- 649 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
0065 – MENDİLİMDE KAN SESLERİ – TRAJEDYA
MENDİLİMDE KAN SESLERİ
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben -
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
Edip CANSEVER
TRAJEDYA
Her yere yetişilir, hiçbir şeye geç kalınmaz ama çocuklar, beni affedin! Ben çok geç kaldım! Yurdum insanı! Sen de bağışla beni!
Boynu bükük duruyorum. Hiç istemezdim böyle çaresiz olmayı! İçimden öyle geldiği için de değil ama hiç değil! Kim ister bu halde olmayı! Maalesef ben, düşmanıma bile dileyemeyeceğim bir haldeyim!
“Boynu bükük duruyorsam eğer içimden öyle geldiği için değil ama hiç değil!” derken kendi hislerimi ifade etmiş gibiyim ama öyle değil! Bu, duyarsız kesime bir göndermedir! Onlar modern kesimdir. Saz yerine caz dinlerler. Aldırış etmezler ezilen halkın acılarına! Canhıraş kan seslerine kulak vermezler. Onlar ki zevk ve safa içindedirler. Memleket meseleleriyle alakadar olmazlar. Hele hele gurbetçilerle, gurbet yolcularıyla ilgili hiçbir his yoktur içlerinde. Ülke gerçeklerini görecek gözleri de yoktur, kanayacak kalpleri de, akacak kanlı gözyaşları da… Tek damla yaş bile akıtmazlar. Onlar yoksulluk nedir bilmeyenler… Kapitalist kesim… Para babaları… İçlerinden hüzünlenmek bile gelmez! Bir an düşünüp üzülür gibi olsalar da çok sürmez. Eski hallerine dönüverirler… Çünkü onların tuzları kurudur.
Ah, güzel milletim benim! Gariban halkım benim! Herkes doğduğu büyüdüğü toprakların özelliklerini taşır. Oranın suyunu içmiş, ekmeğini yemiş, yağmurunda ıslanmış, güneşinde kurumuştur. Ormanıyla dağıyla, ağacıylla taşıyla, bağıyla bahçesiyle; yeraltındaki yılanından çıyanından, su içindeki balığına kadar yöresindeki her şeyle kaynaşmış, onlarla bütünleşmiştir.
Bu topraklarda açan çiçekleriz hepimiz. Hepimiz Anadolu Anadolu kokarız.
Vatanımızın dağları gibi dimdik dururuz! Fakat bu aralar, ülkemizin tepelerini kara duman bürüdü. O yüzden boyunlarımız eğildi, onlar gibi eksildik biz de. Baş kestik, boyun büktük elin gâvuruna.
Konya’nın beyaz düzlüğüne benzeriz biz. Antep’in kırmızı toprağına… Konya bembeyaz bir mendil gibi serilidir yurdumun ortasına! Antep kan gibi düşer, yüreklerimizden üzerine! Kanlı gözyaşları dökeriz dört bir yandan! Ciğerlerimiz deşilir, kalplerimiz sökülüp çıkarılır yerlerinden! Kan tükürürüz mendillerimize! Verem eder bu ekonomik sorunlar bizi!
Gözyaşlarımız hiç dinmez! Gökyüzü gibi yaş döker dururuz. Göğün mavisine benzer yaşlarımız... Gözlerimiz daima dolu doludur. Bakışlarımız onun için buğulu ve görüşümüz dalgalı… Denizlerimizin dalgalanışına benzer dalgalanışı… Acılı gözyaşlarımızın tuzu da suyunun acımsı tuzuna…
Anadolu evlerine, sokaklarına, köşe başlarına benzeriz biz. O kadar benzeriz ki hem de! Hapishane halini almış vaziyette Ülkemiz şimdilerde. Bu topraklar mahpushane avlusuna benzemekte… Herkes palas pandıras kaçıp kurtulma derdine düşmüş! “Nerden geçit bulsam? Hangi duvarı delsem? Nasıl bir dehliz kazsam? Güneşe nerden yol bulabilirim? Rahata, huzura, refaha, mutluluğa…” demekte… Herkes bir çıkış yolu, bir çıkar yol aramakta…
Sanki mahkûmlarız öz Vatanımızda! Daracık bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmış gibi daralmış kalplerimiz. Yüreklerimiz cenderede… Dediklerimize kimse kulak asmıyor. Söylediklerimizin, üstü horoz resmi baskılı teneke arkalıklı bir cep aynası kadar değeri yok!
Hani adres arayanlar vardır ya bizim gurbetçiler gibi… Ellerindeki yazılı kâğıtla bir umut yaklaşırlar ve çekingen çekingen: “Kardeş, şu adrese bi bakıver! Biliyon mu bura nere? Hele bi deyiversen…” diye sorarlar ya önlerine gelene… Sorarken ne kadar acınacak haldedirler! İşte o hale getirildik şimdilerde. Evin yolunu bulamaz olduk!
İnsanımızın ellerinde adresler… Yurt içinde resmi daireler, yurt dışında tüneyecek tünekler aramakta olan gurbet kuşları olduk ne yazık ki! Ülkemizi yetmiş sente muhtaç, bizi aç sefil, bu hale getirdiler!
Bu toprakları yönetenler, camcının cam kestiği gibi iç acıtan sesiyle sürdüler üstümüze elması! Ayırdılar anaları babaları çoluk çocuklarından, akraba ve yakınlarından! Dülger gibi rende ellerinde, sıyırdılar attılar, evlerinden barklarından, köylerinden kasabalarından, canım topraklarımızdan sürdüler çıkardılar dışarıya!.. Eti etten ayırdılar! Yonga parçası gibi… Talaş halinde… Derimizi yüzdüler! Dışarıya attılar!
O kadar çabuk, öylesine kolay yaptılar ki bunu! Bir sigara yakar gibi yaktılar hepimizi! Gazoz açarcasına açtılar sınır kapısını! Gazoz kapağı gibi fırlatıp attılar bizi dış ülkelere!
Minibüslerine, gecekondularına hasret kaldı niceler… Yalan oldular, politikacıların yalanları gibi… Hepsinin gidiş sebebi aynı… İşsizlik!.. Hepsi acılar içinde kalmış vaziyette… Bilinçsiz durumda ıstırabından! Güvenleri ellerinden alınmış! Ağlamaktan başka silahları yok. Zamanla kuruyacak belki gözyaşları yanaklarında. Avunacaklar avuçlarına sıkıştırılan Marklarla. Tekrar hayallerine kavuşacaklar belki. Emekli olup yurda tekrar dönmek, tarla tokat, ev bark sahibi olmak falan gibi…
Gülemiyoruz. Gülemeyiz tabii! Ne zaman gülebilirsin Sevgili Yurdum? Halkın gülüyorsa… Gülmüyorsa, kan ağlarsın işte böyle! Sana da bana gülmek haram, bundan sonra!
Ne kadar benziyoruz Yurdumuza! Ne güzel bir havan vardı senin ey güzel Türk halkı! Nasıl içerdin rakıyı, şöyle kasıla kasıla! Hani nerde şimdi o havan?
O göğsünü gere gere, şöyle iskemlenin arkalığına dirseğini dayayarak oturuşunu hatırlıyorum da yurdum insanının! Sanki arkalığa dayamazdılar da gökyüzüne dayarlardı! O kadar yükseklerdeydi başları! Bulutlara değerdi! Nasıl da boyun büktüler yedi kat ellere! Nasıl eğdiler eğilmez başlarını! Ellere: “Evet efendim! Peki efendim! Bir daha olmaz efendim!”
Sigara paketlerinin üstlerine yazılıveren önemsenmeyen yazılar, çiziktiriliverilen resimler gibiyiz, öyle değil mi? O kadar sıradan, önemsiz, değersiz… Eninde sonunda buruşturulup atılmaya mahkûm… Ve unutulmaya…
Resimler gibiyiz aslında… Cezaevlerindeki resimler gibi… O kadar değerli, vazgeçilmez… Cezaevlerindeki tek dayanak olan resimler gibi… Özlem taşırız öpücük öpücük… Burcu burcu hasret kokarız… O resimler gibiyiz… Hani kimsecikler yokken, herkes uyurken koyunlardan çıkarılan, sessizce seyredilen seyredilen… Gizlice öpülüp koklanan, bağra basılan… Ta yüreğin kökünde duyulan… Yüreğin üstünde eskitilen, okşanmaktan yıpranan resimler kadar değerliyiz!
Resimlere bakarken şöyle bir kaşımızı kaldırırız. Eskiden beri öyleyiz! Gururluyuz, yaratılıştan! Sıcakkanlıyız. Hemen seviveririz, anında dost oluveririz! Ne çabuk kaynaşıveririz birbirimizle! Haydi şimdi kaynaş kaynaşabilirsen, makineleşmiş memleketin robotlaşmış, duygularıyla birlikte donuklaşmış kalmış donyağı kesilmiş insanıyla! Elin Alamanıyla…
Durumuna bakıyorum da şimdi gurbetçimizin… O eski afili havasından eser kalmamış! Nerde o fiyakalı fiyakalı cıgara tüttürüşü! Nerde havuz başlarında tokur tokur nargile çekişi! Nerde meyhanelerde fasıl eşliğinde usul usul demlenişi… “Küçük dağları ben yarattım!..” dercesine tek kaşı havada, omuzları arkaya, göğsü öne doğru, iki yana sallana sallana kırk koyunlu Kürt ağası gibi büyüklene büyüklene yürüyüşü, elini tespihiyle beraber arkasında kavuşturarak, göbeğini çıkararak duruşu!
Yine içiyor… İçiyor da o kadeh elinde bir acayip duruyor. Hani, nasıl desem? Küfreder gibi!.. İçtikçe sövüp sayıp duruyor! Kahroluyor yaban ellerde!..
Zaman denen nedir ki hemşerim! Eskiden biz yine böyle istasyonlara gider, vasıtalar beklerdik ama bir ilimizden bir ilimize ziyarete, iş takibine ya da çalışmaya gitmek için… Elin memleketlerine satılan köleler gibi süklüm püklüm değil!.. Göğsümüzü gere gere…
O zamanlar memleketimiz kokardı her istasyon! Yurdumun tertemiz havası... Konya, Antep, Malatya Nazilli… Hepsi bizimdi. Bize benzerdi. Bizim gibi kokardı. Hamburg, München, Stuttgart öyle mi ya!
Edirnekapı’da gözyaşı dökerek bekleşenleri düşündüğümde, o Almanya’ya postalanacak ırgatları, o masum, o acınası Türkleri, İstanbul’da gözyaşı dökerim işte böyle sicim gibi…
Çoğu esmerdir kadınlarımızın. Ne kadar severiz onları! Ne kadar sayarız! Onlar, açılmamış bir top patiska gibidirler. El değmedik humayin bezi gibi… Karbeyazı, tertemiz, ütüsü bozulmamış, lekesiz… Kuğu boyunludurlar… Mağrur başları yukarıda… Şimdi kirpiklerinde tomur tomur yaşlar… Onlar Almanlara hizmetçilik yapacak değillerdi. Evlerinde oturacak, erkekleri kazanacak getirecek, onlar idare edecekler, gül gibi geçinip gideceklerdi. Kocalarına hizmet edeceklerdi. Elin adamlarına değil!
Evinde, tarlasında bahçesinde çalışacaktı en fazla… Yemek yapacak, sofra kuracak, yuvasında kraliçeler gibi salınacaktı. Yurdunda kalacaktı en azından…
O kadınlar ki ne kadar mükemmeldiler! Sevdiklerini hakkıyla sever, yerlere göklere sığdıramazlardı! Şöyle kıyasıya, öyle doyasıya sevdiğine değerlerdi! İnsanın kanayan kalbini serinletirler, ıstırabını dindirirlerdi.
Öyle fedakâr, öyle cefakârlardı ki! Cezaevlerine düşen eşlerini bile asla ihmal etmezler, çalışırlar kazanırlar, ona üç öğün yemek taşır, üst baş getirirlerdi değiştirmelik. Tütününe sigarasına kadar bütün ihtiyaçlarını düşünür, giderirlerdi.
Yediveren güller gibi evlatlar verirlerdi kocalarına ve o çocukları en iyi şekilde yetiştirirlerdi ki onlar büyüdüklerinde Vatana Millete hayırlı evlatlar olsunlar, ülkenin gidişatını, hatta dünyayı düzeltsinler! Onları oya gibi işlerlerdi, doğruluk, dürüstlük, iyilik, güzellik, çalışkanlık gibi telkinlerle, ince ince…
O çocuklar büyüyecekti… O çocuklar büyüyecekti… O çocuklar... Olmadı, Yüce Milletim! Olmadı! O çocuklar büyümeden tersine döndü her şey! Gümrüklere yığıldık kaldık! Biliyorsun ya! Bilmiyor musun olanları? Susma öyle! Kaderini kabullenenler gibi… Suçu kabullenir gibi…
Bilmezlikten gelmeyin, güzel ülkemin güzel insanları! Umutsuzluğu yok edin! Umudu dürtüp harekete geçirin! Umutsuzluk selinin önünü kesin! O kükremiş aslanı teskin edin!
Demek istiyorum ki! Eğer ümidinizi kaybetmezseniz, bu işçi taşıyan trenler olmaz. Herkes yurdunda, yerinde yöresinde kalır. Gurbet de olmaz, hasret de…
Umutsuzluğumuzdan vızır vızır gidip geliyor işçi taşıyan trenler şimdi. Hayallerimizi neredeyse tamamen kaybettiğimiz için bu hale geldik. Trenler çocuklar, kadınlar, erkeklerle tıklım tıklım dolu! Cepheye giden trenler gibi… Gidenlerin geri dönüp dönmeyecekleri belli değil, akıbetleri meçhul… Sevkıyat vardı bir zamanlar… Asker sevkıyatı… Savaşa giderler, ya döner ya dönmezlerdi… Şimdi de sevkıyat var… Bu da başka bir savaş türü… Ekonomik savaş… Hayatta kalma savaşı…
Almanya yolcusu işçiler… Kadınlar… Kadınlarımız… Yüz akımız, namusumuz… Humayin bezleri… El değmedik, kem göz bakmadık… Analarımız, bacılarımız… Kimi yolda, kimi gurbet ellerde… Ellerinde bavullar, fileler, kolonyalar, su şişeleri, paketler… Bunlar bizim insanlarımız! En güzel ağaçlar, en olgun ve dolgun meyveleri vermemeleri için hiçbir sebep yok ama çorak topraklarda, kayalıklarda büyümüşler. Kırsalda, varoşlarda… Eğitimsiz, öğrenimsiz kalmışlar. Kökenlerinde büyümüşler, oralardan başka yer görmemiş, bilmemişler.
Ah güzel yurdumun eşsiz insanları! Görüyor musun Vatanımızın halini!.. Talan edilmiş!
Köle pazarı kurulmuş da sanki işe yarayanlar satın alınmış, geriye özürlüler bırakılmış! Baştan sona muayene ederler. Özellikle ciğerler sağlam, kalp sağlıklı, dişer tam ve bakımlı olmalıdır! At satın alırken dişlerine bakarlar ya… İşte öyle ağızlarına bakar, dişlerini bir bir sayarlar… Çünkü diş önemlidir. Tedavisi pahalıdır. Üstlenmek istemezler. Hem diş sağlıktır. Sağlıksızsa, başta kalp olmak üzere bütün organlar risk altındadır! Onlara tam anlamıyla sağlıklı, güçlü kuvvetli işgücü lazım! Sorun çıkaracak, sorunlu işçi değil.
Trenler kalktıkça, dağılmış pazaryerlerine benziyor istasyonlar. Seçilip seçilip alınıyor Yurdumun insanı. Her sevkıyat sonrası memleket ören yerine dönüyor.
“İçimden hiçbir şey gelmiyor! Hüzünlenmek bile gelmiyor içimden, inanır mısınız? Gelse de öyle çok sürmüyor. Bir caz müziği gibi esip geçiyor üzüntüm. O kadar çabuk… O kadar kısa… İşte o kadar!” derken özeleştiri yapar gibiyim ama asıl amacım duyarsız modern insanları kınamak, blues dinleyen kesime gönderme yapmaktır.
Kimse aldırış etmez onların acılarına! Bir an akıllarına gelse, üzülseler de birazcık, o hüzün çabucak gelip geçer. Onlar caz müziği dinlerler. Öz benliklerini unutmuşlardır. Onların yürek paralayan ağıtlarına, can yakan türkülerine kulak vermezler. Gerçi blues, cazın bir türüdür ve Afrikalı Amerikalıların halk şarkılarından kaynaklanan bir müziktir, hüzünlerini onunla dile getirirler, efkârlandıklarında ama o da o müzik kadar kısa sürer. Onlar, saz yerine caz dinleyenlerdir. Koca göbekliler… Ülke sorunlarıyla alakadar olmayan kişiler... İçlerinde gurbetçilerle, gurbet yolcularıyla ilgili hiçbir his yoktur. Kalpleri de yoktur kanayacak, kanlı gözyaşı falan da akmaz, akamaz gözlerinden. Bir damla yaş bile… İçlerinden hüzünlenmek bile gelmez! Gelse de biraz üzülüp, tekrar hayatın akışına kapılıp giderler. Çünkü onların tuzları kurudur.
Ey, Yurdum insanı! Ey, canım halkım! Güzelim Yurdum neden kanar? Neden kan kaybeder? Bu insanlar, Türk Halkının hançerlenen yüreğinden akan asil kandır. Ülkemiz onların gidişiyle kan kaybetmektedir. Onların ıstırapla akıttıkları kanlı gözyaşları, bembeyaz bir ipek mendile benzeyen Yurdumuza damla damla düşmekte, hıçkırıklar halinde sesler çıkarmakta, yüreklerimizi yaralamaktadır. Gurbetçilerin çektikleri acılarla benim mendilim de aynı haldedir. Onlar benim ırkdaşım, soydaşım, kandaşım... Aynı asil kanı taşımakta olduğumuz kişilerin dertleri benim de derdim!
Diş değiller, tırnak değiller! Neden sökülüp sökülüp atılıyorlar? Milletim neden kan kaybediyor? Bu insanlar neden göç ediyor? Bir Vatan neden kanar? Bu sesler… Bu hıçkırık, bu boğulurcasına ağlama bu canı candan çıkarılıp alınırcasına yakılan ağıtlar, bu acılı türküler, hep o akan kanın sesi... Gurbetçilerimizin ve yakınlarının canhıraş feryatları...
Birer cam parçasında elmasın çıkardığı ses! Ki o cam parçası toplumun en küçük parçası olan ailedir. Nasıl ayrılırsa bir cam ikiye… İşte öyle… O elmas, bu sırça sarayları acımadan ortasından ayırdı! Birer bütün olan aileleri parçaladı! Bu zalim gurbet! Neden, işsizlik! Yoksulluk! Çaresizlik!
Tırnakları etlerden söküp aldılar! Sıyırıp aldılar etleri etlerden! İnsanımızı, yurdumuzdan rendeleyip, planya önündeki talaş parçaları gibi çıkarıp çıkarıp atıverdiler!
Bu sesler… Bu sesler kan sesleri!..
Yurdumda kan sesleri…
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI - 0065
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.