ aramak ne çok hoşumuza gider. Bir şairin bir meyveyi anlatması, diğerinin başka bir meyveyi imge olarak kullanması, diğeri ondan öteye elmaya bel bağlaması olağandır. Yaşadığımız ülke , var olduğumuz dünya küçük bir köy. Ev ev , birey birey yüreğimizden taşan kelimelerin bizi götürdüğü hangi köy olursa olsun ilerde kocaman bir şehir, kocaman bir ülke, kocaman bir dünyaya dönüşemeyeceğini kim iddia edemez ?
Konu en küçük kelimeden, en küçük yerleşim yerinden doğacak ….Belki duygular daha sıcak ya da daha samimi bulunacak. Belki ilk kaleme alan kendisini oradan doğuracak . Kim bilir !
BuDaLa , en samimi kelime…Kim bilirdi bir zaman sonra ünlü bir yazarın ünlü bir romanının adı BuDaLa olacaktı?
Sevgiler...
levent taner
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket
Saygı ve selamlarımla...
Bilmem bu yazıyla ne derece alakalıdır ama bana bir anımı hatırlattınız.
1978 yılında ilk kez İstanbul'dan uzun süreli ayrılıyordum. Öğretmen olmuş ve Antalya- Manavgat'a tayinim çıkmıştı. O güne kadar da ciddi manada bir köy görmemiş olmakla birlikte beyazperdede bol miktarda seyretmiştim tabi ki. Hem özellikle Necati Cumalı, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal bize Anadolu köy yaşamını anlatmışlardı. Yani görmesem de bayağı donanımlıydım (!) köy hakkında bilgilerle.
Manavgat'a vardıktan bir hafta sonra artık Manavgat'ı da çözmüştüm.
Elime bir kağıt kalem alıp anneme yazmaya başladım:
Sevgili anneciğim. Burayı bir görsen şaşarsın. İnsanlar o kadar fakir, o kadar yoksullar ki bizim Yenicami önünde mendil açan dilenciler bunların yanında ensesi kalın ağa de. Burada hastalık, yokluk ve yoksulluk had safhada. Yalnız şu ana kadar ağa filan görmedim. Ağalar sanırım Antalya- Merkezde yaşıyorlar....
Bir ay sonra baktım ki benim yoksul dediğim Manavgatlı kardeşlerim beni parayla alıp satacak kadar zengin. Hastalığın h harfi bile yok. Ağa denen kavramı hiç duymamışlar bile...
Töre cinayeti yok, küçük gelin yok, berdel yok, kan davası yok, hatta kızların çoğu kocaya kaçarak evlendikleri halde namus cinayeti denen bir şey yok.
Batıda böyleydi de doğu farklı mıydı?
1983 de mecburi hizmetle gittiğim Batman'da bir örgü makinesi alıp kazak örmeye başlamıştık. Düşünebiliyor musunuz bir kilo yün 5 lirayken biz bir kazağı 10 liraya örüyorduk. Yani kadınlar ellerine iki şiş alıp bir kazak bile örmeyecek kadar rahat ve serbesttiler. Öyle her Allahın günü dayak yiyenine rastlamadım hiç. Hatta diyebilirim ki İstanbul'da sözde modern hayat yaşayan kadınlardan çok da rahattılar. En azından sadece evlerinde çalışıyorlar, iki lokma ekmek için hem fabika işçiliği, hem ev kadınlığı yapmıyorlardı. Zaten ayıptı dışarıda çalışmaları.
Lakin bize anlatılan köy ve köylü yaşamı çok farklıydı.
Şimdi de aynı şey şehir yaşamı için yapılıyor. Romanlara, hikayelere ve dizilere bakacak olursanız bizim şehirlilerimiz ya hep lüks villalarda yaşıyorlar ya da her gün her köşede kadın öldürüyoruz bu ülkede.
Velhasılıkelam değerli hocam mesele köyü görüp köyü yazmak, şehiri görüp şehri yazmak meselesi değil. Mesele neye benziyor biliyor musunuz: Açık alanda ve topluca yemek yerken sadece bir kişinin tabağına bir sineğin düşmesini bahane ederek aslına o insanlara yedirmek istemediğin canım yemeği, çöpe dökmeye...
Selam ve sevgilerimle.
levent taner
Hayat tecrübesinin ışığı düştü gönlüme, sayenizde
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum
Saygı ve selamlarımla...