- 937 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SOLHAN YİBO'DAKİ İYİLİK MELEKLERİMİZ
SOLHAN YİBO’DAKİ İYİLİK MELEKLERİMİZ
Büyüklerimizden “nerede o eski öğretmenler” sözünü ne çok duyarız. Kimileri kullandıkları o ne idüğü belirsiz cümlenin arkasına sıra sıra dizerler yeni cümlelerini. “Gördüğümüz yerde saklanacak yer arardık” dediklerine rastlarız, bazen de yeni neslin yeterince terbiye edilemediğinden söz eder dururlar. Her zaman olduğu gibi eski neslin terbiye edilmesinde eski zamanın öğretmenlerine abartılı bir şekilde pay ayrılır; zamane öğretmenlere de benzer şekilde yetersizlik atfedilir.
Gerçek durumun hiç de öyle olmadığını en iyi bilen nesillerdeniz biz. Önce, o çok övdükleri köy enstitülerinden yetişen, sonra da öğretmen okullarından yetişen öğretmenlerin cümlesinden ders aldık, cümlesini ölçtük biçtik; lakin hiç birisi eğitim fakültelerinden mezun olmuş zamane öğretmenlerin eline su dökemez bana göre.
Hak etmediği kadar övgüler allan o anlı şanlı köy enstitülerinin ortaya çıktığı tarihsel koşullarla, o koşullarda öğretmene yüklenen özel misyonu ortaya koyarak meseleyi tartışmak daha doğru olur. Cumhuriyetin kurulmasını müteakiben topyekûn bir kalkınma hamlesi başlatılmıştı. Bu kutsal mücadelenin en önemli silâhşorlarıydı öğretmenler. Anadolu’nun kentinde, köyünde cehalet kol geziyordu. Osmanlıdan gelen bilimsel düşünceye duyulan tereddüdün ve yabancılaşmanın kırılması gerekiyordu. Atatürk ve silah arkadaşlarının başlattığı reform ve değişiklikleri Anadolu’nun köyüne, kırsalına götürme görevini yapıyordu öğretmenler. Bu nedenle işleri çok zor, bir o kadar da anlamlıydı. Sanayisinin yok noktasında olduğu; geri ve ilkel tarımdaki karasabana dayalı üretim şeklinin terk edilerek yerine traktörün ikame edilmesinden tutunuz da yeni Türk alfabesinin kabulüne kadar bir dizi zor işlerde rol almışlardı onlar. Oysa bugün öğretmenlerimiz için bu denli zor ve meşakkatli görev ve sorumluluklar yoktur artık. İnanıyorum ki, görev düşmesi halinde zamane öğretmenler, eski meslektaşlarına göre çok daha başarılı olacaklardır. Hepsi, eskiyle kıyaslanmayacak derecede donanımlı, bilgili ve çağın ileri teknolojilerini eğitimde kullanabilecek vasıflara sahipler.
Solhan YİBO’ya doluştuğumuz yıllarda öğretmenler için o zor ve kutsal addedilebilecek görevler yoktu artık. Sıkıntılar büyük ölçüde giderilmişti; öğretmenlere artık yalnızca kendilerine teslim edilmiş olan eğitime muhtaç ve hazır körpe çocukları, eğip bükerek şekil vermek suretiyle geleceğe hazırlama işi düşüyordu.
Görev ve sorumluluk tarifi bu denli açık ve net olarak tarif edildiğine göre, insanın “bundan sonrası çok kolay” diyesi geliyor. Gerçekten de anlattığım dönemde Solhan’ımıza yepyeni, gıcır gıcır bir okul yapılmış ve kapıları yöre çocukların ardına kadar açılmıştı. Açıldığı dönemde oldukça modern sayılabilecek bu okulda fiziki mekânlar itibariyle her şey mükemmeldi. Çoğu zaman her şeyin yerli yerinde ve bol olması karşılığında kullandığımız: “yok yoktu, çok çoktu” deyimi, tam da okulun bu durumunu anlatmak için dilimize kazandırılmıştı sanki.
Böylesi uygun şartlarda her öğretmen ve eğitimcinin layıkıyla görev yapması beklenirken, gerçek durum bunun aksi istikametindeydi. Olumsuz şeyleri yazmak kolaydır her zaman. Öyle yapmayacağım bu kez. Nedense bu gün, hafızamın bir yerlerinde saklı duran iyi şeylerin kırıntılarını aramak geliyor içimden.
Okulun son sınıfına geçtiğimiz yıl, yeni mezun olan idealist birkaç öğretmenin aramıza katılmasını yazmakla başlamak, bu arayışımın bir sonucudur. O güne kadar gördüklerimizden farklıydı onlar. Kimisinde bir anne, kimisinde de bir abla şefkatini buluyorduk. Bizden birileri gibiydi onlar. Yanımıza geliyor, bizimle ilgileniyor, hatta şakalaşıyorlardı. Onların nöbetçi öğretmen olduğu günlerde yoklama sırasının bizim sınıfımıza gelmesini sabırsızlıkla bekler olmuştuk. Sınıfa girdiklerinde söylediklerini diğer sınıflarla paylaşmak bizi mutlu ediyor; bu genç öğretmenlerimizin bizleri daha çok önemsediğini göstermek için, bizimle konuştukları şeyleri diğer sınıftaki çocuklara abartarak aktarıyorduk.
Şaziye Ürün ve İlhan Çelebi isimli öğretmenler, bu grubunun başını çekiyorlardı. Aynı okuldan mezun olup öğretmen olan bu iki genç kız, okulumuzdaki lojmanlardan birini paylaşıyor, nöbetlerinde birbirlerine yardımcı olmak için birlikte sınıfları, bilahare de yatakhaneleri geziyorlardı. Yatakhanede üstümüzü örtmeye yeltendiklerinde gördüklerimize inanmaz olmuştuk. O güne kadar öğretmenleri bağırıp çağırmalarıyla, azarlayıp dayak atmalarıyla tanımıştık. Alışkın değildik öyle yakın ilgiye. Bırakın öğretmenlerden bu kadar yakın ilgi görmeyi ailelerimizden bile görememiştik. Hele hele yatakhanelerimize gelip bize masal anlatarak bizleri uyutmaya çalışmaları, sonra da elleriyle üstümüzü örtmeleri yok muydu; bize dünyalara bedeldi.
Bir süre sonra Makbule Demetoğlu isimli bir öğretmen de onlara katılmıştı. Rahime Mor Hanım ise geçen yılda aynı mesajları vermişti bize. Artık okulun dört genç bayan öğretmeni, bize alıştığımız muamelenin çok ötesinde bir yaklaşımla geliyordu. Önemsendiğimizi hatta sevildiğimizi fark etmiştik birden. Okulun ortamı değişivermişti onlarla. Bizi anlayan, dinleyen öğretmenlerimiz vardı artık.
İçlerinden bazıları, hayatlarının tamamını bizlerle paylaşmakta sakınca görmeyecek kadar yakınlardı bize. Ev ve okul hayatlarını, hatta çocukluk ve gençlik aşklarını bile bizimle paylaşır olmuşlardı. O güne dek yaşadıkları yokluğu ve yoksulluğu anlattıklarında özdeşleşiyorduk onlarla. Genellikle kalabalık ve yoksul ailelerden oluşan Anadolu insanının hiç yabancı olmadığı aile içi şiddetten tutunuz da açlık ve sefalete kadar ne kadar olumsuzluk varsa konuşuyor ve paylaşıyorduk onlarla; onlar da bizimle. Acılar paylaşıldıkça azalır derler ya, biz de bu yolla acılarımızı azaltıyorduk.
Bizim için bir öğretmenden çok daha fazla anlam ifade eden bu abla öğretmenlerimizi çok sevmiştik. Onların yüreğimize serptiği sevgi tohumları çimlenmiş ve her gün biraz daha büyüyordu. Öğretmen okulunda doldurdukları dağarcıklarında ne varsa esirgemeden bize vermeye çalışıyorlardı. Yaşadıkları her anılarını tüm detaylarıyla öğrenmiştik. Özel olan her şeyleri vasıf değiştirerek bizim dilimize düşmüş, bize ait olmuştu.
Okuldaki o dört öğretmenimizle birlikte bir hatıra yazma salgını almış başını gidiyordu. Kimileri bu iş için özel olarak basılmış defterler kullanırken, kimi öğrenciler de bulabildiği her hangi bir defteri kapladıktan sonra öncelikle iyilik meleklerimiz olan dört öğretmenimize, sonra ikna edilebilen başka öğretmenlere, en sonunda da okul arkadaşlarına yazdırıyordu. Neredeyse defterini getiren her öğrenciye erinmeden hatıra yazıyorlardı bu dört öğretmen, hem de sayfalarca. Öyle bir hal almıştı ki, en uzun hatıra yazdırmaya muvaffak olanlar, en sevilen öğrenciymiş gibi algılanır olmuştu. Hepimiz adeta yarış halindeydik. Aşırı taleple baş edemeyen öğretmenler, kendilerine teslim edilen defterleri eve götürüyor orada yazdıktan sonra ertesi gün okula getirip veriyorlardı bize. Öğretmenlerimizin yazdığı o biraz da abartılı sözleri içeren hatıraları bıkmadan usanmadan defalarca okuyor, her defasında: “Vay be! Ben neymişim de haberim yokmuş” diyerek kendi kendimize böbürleniyorduk.
Dört iyilik meleğimizin açtığı yolda hayli mesafe ket etmiş, diğer öğretmenleri de bu kervana katmaya muvaffak olmuştuk. Ancak yaşlı ve oldukça kilolu olan Köy Enstitüsü mezunu Yalçın isimli bir öğretmenimizi bu işe ikna etmek hiç de kolay olmamıştı. Getirin defterinizi dediğinde kısa bir sürede onlarca defter birikmişti zavallının masasında. Almış götürmüştü onca defteri evine, diğer öğretmenler gibi. Ertesi gün geri gelen defterlerimizin kapağını açar açmaz hayal kırıklığına uğramıştık adeta. Niçin dersiniz? Övgü dolu sözlerle süslenmiş birkaç sayfaya yayılacak kadar uzun yazılmış hatıralar beklerken, hepimiz için tek klişe ile yazılan hatıra bir tekerlemeden ibaretti: “Bir satır, iki katır; Beni sana hatırlatır.” Hepsi o kadardı sadece. Bizim için o dönem çok önemliydi öğretmenlerimizin küçük de olsa övgüsüne mazhar olmak. Onlar, yıllarca esirgemişlerdi bizden gönül okşayıcı küçücük bir sözü. İyilik meleklerimizin açtığı bu yolda diğer öğretmenlerin de yürümesini bekliyorduk.
Okulu bitirdiğimiz o son sınıfın yarı döneminden sonra keyfimiz yerindeydi. Sınıf öğretmenimiz o dönemden sonra meleklerin biri olan Rahime Hanımdı, diğer üç melek de müzik, resim, beden gibi derslerimizi almış ve bizlerle bir şekilde irtibatlamışlardı kendilerini. Hepsi de sınıf öğretmenlerimizmiş gibi davranıyorlardı. Kişiliği tam oturmuş, kaprisi olmayan gerçek sınıf öğretmenimiz Rahime Hanım, bizi onlarla paylaşmakta sakınca görmemişti.
Fedakâr dört öğretmenimizi her ne kadar iyilik melekleri diye ilan etmişsek de sonuçta onlar da herkes gibi etten, kemiktendi. Mükemmel olmaları elbette ki beklenemezdi. Tanrı yalnızca peygamberleri mükemmel olarak yaratmış ve insanlara göndermiştir. İyilik meleklerimizin bazıları, ellerindeki testiden herkesin bardağına aynı miktarda sevgi şerbetini dökmede başarılı olamıyorlardı.
Sene sonu müsamerelerinde adalet terazisi biraz şaşmıştı. On kadar öğrenci kapmışlardı görevlerin tamamını iyilik meleklerimizin ellerinden. En yetenekli öğrencilerin seçilerek görevlendirilmesi yerine yine her zaman olduğu gibi yaşları ve gövdeleri büyük öğrenciler kayırılmıştı. Galiba ideal olan ölçü, her öğrencinin en az bir kere görev alması olmalıydı. Öğrencilerin gelişimi için büyük bir fırsat kaçırılmıştı bir kez daha. Öğretmenlerimiz; müsamere, orta oyunlar, halk oyunları, monolog ve şiirlerden oluşan bir dizi etkinliklerden tüm öğrencilerin adil bir şekilde yararlanmasını sağlayacakları yerde, belki de farkında olmadan amir ve üstlere başarılı görünme adına bu fırsatı kaçırmışlardı. Ama biz her şeye rağmen sevmeye devam etmiştik iyilik meleklerimizi. O küçük haksızlıklar, onlara karşı içimizde büyüttüğümüz sevgi ve saygıyı kurutmaya yetmemişti, yetemezdi de.
Beş yüz öğrencisi, onlarca öğretmeni, idarecisi, memur ve diğer çalışanlarıyla bir arı kovanını andırıyordu Solhan YİBO o yıllarda. Farklı yörelerden ve farklı kültürlerden gelen pek çok insanların birlikte yaşadıkları yerlerde anlaşmazlıkların, itilafların olması kadar doğal bir şey olamazdı. Solhan YİBO’da da olmuştu bu tür itilaflar. Son sınıfa başladığımız dönemde sınıf öğretmenimiz olan Bahri Bey, Musa Öğretmenimizin kız kardeşine abayı yakmıştı. Bir birlerini seven bu iki genç, birkaç kez okul kütüphanesinde buluşarak konuşmuşlar mı ne? Sebebini net şekilde bilemedik hiçbir zaman. Ancak, her ne olduysa kızın kardeşi olan öğretmenimiz cıngarı koparmıştı. Sonra mı? Kavgalar …tartışmalar… yumruklaşmalar… Yakışmamıştı olup bitenler Solhan YİBO’ya. Soruşturmalar birbirini takip etmiş, müfettişler okulu adeta kuşatmışlardı o günler. Buraya kadar anlattıklarım normal gibi gelir insana. Ancak gelişmeler hiç de normal gibi gelişmiyordu. Bir yerde kavgalar bir başlamayadursun gerisini kimse kontrol edemez.
Okuldaki öğretmenlerin tamamına yakını iki ayrı safta yer almışlardı. Keskin bir gruplaşmaydı yarattıkları. Birbirleriyle selamlaşmayan, aynı ortamda bulunmamaya dikkat eden, birbirini gördüğünde yolunu değiştiren iki grubun yaşadığı o okulda her şey Arap saçına dönmüştü. Gruplaşma giderek öğrencilere de yayılıyordu. Okulun tek son sınıfı olan bizler, bu gruplaşmadan en çok etkilenen öğrencilerdik. İşin en kötü tarafı, bizi tahrik eden öğretmenlerimizdi. Okulun küçük sınıfları durumun farkında olmasalar da biz, öğretmenlerine göre sınıfları; müttefik ya da muhalif olarak ilan etmiştik bile.
Kavgada bizim öğretmenlerimizin karşısında yer alan öğretmenlerin çoğu bir tesadüf sonucu kısa boylulardı. Nasıl olmuştu bu tesadüf anlamıyorum, ama olmuştu işte. Öğretmenlerimiz fırsatı kaçırır mı hiç. Yapıştırıvermişlerdi lakabı karşı gruba: “Cüceler”. Yatılı bir okulda birileri dile düşmeyiversin, susturun susturabilirseniz. Bütün müttefik sınıflarımıza ezberletmiştik düşman tarafın yeni lakaplarını. Karşı taraf olarak gördüğümüz sınıflardaki herkes için kullandığımız ortak ifade: “Gel cüce, git cüce”. Melek diye tabir ettiğim öğretmenlerimizden birkaçı, herkesin dilindeki bir halk türküsünün sözlerini değiştirmiş ve “cüceler” i anlatır hale getirilerek bize koro şeklinde söyletiyordu. İtiraf etmeliyim ki, bizim tayfanın öğretmenlerinden bazılarının nöbetçi olduğu gecelerde cücelerin sınıflarından küçük bir gürültü duyulduğunda kıyametler kopuyordu. Cezalar her zaman olduğundan daha şiddetli oluyordu.
Soruşturma sonucu kavganın doğrudan tarafı olan iki öğretmen ilçe dışına gönderilmişti. O güne kadar sınıf öğretmenimiz olan Bahri Bey, Karlıova İlçesine sürülmüştü. Öğrencilerle olumlu sayılabilecek hiçbir diyalogu olmayan bu öğretmenimizin gitmesi her şeye rağmen bizi çok üzmüştü. Babamızı kaybetmiş gibi etkilemişti bizi onun gidişi. Sınıftaki her öğrenci haftada bir mektup gönderiyordu kendisine. Bahri Bey, mektubumuza ortak cevap veriyordu. Mektubunda her birimize ayrı bir paragraf açarak cevaplıyordu bizi. Yazdığımız koca mektuba verilen bir kısa paragraflık bir cevap bizi mutlu etmeye yetiyor yenisini yazmak için kamçılıyordu. Ağzımızda: “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli dirhem fazla gelmiş ayrılık” türküsü hiç eksik olmamıştı o yarıyıl.
Sonra mı? Büyük şair Nazım,”… en fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı” dememiş miydi? Ölüm acısı unutulur da ayrılık acısı unutulmaz mı? Ayrılıklar da unutulacaktı elbet. Bir süre sonra biz de unuttuk, o da.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.