- 1132 Okunma
- 9 Yorum
- 3 Beğeni
…SONRA KÜLHİSTAN: O YANILSAMALAR ÇAĞININ YAŞLI YURDU!
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
(Hüzün üçlemesi-3)
Farklı şehirlerde yaşadığımız eş dost ve akrabalarla ancak bayram günlerinde çocukluğumuzun geçtiği kasabada bir araya gelip uzun sohbetler yapabiliyorduk. İstanbul’dan gelen dayılarım, İzmir’den gelen teyze çocukları ve Manisa merkezden gelen kuzenler, annemlerde buluşup hasret giderirdik. Diğer dostlarla da kahvehanede buluşur, çay içer, okey oynar ve aynı zamanda “ah ulen ahhh” çekerdik eski günlerden bahsederken. Yine öyle bir bayram günüydü. Rutin bayramlaşmalar, yemek, tatlı ve kahve faslı ile beraber “Necla teyze, kadayıf tatlın gene her zamanki gibi mükemmel olmuş” başka biri “aaa Gönül abla kilo almışsın” bir diğeri “Metin abi saçların iyice seyrelmiş” bir diğeri de “valla ev taksitleri çok ağır geldiği için araba alamadık bu yıl, o yüzden uzun süre otobüs bekledik” gibi konuşmalar saatlerce sürerdi. Hepimiz zamanın artıklarıyız. İnsanların yerini alan nesnelerin yükselişini ve şekilciliğin tedavisi olmayan bir hastalık haline geldiği düşüncesi masanın üzerinde parıldayıp duruyordu. Bunu içimden söyledim ama son model yeni bir araba almış olan Hatice teyzemin oğlu Feyzi de karşılık olarak içinden bana “sen de her şeyde bir olumsuzluk öne sürüyorsun” dediğini okudum. Sanırım bir çeşit psişik güçlerimiz vardı. Rüzgâr bir gülümsemeyi alıp yakınımıza getirmişti. Birbirimize bakıp gülümsedik. Rüzgâra teşekkür ettik.
Komşu evden Nuriye abla bir yandan kızıma bakıp bir yandan da bana laf yetiştiriyordu. “Metin, kızın maşallah büyümüş, nasıl da güzel bir kız olmuş, Allah nazardan saklasın” derken yüzündeki çiçek bahçesini gösteriyordu sanki. Biraz utanarak biraz da gurur duyarak teşekkür edip “güzellik gelip geçer abla, Allah herkesin çocuğuna hayırlı, sevgiyle dolu ve düzgün bir gelecek nasip etsin” dedim ben de. Konuşmalar ve gülüşmeler aralıksız sürüyordu. O an dokunuşlar yurdundan yollanan yüzüstü bırakılmış bir duygunun bütün kimsesizliğiyle etrafımda dolaşıp durduğunu hissettim. Ruhumu çevirip yeni nesil düşlerimin arka sokağına baktım; orada sessizce bekliyordu az sonra beni alıp götürecek olan.
John Fante’nin “benim yalnızlığım meyve verir” sözü geldi aklıma ve uçsuz bucaksız tarlalardaki vitaminler vatanı. Fante’yi severim, zaman zaman buluşup Arturo Bandini’den bahsederdik, mobilya böcekleri bile katılırdı bize… Kalabalık aile ortamımızda bütün bu sonu gelmez konuşmaların arasında başka bir dünyadan gelmiş bedenimle birden kendini beğenmiş bir derinliğe misafir oldum. Avludan çıktım, bahçedeki tavuk gıdaklamalarının yanından geçtim, bahçe duvarıyla samimiyeti iyice ilerletmiş olan üzüm asmalarının dallarına sürtünerek dışarı attım varlığımdaki diyalektiği. O esnada bir yaprak yapraklığını iptal etti. Mavi boyalı demir kapı ve hemen yanındaki elma ağacı arkamdan seslenip “nereye gidiyorsun sayın yenilmiş” dedi. “Hiç, biraz dolaşıp gelecem” diyerek çocukluğuma yıllarca kıyılık yapmış olan Saime ablanın evinin yanından yürüdüm gittim.
Sait’in kahvesini geçerken kahvede oturan arkadaşlar “gelmiyor musun Metin?” diye seslendiler. Onlara halletmem gereken bir işimin olduğunu, daha sonra geleceğimi söyledim. Bir süre daha yürüdüm. Tren yoluna vardım. Tren yoluna paralel ilerledim. İlerlerken Hüzün de benimle beraber ilerliyor, hatta benim taklidimi yapıyordu. Ben duruyordum o da duruyordu. Adım atıyordum, o da atıyordu. Edebi gölge. “Ne oluyor oğlum sana” diye çıkıştım öfkeyle hüzün denen yarı yırtıcı yarı sevimli hayvana. Sonra öfkemin sesini biraz daha açarak “nedir lan senden çektiğim, beni ittiğin farklılık uçurumundan topladığın meyveler yetmedi mi sana, neden arkamdan gelip duruyorsun, her yaptığımı tekrar ediyorsun?” dedim. Tek kelime etmedi hüzün. Ağırlıksızdı. Utangaçlığı ciddi anlamda yer kaplıyordu. Gözleri dolu dolu yüzüme baktı uzunca. O bakışı alıp içsel cebime koydum. Cebim oldukça şişkin göründü. Cebimde gökkuşağı dağlarından getirtilmiş renkler vardı sanki. Kimseye satamıyordum o renkleri.
Sürrealizmin geniş caddesinde ilerleyişimin sonuna gelmiştim. Zaten yol da bitmişti. Bu kasabada yıllardır ağlak melankolinin abidesi gibi duran Hüseyno’nun dibinde durdum. Hüseyno çınar ağacının adıydı. Kasabamızda bir zamanlar namı diğer Baltalı Hüseyin abi adında biri yaşardı. Başka bir bayram gününde anlatırım hikâyesini. Ölümünden sonra onun ismini bu çınar ağacına vermiştik. Çınar ağacı da Hüseyin abi gibi hiç konuşmazdı. Çınar ağacının başka bir anlamı daha vardı. Kayboluşlar dehlizine her daldığımda burada ortaya çıkardım. Çünkü burası Gülcan’ların evinin tam karşısıydı. Gülcan da benim gibi düşsel uçurumlar müptelasıydı.
Köyün en küçük melekleriydik. Bildiğin melek işte.
Ağaçların huzurundan suyun hafızaya uzanışıydı yaşamak.
Şurası platonik ayakkabılarımla O’nu görmek için volta attığım yer.
Şurası da o’na bakarak yürürken suçu olmayan bir duvara tosladığımda
İçinden salak diyerek kıs kıs güldüğü.
Balkona çıktığını gördüğümde hemen mesaiye başlardı şiir
Üzerinde kırmızı renkli düşten yeni çıkmış bir harf
Yüzünde denize doğru yürüyen sokakların yankısı olurdu
Balkona bana bakmak için çıkmadığını bilirdim O’nun
Olsun, ben tek taraflı bir kelimenin çocukluğuydum zaten o zamanlar.
Perdeyi araladığı vakit göz göze gelirdik
Dünya benim olurdu, Kur’an çarpsın.
Kasabaya her gediğimde bu çınar ağacına gelmezdim. Bu kez neden geldiğimi bilmiyorum. Yüzüstü bırakılmış o duygu beni getirmişti buraya. Aşkın bu dünyanın tek gerçeği olduğu fikriydi hatırlatmak istediği belki. Çınarın dibinde oturdum bir süre. Sessiz ol dedi Hüseyno’nun baltası. Bir karınca kolonisi geçiyordu ayaklarımın dibinden ve koro halinde bağırıyorlardı:
En büyük Gülcan bizim Gülcan!
En büyük Gülcan bizim Gülcan!
Gülcan sen bizim her şeyimizsin!
Gülcan sen bizim her şeyimizsin!
Saygıyla selam verdim slogan atarak geçen hatırlatıcı karıncalar kolonisine. Onlar da bana selam verdiler. Çok sevimliydiler. Onlara düş kırıntıları attım. Şükranlarını sundular. Bizi biliyorlardı. Bu bilme işi atalarından kendilerine devredilmişti. Az kalsın ben de onların bu sloganlarına cevaben: “Gülcan buraya, eller havaya” diye üçlü oley çektirecektim. Sonra kendimi bir parantezin içine alarak toparladım.
(Ahh Gülcan, öyle çok bilmiyordum ki senin nerede olduğunu.
Ve öyle çok seslenmiyordum ki sana,
Öyle çok seslenmiyordum ki sana, neden duymuyordun!)
Gözüm balkondaydı. Belki bir mucize olur da çıkıverir oradan diye saniye sektirmiyordum. Ama birden bilinçaltımın kapısı çalındı, gittim açtım. Hafızaydı kapıdaki. Başında fötr şapkası, elinde bir bıçağın keskinliği ile “Lan manyak, geri zekâlı, Gülcan’ların yıllar önce bu evden taşındığını unuttun mu? Sana kaçıncı kez hatırlatıyorum, kendine gel” diyerek beni yerin dibine soktuktan sonra başka bir gezegene yetişmesi gerektiğini söyleyerek çekip gitti. Tabi ya, şimdi bu evde başkaları yaşıyordu. Başka anne babanın başka kızları. Başka öyküler… Başka şiirler… Başka yok oluşlar… Bakışlarım önüme düştü, toprağa, yani anlamın ve hakikatin fışkırdığı o sonsuz kucaklayıcılar uygarlığına. Kucaklayıcılık metaforu boşlukta bir süre varlığını sürdürdü ama aniden tasarlanmış iki adet gölgenin tepemde dikildiğini fark ettim. Başımı kaldırınca karşımda elli beş yaşlarında bir adam ve yanında yirmi beş yaşlarında bir delikanlı gördüm. Gözlerinin içinde iki adet meşe ağacından yapılmış sopa vardı.
-Deminden beri bizim evi neden gözetleyip duruyorsun lan sen?
-Yok abi ne gözetlemesi, neyden bahsediyorsun sen?
-Oğlum iki saattir gözünü ayırmıyorsun karşıdaki evden, evde yetişkin kızlar var, biri de nişanlı
-Özür dilerim, benim kötü bir niyetim yok, hem babamı tanırsınız siz, ben eski zabıta Nazım’ın oğluyum, bu evde sizden önce yaş…
Henüz sözümü tamamlamadan baba ve oğul üzerime çullandılar. Kendimi anlatamamıştım. Karşılık da vermek istemedim. Ama yüzüm gözüm şiş eve dönersem herkese nasıl açıklardım bu durumu. İlk yumruğu çeneme yedikten sonra yerden kalkamadım. Sersemlemiştim. Ben böyle bir yumrukta sersemleyip yere düşecek adam mıydım! Sonra aniden baba ve oğlun iki seksen yere uzatıldığını hayretler içinde seyrettim. Bana yardım eden bu babayiğit de kim diye çevirip baktığımda karşımda duran Hüzün’dü. Birkaç saat önce kalbini kırdığım, defolup gitmesini söylediğim Hüzün beni takip etmiş, uzaktan izlemişti. Başımın belada olduğunu gördükten sonra gençliğimde ona öğretmiş olduğum Nambu-do numaralarını bu adamlar üzerinde başarılı bir şekilde uygulamıştı. Elimden tuttu ve apar topar kaçırdı beni oradan. Çeneme baktı “tamam, bir şeyin yok, iyisin” dedi.
-Sen gelip yardım etmesen de ben tek başıma hallederdim onları, niye geldin ki?
-Tabi bilmez miyim, bu dövüş tekniklerini sen öğretmiştin bana, ama mesele şu ki; sen yaşlandın, ben hep aynı yaştayım, unutma benim adım Hüzün, zamanın dişlerini geçiremediği tek şey benim
Sonra gülüşmeye başladık. Anlamıştım; Hüzün benim taklitçim değil ikizimdi. Arkadaşların kahvede beni beklediğini söyledim ona. Geliyor musun benimle? “Sen git, ben zaten her yerdeyim, içtiğin çayda, yürüdüğün yolda, sözcüklerindeyim, kime sarılıyorsan ve kimi öpüyorsan ben o kollar ve dudaklardayım, sen git” dedi.
Kahveye geldiğimde derinliksiz sohbetlerin ve yüzlere yerleştirilmiş ödünç kahkahaların arasında yerimi aldım. Çaylar geldi. Sohbetler yapıldı. Akşama doğru Komikspor ve Trajikomikspor takımlarının maçları vardı. İkisi de şam-piyonluğa oynuyordu. Toplumların en büyük derbi maçlarından biriydi bu. Kimin kazanacağı ile ilgili tahminler yapıldı. Küçük mutluluklarla sarhoş olmuş insanların düştüğü bu unutma çölü onların çıldırmış ülkesiydi. Ardından kardeşim gibi sevdiğim arkadaşlardan biri olan Ekrem yanaşıp “Metin, bak bazı şeyler duydum seninle ilgili, hükümet aleyhinde orada burada fazla konuşma, suya sabuna dokunma, işine bak, şiir falan da yazma, neyine senin, çoluk çocuğun var, uzak dur” diye tedirginlikle dans eden ses topluluklarını yığdı kulağımın dibine. Yan yana gelince sonsuz vagonlu boş bir treni andıran kelimeleri toplayıp belleğimdeki aynalar vadisine fırlattım. Hayatım boyunca risk almadan yaşadığım tek bir anı hatırlamıyorum. Yoksulluğa, haksızlığa ve adaletsizliğe başkaldırmayan ve soru sormayanların kutsadığı bu yontulmuş unutma çölünde bilinçaltıma görünmez saldırılar yapılmaya başlamıştı yeniden. Gözlerim dalıp gitmişti. Bin yerinden hançerlenmiş aşkı hatırladım ve peşimdeki romantik bozkırları ve üzücülerin ayak seslerini. Çevremdeki her şey bulanıklaştı. Kahvedekilerin yarısının kimliksiz seslerle havaya zıpladığını hayal meyal görebiliyordum. Ekrem karnımı bıçak batırır gibi dürttüğünde anladım; koynuma, kollarıma ve kasıklarıma doluşan gürültünün sebebini. Trajikomikspor 1-0 öne geçmişti.
YORUMLAR
Kutluyorum değerli yazarım.
Saygılarımla efendim.
Sizi okumak oldukça keyifli ve öğretici de aynız zamanda.
Teşekkürlerimle.
Dramatik Buluntular
Saygılar sunuyorum.
cümlelere giydirdiğin anlamların ayrı ayrı, dolu dolu hikãyeleri var...içi boş vagonlarda toplanan çığlığı kömür kazanında ateşe vermek üzere sabırsızlanan muhafız bekçileri de bu hikãyelerin peşine vermiş izini sürüyor...bu avcı toplayıcı yaşam 'en fazla sesten tedirgin olur, o yüzden sese saldırır'
içindeki bu hüzünlü sesler duvarın soğuk yüzüne vurulmuş protest bi slogan gibi harekete geçiriyor düşünceyi...
yüreğinin sesi hiç susmasın...ne güzel seni okumak...
sevgi ve selamlar...
Dramatik Buluntular
ve bu çağın bize en büyük armağanı; Huzursuz bir ruhtur
Çözümsüz yitirmelerin ve geri dönüşü olmayan şeylerin hüznü affetmiyor.
Sanki anlatınca her şey düzeliverecekmiş gibi geliyor.
Görevlerini yapmış kelimeler uykuya dalınca o büyük suskunluk gelip karşına oturuyor; yeni hüzünler işe alınacaktır.
Hoş geldin Gule
Sevgiler.
Dramatik Buluntular
Beğenmene sevindim
Sevgiler...
Bu öyküyü okuyup da kendini bulmayan sanırım olmaz. Öykünün özlem, hüzün karışımı havası insanın sanki ciğerlerine doluyor. Çok tebrik ederim.
Dramatik Buluntular
Onları arada sırada yaşatmak lazım.
Sevgiler...
Dün akşam yazınızı okumuş,ancak birkaç defa yazdığım halde netten ya da telefondan kaynaklanan bir sorundan dolayı yorumum sayfada yer almamıştı.
İnsanın iç dünyasına dair ayrıntılar başarılı tasvirlerle örülmüş yazınızda, şiirsel ve etkileyici anlatımınız da çok güzeldi,
Bu yazınızda yalnızlığa dair ayrıntılar bana Nuri Bilge Ceylan'ın 'Uzak' filmini anımsattı.
Tebrik ediyorum sizi,beğenerek okudum yine her zamanki gibi..
Saygılar..
Dramatik Buluntular
Beğendiğinize sevindim
Teşekkür ederim.
Bir gecekondu sokağında elinde bayram şekerleri toplayan çocukların arasından süzülüp terkedilenler durağında demir atmış yalnız bir gemiye binerken kırık bir aşk şarkısı dinler gibiydim.
Her zamanki gibi tadına doyum olmadı.
Sevgiler.
Dramatik Buluntular
Evet çocukluğumuz, gecekondu ve şeker
birbirini hep tamamlayan şeylerdi.
İkinci keredir ne demeli diye düşünüp "Çok güzel" in yine en dolusu olduğuna karar veriyorum. Evet çok güzel.
Saygılar.
Dramatik Buluntular
Sevgiler.
İçinde bulunduğum ruh halini karşıma oturtup ''seninle yapacağım ben şimdi'' diye sorarken Metin beyle tesadüf ettik. İkiz ruhlar hüzün ve yıpranmışlıklarından tanış çıkıp selamlaştılar. Akış içinde anlamsızlaşan sahte mutlulukları ön sıradan izlerken bir yazı geçti dev ekrandan ve Eyvallah ....
Sevgilerimle...
Dramatik Buluntular
Islıkların toplandığı yer; sesler çiftliğidir.
Yazı ve şiir ve sırasını bekleyen kayboluşlar
Belki de biz böyle kurtuluyoruz hergün içinde yaşadığımız çamurdan
Sevgiler Deniz...