- 804 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'gates of fate'
‘Oğlum, RAB’BİN terbiye edişini hafife alma.
Onun azarlamasından usanma.
Çünkü RAB, oğlundan hoşnut bir baba gibi sevdiğini azarlar.’
Babaduran ile Trabkal’ın kafaları bir hoş olmuş. Suratlarında hiç tükenmelerini istemediğim gülücükler gaz kontrolünü kaybetmiş motosiklet sürücüsünden çıkmış gibi. İleri geri atılım yapılıyor. Arkada duran bahtsız bedevinin kaskı, sürücüsünün kaskına senfonik bir harmoniyle çarpıp duruyor. Oysa yavaş yavaş, dengeli bir gaz kontrolü gerekiyor.
Ben yine neler düşünüyorum? Emekli maaşı alan iki insandan bahsediyorum. İki bira içince kafaları bir hoş olmuş, muhabbetlerine doyum yok. Babaduran Tifinem sakinlerinin hallerinden pek memnun yaşamalarına basit eleştiriler getiriyor. Arada bana dokunduruyor:’ Hani sözün vardı, mangal yapacaktık; et alıp getirecektin.’ Trabkal mangal kelimesini duyunca kulaklarını elleriyle çekiştirip ‘sahi, sözünde durmadın’ diyor. ‘Aslında benim oğlanla kız gelse de biz şöyle bir akşam ziyafet çeksek’ diye de ekliyor.
Ziyafetin iyisi evdeydi. Pul biberli makarnayı yedikten sonra balkona çıkmıştım. Sigaranın küllerini Tanrı’nın verdiği ellerle Trabkal serverini alkışlayan yaşlı karı kocanın başına dökmek istiyordum.
…
Bir ses duyuldu. Kadın hüngür hüngür ağlıyordu. Köyün bayan öğretmeni ağlayan kadının kollarından tutmuş, yürümekte güçlük çeken bedeni taşımaya gayret ediyordu. Gözleri artık iyice görmez olmuş, şah ana dedikleri yaşlı kadın etrafına ‘neler oluyor’ diye soruyordu. Köyün muhtarının karısı ‘Serpil’in kocası ölmüş, bildin mi şah ana’ deyince, şah ana tülbendini düzeltip ‘sapasağlam adamdı yahu onun eri, ne olmuş, ne etmişler garibime’ diye yaşlı gözleriyle etrafına bakmaya devam ederken, köyün kadınları mezarlığa doğru yürüyorlardı.
Serpil’in kaynanası, kendi annesi, bacısı, görümcesi, eltisi, kuzenleri mezarın etrafında duruyorlardı. İmam efendi namazı kıldırmak istemiyordu ama muhtarın eşi diretince, arkasında köyün çocukları saf olup toprağın altına koyulan adamın cenaze namazını kılmışlardı. Trabkal medeniyetinin incileri dökülmemiş, gururu böylece kurtulmuştu.
…
Babaduran’a şah anadan bahsederken gözlerinin yaşardığını fark ettim. ‘İçer misin’ diye iki elinin arasındaki bira şişesini sımsıkı tutuyordu. Son bir gayretle ağzına diktiği şişeyi denize doğru fırlatmak için bir eliyle şişeyi havaya kaldırdı. ‘Ahhh’ diye bir ses duydum. Esmerleşmiş sesiyle ağzından çıkan ‘ah’ içime ana makinesi yanıverip, günlerce denizin ortasında makine için servis bekleyen gemi gibi oturdu. Dördüncü kaptanıyla, başmühendis güvertede ellerindeki viski dolu bardaklarla dolaşıyorlardı. Kaptan odasına kapanmış, Bulgaristan’daki eski konsomatrislerden sevgilisi Penka’ya şiir yazıyordu. Mülayim bir adamdı kaptan. Şiir yazıyor, kitap okuyor, bir tür yeni gerçekçi tarzda benimsenen hayata karşı duruyordu. Penka ona ‘Othello’m’ diye sesleniyordu. Trajik bir sevgi anlayışları onların kısa hikâyesini ölüme kadar taşıyacak gibi duruyordu. Penka’nın annesi Yahudi asıllı bir Fransızdı. Fransa’ya iş bulmak için gelen Penka’nın babasına ilk görüşte tutulmuş, adama âşık olmuştu. Penka akordeon ustası babasının hatıralarını çok defa kaptana anlatıyordu. Bazen aynı anıyı üçüncü, dördüncü kez anlattığı oluyor, kaptan bu durumdan dolayı canı hiç sıkılmıyor, Penka’sının ona anlattıklarını ilk defa duyuyormuş gibi gözlerinin içi gülerek dinliyordu. ‘Ben senin eşin olmak isterdim. Desdemona’n olmak isterdim. Sanırım ikimiz de mutlu bir evlilik için çok geç kalmış sayılırız.’Kaptan Penka’sının bu sözlerindense nefret ediyordu. ‘Neden olmasın, az kaldı, artık bırakacağım, emekli olup seninle Castelsardo’ya yerleşip, orada evleneceğiz’ diyordu. Penka buna bir türlü inanmıyordu. Kaptan seferden dönüp, Penka’nın yanına uğradığında, Penka’yla her sevişmelerinde hemen hemen aynı sahneler tekrarlanıyordu. Penka kaptanın gömleğini çıkarıyor, atlet katı kaptan otururken, kırlaşmış saçlarını okşuyor sonra kaptanın iri kolunu elleri arasına alıp, pazusundaki dövmeyi defalarca öpüyordu.
Penka ilk konsomatrisliğe başladığında on beş yaşındaydı. Bir atmış boylarında, kumral bir genç kızın hayatında başına gelebilecek en kötü hadiselerden biri gerçekleşiyor ve annesiyle babası Yugoslavya’daki tren kazasında ölüyorlardı. Penka Fransa’daki annesinin akrabalarını hiç görmemişti. Babasıysa yetim büyümüş bir insandı. Babasının kaderine ortak olma konusunda Tanrı haksızlık yapmıştı.Çoğu zamanb Böyle bir kaderin neden Penka gibi masum bir genç kızın başına gelebildiğini anlamak güçtür. Penka’yı Silistra’dan Bükreş’e götüren otobüs onun kaderiydi. Yanındaki adam Penka’nın anne babasıyla kaldıkları evin sahibiydi. Adama güvenip güvenmemesi bir yana, ne yapacağını bilemeyen genç bir kızın kaderi en kötü bir şekilde yazıldığı için sadece söyleneni yapıyor ve hayır demiyordu. Kaptan bu hikâyeyi biliyordu. Penka’sı ona anlatmıştı. Evet, öğrenmek istemişti, duymak istemişti ve gözbebekleri acı çekmiş, kirpikleri keskin jilet uçları gibi gözünü rahatsız etmişti. Ağlamak bazen ne kadar zordur.
Penka ev sahibi adamla Bükreş’e geldiğinde sonbahardı. Akşamüzeriydi. Penka: ‘Sokaklar insanlarla dolup taşıyordu’ demişti. ‘Nasıl davranacağımı, ne yapacağımı bilemiyordum. Elini bana uzatmıştı. Kocaman, iğrenç elleri vardı. Tiksinerek o eli tuttum. Beni iki katlı küçük bir otele götürdü. İkinci kat, dokuz numaralı odaydı. O oda benim kaderimin yazıldığı yerdi. ‘Sen otur dinlen, ben yiyecek bir şeyler alıp geleyim’ dedi iğrenç elleri olan adam ve yatağa oturdum. Sadece oturdum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Anne babam dokuz gün önce ölmüşlerdi. On gün önce beraber aynı sofrada akşam yemeği yiyorduk. Beni yanlarında götürmediler. ‘ Sadece iki gün, iki gün içinde döneceğiz’ demişlerdi. Beni neden yanlarında götürmemişlerdi, neden onlarla beraber ölmedim ki? Adam iğrenç elleriyle beraber bir şey taşımış, odaya getirmişti. Gazeteden yapılmış kesenin içinden bir uzun somun, biraz kavurma, yarım kalıp beyaz peynir, iki tane elma ve bir şişe de şarap vardı. ‘Ben aşağıdan bardak alıp getireyim’ dedi ve otelciden bardak almak için giderken ben de küçük masanın üzerini hazırlıyordum. Korkunç bir rüya görüyor olmalıydım. Yaşadıklarım kâbus olmalıydı. Biraz sonra terlemiş bir şekilde uyandığımda, annemin ‘kızım ne oldu, hasta mısın’ dediğini duyacaktım. Hayır, rüya görmüyordum. Yaşadığım bir kâbustu, bunu kabul etmek zorundaydım. Kalbimde derin bir hüzün vardı. ‘
Yaprakları Bükreş sokaklarında dans ettiren bir rüzgâr çıkmıştı. Dâmbotiva kıyısındaki cılız ışıkların altında yürüyen insanlar vardı. Tramvay’ın sesi fabrikadaki üretim bandı sesine benziyordu. Sibirya kökenli, sarı kirli tüyleri uzamış, göz kapaklarını çevreleyen tüylerin beyazladığı bir köpek otelin önüne uzanmıştı. Penka aç karnını az da olsa doyurmuştu. Gözleri kapanacak gibi oluyordu. Zorla gözlerini açıp, iğrenç elleriyle karşısında duran ve üst üste sigara içen adama bakıyordu. Şişenin içindeki yarım bardaklık şarap kalmıştı. Adam ayağa kalkıp, şarabı da iğrenç elleriyle ağzına dayadı. Adamın bu hareketleri Penka’ya mekanik gelmişti. Penka sandalyede oturuyordu. Ölene kadar o sandalyede oturabileceğini düşünüyordu. Adam iğrenç, kocaman elleriyle Penka’nın ellerinden tutup, onu ayağa kaldırdı. Adamın söylediklerini anlamıyordu. Adam sinirli bir şekilde konuşuyordu: ‘Uklonite, uklonite haljinu, neka je zaustaviti!’ Penka ağlamak istiyordu. Bu adam kaldıkları evin sahibiydi. Babası bu adama her ay kira veriyordu. Ne istiyordu? Babası ölmüştü. Kalacak bir evi de yoktu. Evi artık annesinin büyük bez çantasına koyduğu elbiselerinden başka bir şey değildi. Adam söylediklerini Penka’nın anlamadığını fark edince ‘soyunsana haydi, soyun da görelim güzel Penka’yı’ dedi. Penka titriyordu. Ellerini yumruk yapıp, sıkmak istiyordu ama ona bile güç bulamıyordu. Penka’nın hareketsiz bir şekilde karşısında, ayakta durup elbisesini çıkarmadığını görünce adam sinirledi. Penka’nın elbisesinin üzerinde annesinin uzun hırkası vardı. Hırka paçavra gibi otel odasının zeminini boylamıştı. Elbise Penka’nın vücudunu sarıyordu. Kurumuş dalın kabuklarını soyuyor gibi, acımasızca, kabaca hareketlerle Penka inciniyordu. Hem ruhu hem de bedeni acı çekiyordu. Ruhunun çektiği acıyı tanımlayabilecek kelimeler pek azdı. Penka’nın üzerindeki elbisesi odanın zeminindeydi. Zemin o masum elbiseyi kucaklayıp, acısını söndürmek istiyordu. Penka’nın iç kıyafetleri adamın elleri karşısında da acizdi. Şehvet duygusu Silistra’dan beri adamı perişan etmişti. Arzusu Penka’nın vücuduna sahip olmaktı.
Yatak sertti. Penka’nın bütün vücudu taş kesilmiş gibiydi. Eklemleri hareket edemiyor, korkuyla titreyişleri derin hüznünü arttırıyordu. Mavi çarşafın üzerine doğru, loş ışığın altında morumsu bir sıvı Penka’nın bacakları arasından süzüyordu. Otelin önüne uzanmış, derin derin nefes alıp veren köpek acıyla havlıyordu.
Sonraki gün o iğrenç ellerin tuttuğu para karşılığında Penka satılmıştı. ‘Mama’ diye seslendikleri yaşlıca, süslü ve ağır parfüm kokan kadın o parayı vermişti. On beş yaşındaki Penka itiraz edemiyordu. Hiç konuşmuyordu. Algılamakta güçlük çektiği şey on gün önce her şeyin farklı oluşuydu. Şimdi her şey değişmişti. Hangisi gerçek hayattı? Yıllarca geceleri uyumak için bardak bardak içecekti. Sadece içerek unutmaya çalışacaktı. On beş yaşında, hala anne babasıyla yaşadığı evi anımsayıp, ara sıra yüzünün kılcallarında gülme arzusu duyumsayacaktı.
…
‘Ve izâ kîle lehüm enfikû mim mâ rezakakümüllâhü, kâlellezîne keferû, lillezîne âmenû enut’ımü menlev yeşâullahü et’ameh, in entüm illa fi dalâlin mübîn. Ve yekûlûne metâ hâzel va’dü in küntüm sâdikîn. Mâ yenzurûne illâ sayhaten vâhidaten te’huzühüm vehüm yehissimûn. Felâ yestetîûne tavsıyeten velâ ilâ ehlihim yerciûn. ‘
Şah ana ezberinden okuyordu. Kadınlar sıra sıra oturmuş, kızını kucaklamış ağlayan Serpil’e ara ara bakıyorlardı. Kiminin aklında bundan sonra Serpil’in nasıl geçineceği, ne iş yapacağı; kimininse ‘genç yaşta öldü kanserden kocası’ diye geçiyordu. Aynı acı etrafında küçük bir oda içerisinde toplanmış, okunan surenin bitmesini bekliyorlardı. Şah ana özenle, yavaş bir şekilde okumaya devam ediyordu. Sıkılanlardan kimi mutfağa gidiyor, oyalanmak adına tezgâhta duran elbezinin yerini değiştiriyor, sürahiden bardağa su doldurup, iki yudum içmeden bardağı tezgâha koyup, diğerlerinin yanına geri dönüyorlardı. Nihayet şah ana okumasını bitirdiğinde Arapça ettiği dualardan sonra yetmiş beş yıldır dünya kahrı çekmiş ellerini hava doğru kaldırıp; ‘Allah’ım, Allah’ım, benim güzel Allah’ım, sensin ki var eden yoğu, sensin ki cana can veren, sensin ki muradı hayra kavuşturan, sensin ki kainatın sahibi; dünyada ahrette şu kadıncağızın erine yapılan zulmü hor göresen, yapanlara karşılığını veresen. Amma velakin varsa imkanları, sana kulluk edene de acıyasan ama şu kızcağızın da, şu ufacık yetimin de işini rast getiresen, onlara huzur veresen, acılarını dindirecek sabır veresen. Sen ulu Allah’ım, cana can veren sen, nimet senin, el senin, ayak senin, baş senin, er senin, avrat senin… Sen her şeye can veren Allah’ım, sabrını eksik eylemeyesen... Şu gözel kadının yüreğini hafifletesen… Eri garibe ahrette gözel köşklerinden birini veresen. Bekleye; yavrusunu, avradını bekleye, sen onu şehit sayasan Allah’ım, Allah’ım…’
Serpil’in yanından hiç ayrılmayan öğretmen hanımda trans halinde gibiydi. Şah ananın ettiği dualara amin derken, bir yandan da şah ananın cümlelerine kafa yoruyordu. Öğretmen hanım için zulmetmek insanın doğasında olan bir şeymiş geliyordu. Kötü insanlar zulmedebiliyordu. Hatta iyi olduklarını sananlar da bu zulümleri yapabiliyorlardı. Öğrencileri onu çok seviyordu. Hem burada, hem de önceki öğretmenlik yaptığı okullarda hep iyi biri olarak anılıyordu. Fakat iyi biri olmak neydi? Nasıl iyi kalabilirdi? İyi olmak için ne yapmalıydı? Merhamet miydi? Merhamet hissiyle mi dolu olmalıydı? Öğrencilerini seviyor ve onların en iyi şekilde öğrenmeleri için akşam evde saatlerce kafa yoruyor, kendi kendine projeler var ediyor, sınıfça organizasyonlarında hep öğrencilerin yüzü gülüyordu. Ama böyle iyi olmak nereye kadar sürüp gidebilirdi? Susmak, kimi zaman susup öylece durmak asla iyi sayılamazdı. Evet, kader olabilirdi, olması gereken şeyler, insanların gözünde hiç de öyle olmaması gerekliymiş gibi de gerçekleşebilirdi. Yine de yeterli görmüyordu. Kalbinin aslında kötü olduğunu, hem Allah’a karşı hem de insanlara karşı aslında iyi olmadığını hissediyordu. Serpil’in yanında, Serpil’in akrabalarından daha yakında bunu hissediyordu. O öğretmendi. Not verdiği sadece çocuklar olamazdı. Köyün erkeklerine de gereken notu aklında vermeye başlamıştı. Bu not dalga dalga yayılacak, köylerden kasabalara, oralardan şehirlere ve tüm ülkeye, dünyaya yayılacaktı. Sahi, Tanrı da doğruya, yanlışa göre bir gün not vermeyecek miydi? İnsanların yaptıkları zulümler tek tek dosyalardan çıkarılıp, gösterilmeyecek miydi? O zaman bu dosyaların altında kendi imzası varken insanın, nasıl ‘ben yapmadım, ben suçsuzum Hakim’ diyebilecekti ki?
…
Babaduran ‘hadi kalkalım, üşüdüm, gidelim eve ısınalım az’ dedi. Onu kaldığı apartmanın kapısı önünde bırakıp, karşıdaki apartmana doğru yürümeye başladım. Gözlerim kapanıyordu. Ancak uyumak istemiyordum. Dış kapıyı anahtarla açmak üzereyken, karşımda uzun boylu, siyah renkte deri ceketiyle kırma Rus kızla karşılaştım. Kısacası kendileri ahlak zabıtası olanların ‘orospu’ dedikleri kızlardan biriydi. Kırık Türkçesiyle ‘ıyı gunlar’ dedikten sonra usulca yanımda geçip gidişini izledim. ‘Sapere aude’ belki kaç seksilyon kere tekrar ediyordu. Orospu dediği kızlarla yatmak için içi içini yiyen, sözde kültür müslümanı adamın suratı aklıma geldi. Aklım düşünmek için cesaret ederken, kendi kinine yenik düşmek üzereydi. Böyle şeyleri düşünmemeliydim. Varlığın kendisi felsefi kökeni itibariyle incelendiğinde, zemine kalan şeyler engeller ve tehlikeli oyuncaklardan başka bir şey değildi. Vücut yaş alabilirdi, zeminin üzerindeki legolardan dünyalar kurulabilirdi ama zeminin kökeninde var olanı araştırmaya karşı en küçük istençsizlik bir nevi aklın çocuksu kalışını simgeliyordu.
Babaduran garanticiliği seviyordu. ‘Bir yere kapak atıp, dayanacaksın, sıkacaksın dişini. İnsan diplomayla yaşayamaz. Düşünerek, okuyarak, kendi kendini yetiştirebilirsin.’ Badirelerin olmayacağı anlamına gelmiyordu. Hayatta beklenenden tam tersi durumlar olduğu anlarda, düşüncelerin kaynağı varlıksa, aslında doğru hep bu varlığın temelinde kazanılmış halde anlam buluyordu. Saçıyla, sakalıyla eski Yunan filozoflarına benzettiğin Babaduran ciddi anlamda bana bir şeyler katıyordu. Üç kez evlenip boşanması Sokrates mantığıyla açıklanabilirdi. ‘Evlenme, ne yapacaksın evlenip’ dediğinde, Trabkal ‘yahu demesene adama öyle, sen üç kez evlenip boşandın, gören de hiç evlenmemiş biri olarak görür seni’ diyordu. Babaduran’da lafını sakınmıyordu:’ İyi ya, bir halta benzeseydi üç kere denemezdim. Hem tekrar tekrar denemem de aslında belki bir halt var diye de olabilir ya!’
Ne Babaduran’ın alaysı tavrı ne de Hegel’in idealist kökenli dünya görüşleri bir noktadan sonra aklımı zorlamıyordu. Nietzsche konusunda yine de bazı noktalarda canım sıkılıyordu. Popüler kültür onu da av olarak kullanmayı başarmıştı. Kimdi, neyin nesiydi o pis bıyıklı adam? Bazıları Adolf için akıl hocası oldu derken, kimi onu birkaç kitap içerisinde modern yanılsamayla tanımış ve çoktan kaderler dışına atmışlardı. Orospu dedikleri kızların dairesi önünden güzel çamaşır kokusu geliyordu. Az evvel kız ayakkabısını giyerken kapıyı bir süre açık tutmuş olmalıydı.
Değer yargılarının yeniden değerlendirilmesi basit gibi gelse de, bir tür savaştı. Marks yabancılaşma konusuna değinirken, kapitalin aktif rol oynadığı arterlerdeki süreç üzerine kafa yormuştu. Nietzsche için bu kavrayışın zemindeki yanlış roldeki büyük aktör dindi. Tahrif olunan bir dinin saptamasıydı, bu yüzden onun gibi beyinler düşünüyorlardı ve Batı’daki asıl gelişmeyi ben yine bu düşünlere göre yorumluyordum. Her defasında günahtan, sapıklıktan, ayartılmadan bahsederken aslında bu tekrarlar bir tür gücü dini kendi amaçları doğrultusunda kullanmak isteyenler için de tali yol oluyordu. Akıl yozlaşırken, defalarca tekrarlanan hataların bütünü güç sahiplerinin elinde değerleniyordu. Yaşamımı değersiz görmem de aynı düşünce metodunu uyguluyorken eskiden bundan korktuğumu hatırlar gibiyim. Babaduran’a da bir keresinde ‘ben dinimi Batı’yı okudukça anlıyorum’ demiştim. Babaduran gülümsemişti.’ Değerlerin yozlaştırıldığı şirinler köyünde, çirkin devler için kendim olmaktan çıkıp, mutlu oluyordum. Sıra dışı oluyorum derken failini nedensiz bulduğum bir sür suçu olumlayan sorunun içinde debelenmekten kendimi geri çekmiyordum. Bencillik damarlarımın içinde dolanıyordu. Merhamet aşısını tekrar etmek için düşünüyordum. Defalarca düşünüyordum. Defalarca…
…
Elimdeki kitabı havaya kaldırdım. Sonra tekrar gözlerimin hizasına getirdim. Üzerimdeki yükten kurtulmak mümkün değildi. ‘Süleyman’ın Özdeyişleri’ bölümüne geldim. Bu ince yaprakları seviyordum. Şule aklıma geliyordu. İncecik limon sarısı elbisesiyle karşımda oturuyordu. Ben onun oturuşunu seviyordum. Onun görünen her şeyini, görünmeyenini de seviyordum. Gözlerinin iri bakışları altında tatlılığını, mutsuzken bile bir misafir gibi ince hallerini ve yenik duruşunu, kazanmak için tekrar yenileceğini bilme hissiyle hüznünü.
Kitapta geçen bilgeliğe adanmış özdeyişler, beynimin içinde deprem etkisi oluşturuyordu. Yasin suresi 47. Ayetinde Allah; ‘Onlara, ‘Allah’ın size lütfettiği rızıklardan dağıtın’ dendiğinden, nankörlüğe sapanlar, iman edenlere şöyle derler: ‘Allah’ın dilediği takdirde yedirip doyuracağı kişiyi biz mi doyuracağız? Siz açık bir sapıklık içindesiniz, hepsi bu’ deniyordu. Devam eden ayette de şöyle devam ediyordu:’ Bir de şöyle derler: ‘Eğer doğru sözlüler iseniz, bu tehdit ne zaman?’ Özdeyişleri okurken ayetten farksız sözlerle beni yatağa atamayan uykum açılıyordu:’ Elinden geldikçe, iyiliğe hakkı olanlarda iyiliği esirgeme. Elinde varken komşuna, ‘bugün git, yarın gel, o zaman veririm’ deme. Sana güvenerek yanında yaşayan komşuna kötülük taslama. Sana kötülük etmemiş biriyle yok yere çekişme. Zorba kişiye imrenme, onun yollarından hiçbirini seçme. Çünkü RAB sapkınlardan tiksinir, ama doğruların candan dostudur. RAB kötülerin evini lanetler, doğruların oturduğu yeriyse kutsar. RAB alaycılarla alay eder, ama alçakgönüllülere lütfeder. Bilge kişiler onuru miras alacak, akılsızlara yalnız utanç kalacak.’
Şule’ye olan susuzluğuma çare bulamıyordum. Susuzdum; Şule’sizdim. Doğruların şafak ışığı gibi izleri olan yerlerde Şule’yi aramak için didiniyordum. Var olan her şeye ‘kaderdir, kader’ deyip geçmek bir tür alışkanlık olmuştu. Yine de yapılan aptalca hataları kader diye nitelendirmekten tiksiniyordum. Özdeyişlerde geçtiği gibiydi aslında mana: ‘Oğlum, RAB’BİN terbiye edişini hafife alma. Onun azarlamasından usanma. Çünkü RAB, oğlundan hoşnut bir baba gibi sevdiğini azarlar.’
Yağmuru çok seviyordum. Şule’yle beraber yağmur damlalarını izlemeyi çok seviyordum. Kurumuş dudaklarımı birbirine sürterek ‘biraz biraz anlıyorum’ dedim.
...
YORUMLAR
bir çay içimlik molada bana bir çok şeyi sorgulattın. kaderden girdim, dini sorguladım, batılı düşünürleri yoklayıp, evliliği tekrar düşündüm. tevrat'tan ilham alan wachowski kardeşler gibi bugünkü beyin fırtınası. kafam ve gönlüm yorgun, yazıyı yorumlayabilecek ruh hali yok gibi bende. ama Hakkınsesi'nin okumayı seviyorum. bu aralar daha bir "benden içeru"ya hitap ediyor.
Dini malzeme etmek tali değil duble yol oldu. Nietzsche bile bu kadarını kestirememiştir emin ol. Ve o iri kıllı pisliğe bulaşmış ellerin ne milliyeti,ne dini ,ne vicdanı var. Şule kadar sevilmek için şanslı olmak gerekir. Bazıları sadece metadır. Kaç asırdır insanız,kaç sırla gömüldük... Aynaya baktıkça utanılası suratlarımıza gülümsüyoruz. İyilik sıfat edindiğimiz bir kavram olmasa idi insanlık tarihi bunca utanca sahip olmazdı.
Sevgilerimle...