- 668 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SOLHAN YİBO ÖĞRENCİLERİNİN MAHREMLERİ
SOLHAN YİBO ÖĞRENCİLERİNİN MAHREMLERİ
Solhan YİBO, öğrenci aldığı yörenin bütün özelliklerini her dönem ziyadesiyle yansıtmaktaydı. Yöresine tutulan bir ayna olmuştu adeta. Bir başka deyimle minyatür Solhan’dı orası. Dışarıda ahalisinin göğsünü kabartan üstün kültürel özellikleri, yatılı bölge okuluna gönderilmiş çocuklar vasıtasıyla taşınmıştı o mimari harikası binaların koridorlarına kadar. Olumsuzluklar da öyle.
Altmışlı yıllarda değer yargılarımız tam da bize özgüydü. Globalleşen bu günün dünyasındaki kültürel bozulmalara henüz maruz kalmamıştık. Saf, arı ve paktık. Ne İngiliz’in ne Amerikan Gâvurunun emperyal kültürünün esiri değildik o dönemler. “Ne güzel” diyesi geliyor insanın böylesi sözlere. Bu anlattıklarım iyi de, dönemin yaşayan kültürel değerleri arasında öyle olgular vardı ki, duyanları önce güldürür, sonra düşündür, ama nihayetinde de mahcup ederdi.
Beş yüz öğrencisinin yalnızca ellisi kadarı kız olan Solhan YİBO, tam anlamıyla ataerkil bir aile yapısını andırıyordu. Andırmak da ne kelime? Hem de daniskasıydı. O koca ataerkil ailenin çocuk öğrencileri arasında saçmalık diyebileceğimiz türden bazı uygulamalar hüküm sürer olmuştu. Şehrinin çarşısını pazarını barındırdığı geniş öğrenci grubuna yasaklayarak içine kapanmayı tercih eden koca bir okul haline dönüşmüştü YİBO. Televizyon yayınlarının henüz olmadığı bir dönemde bu bahtsız öğrenci grubunun sinemanın varlığından bile habersiz olduğunu, tamamına yakınının hayatında bir kerecik olsun film seyredemediğini, gazete, dergi, mecmua gibi matbuata dokunma şansı dahi elde edemediğini, bu mahrumiyetlere ilave olarak da spor yapamadığını, satranç oynama gibi uğraşlardan da bihaber olduğunu düşünün. Beş taş, çelik çomak, yakan top gibi birkaç önemsiz çocuk oyunlarını saymazsak, adeta yoklara oynayan bu öğrenci grubunun yapacağı tek bir şey vardı: birbirlerinin canını acıtmak pahasına birbirlerine takılmak.
O okuldaki herkes; annesinin, kız kardeşinin, ya da ablasının adını başkalarından sır gibi saklama ihtiyacı duyuyordu nedense. Bir nevi mahrem sayılıyordu bu bilgiler çocuklar için. Bir yolla birisinin bu mahremlerine ilişkin bilgilere sahip olmanız halinde karşı tarafa her türlü şantajı yapabilme silahına sahip oluyordunuz. Yani ipler elinizde oluyordu artık.
Başkasının eline geçen mahremlerinizin isimlerinin herkesin diline düşmesini önlemek için, dönemin YİBO’sunun bakkalı olan seyyar çerçi öğrencilerden bisküvi, şeker, lokum gibi şeyler satın alarak şantajcılarınıza rüşvet olarak ikram etmeniz gerekiyordu. Eğer görevinizi layık ı veçhile yapamazsanız yanınızdan geçen her hangi bir öğrenci, göz ucuyla sizi süzerek kız kardeşinizin ya da annenizin ismini popüler bir şarkının güftesine raptederek size duyurabilir. “Beni gör, aksi halde mahremin herkesin ağzına düşer” anlamına gelen bir uyarı olduğunu bilmeniz için arif olmanız gerekmez. Biraz gecikmişseniz yan bloktaki koridorda üç beş muzip öğrenci halaya tutuşmuş, oyuna eşlik eden türkünün bir yerine de ablanızın ismini yerleştirmiştir bile.
Şantajcınızın gönlünü hoş tutmak için para bulamamanız veya yeterince gayret gösterememeniz halinde önünüzde tek bir seçenek kalmıştır. Sonuçta kaçınılmaz olarak kavga içinde buluyorsunuz kendinizi. Siz sinirlendikçe, ananızın, bacınızın isimlerini haykıran koroların sayısı artıyor. Bir dile düşmeye görün; sınıftaki yazı tahtasına yabancı olmadığınız bazı isimleri görmeniz hiç de sürpriz olmaz. Allahtan uzun süreli olmazdı bu işkenceler; bir iki gün alay konusu olursunuz, sonra başka birileri sizin yeriniz alır, sizin ailedeki dişilerin isim listesi esprisini yitirir. Ancak üzüntüsü ve stresi size yeter artar bile.
Bazen karşı atağa geçmeniz gerektiği kanaatine varırsınız. Sizin mahremlerinizi ifşa edenlerin aynı değerlerine sizin de ulaşma imkânız olabileceğini düşünürsünüz. O okuldaki herkesin köylüsü, komşusu vardır. Onlardan birisiyle samimi olmanız ya da onlara küçük bir rüşvet vermeniz bu bilgiye ulaşmanız için yeterli olabilir. Rüşvet dediysem öyle gayrı ahlaki bir durumdan söz etmiyorum; şöyle bir iki şeker veya lokum sonuç almanız için yeterli olur. İşte o zaman kartlar eşittir taraflar için. Artık iplerin yalnız karşı tarafta olmadığını, bir ucunun da sizin avucunuzun içinde olduğunu fark etmiş ve harekete geçmiş olusunuz. Hasmınıza bir kötülük etmeniz gerekmez, onun gizlilikleri hakkında bilgi sahibi olduğunuzu sezdirmeniz yeterli olur. Çünkü o da mahrem saydığı evindeki hanım akrabalarına ait isimlerin dillere düşmesini göze alamaz. Bu yolla, bir nevi karşılıklı ateşkes ilan etmiş olursunuz.
Bu yollardan hiç birisine başvuramayan küçük çocuklar peşinen yenilmişlerdir. Onların yapabildikleri tek şey üzülmek, gözyaşı dökmek sonra şikâyet için nöbetçi öğretmene gitmekti. Öğretmenler, böyle garip şikâyet konularına bir anlam veremeyip, “küfür mü etti” diye sorarlardı. “Hayır” cevabını aldıklarında da “ oğlum, öyle ise ne diye ağlıyorsun” deyip başlarından salarlardı.
Solhan YİBO’da geçirdiğim koca dört yıl herkes gibi ben de boş yere bu saçmalıklarla vakit geçirmiştim. Hakaret etmeden yalnızca annemin, kız kardeşlerimin isimlerini öğrenip söyleyenlerle boş yere kavgalar etmiş, sonuç alamayınca karşı atağa geçerek defalarca misillemede bulunmuştum.
İlkokul yıllarımızın namus anlayışı tek kelime ile saçmalıktan ibaretti. Gerçek hayatta dedelerimizin, babalarımızın kadınları eve hapsetmesinin altyapısı bu saçma düşünceler olmasın mı? Evet, belki de öyle olmalı; daha önemlisi de galiba yurdumuzun kimi yörelerinde töre cinayetlerine gerekçe yapılan anlayışın da alt yapısını oluşturuyordu bu saçma fikirler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.