- 644 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ölü Evinin Köyü
Latekmenden Büyüklere Masallar
…Bin dokuz yüz altmış dokuzda çıkmışım köyden. Yani, eh işte aşağı yukarı kırk yıl olmuş. Kırk yıl önce dün ve kırk yıl sonra bugün… Kırk yılda ne mi değişmiş? Hiç, değişen bir şey yok. Siyasal olarak, sosyal olarak, parasal olarak… Kalkınmış, çağ atlamış mıyız? Uzun bir yol kat etmiş, bir adım ilerleyebilmiş miyiz? Siyasal, sosyal, parasal... Peki, kültür olarak? Ha, bak o değişmiş biraz; negatif olarak. Çünkü beyin yıkayıcı televizyonlar orada da var. Kendilerince yönlendiriciler, çıkmaz yol göstericiler, hormonlu kültür üreticiler…
Hiçbir şey değişmemiş, eski tas eski hamam, kırk yıl önce neyse gene aynısı dedik ama genel anlamda bu bir mutsuzluk ifadesidir. Gönül arzu ederdi ki, neler neler… Hey gidi. Aslında değişmeyen bazı şeyler var ya onlar ne de iyi. Mesela saflık, arılık… Mesela hoş görü… Yardımlaşma, dayanışma. Mesela vicdan. İnsaf gibi, acıma gibi, koruma, kollama gibi duygular. İnsanlar değişmiş mi? Hayır. Bu yüzeysel bir analizdir. Zihniyet değişmiş mi? Hayır. Bu genel bir ifadedir. Bir evrimleşme gerçeği var değişmemek mümkün mü? Değişmemek tabiatın kanuna aykırı ki, anlatmak istediğimiz başka bir şey. İsterdik ki, ne çok şey değişsin ama pozitif olarak. Kırk yıl sonra geldiğimizde sevinip coşalım, mutlanalım, başımız göğe ersin. Zihniyet… Yönetenlerin, yönetenleri yönetenlerin ve yönetilenlerin değişmeyen zihniyeti… Atlar kimin ki, dizginler kimin elinde? Demeyin at kim, dizgini tutan kim? Demeyin kim özgür, kim esir? Demeyin ki, bu şartlarda zihniyet arzu ettiğin gibi nasıl değişir? Özgür irade kimde var? Kimsenin iradesini esir edemezler ama o bir felsefe. Geçekte başka başka etkenler var. İşte boy, pos, endam… İşte para, pul, top, tüfek… Kalantor bir dayı, leyim ley bir teyze, çizmeli sam amca… Gerisini siz sayın. Mesele para meselesi haline gelmişse ve zihniyet de tepeden tırnağa değişmemişse… Zihniyet değişmezse hiçbir şey değişmez.
Ne mi değişmiş?
Bizim buralar dağdır, bayırdır, kumdur, çakıldır. Topraklar çorak. İşte, toprak çoraktır deyip suçu ona atmışlar. Çoraktır ama iyi yerler de vardır. Yani, iyi denecek yerler… İyi olan yerlerde iyi kötü arpa, buğday, yulaf, çavdar olur. Mısır olur, gündöndü olur. Biraz ekin, biraz meyve, biraz sebze… Soğan, sarımsak, fasulye… Elma, erik, armut, üzüm… Şu bu olur işte. Olmaz deyip kolaycılığa kaçmak, şartları zorlamamak... Bizim buralarda çok yer açıklık, çayırlıksa birçok yer ormanlıktır. Meşelik, kayınlık, gürgenlik… Kesmişler, satıp yemişler.
Hiçbir şey yoktan olmamıştır. Var olan da yok olmayacaktır. Kesmekle bitmez, yeşil ebdi sarılığa dönüşmez elbet ama kestiğinin yerine yenisini ekersen, sulayıp beslersen…
Kırk yıl önce demiştik; gelin şu tarlaları sürelim, ekelim. Az da olsa olur. Az, hiç yoktan iyi değil mi? Çukur boylarına ceviz, sulak çayırlara kavak dikelim. Ottan daha iyi değil mi? Buralar şarap tanrısına adanmış topraklar. Gelin bağ dikelim; güney yamaçlarını asma yapraklarıyla yeşillendirelim. Çıplaklıktan iyi değil mi? Gelin ayağa kalkalım ve silkelenelim. Üstümüze yapışmış ölü toprağından kurtulalım. Ağırlık yapan bu! Bizi hantal yapan bu! Ağzımız bir karış, hep uykumuz var. Hep esniyoruz. Hep yorgunuz. Kader denilen şeye razı olmuşuz. Kader bizim kaderimiz mi? Ezilmek, büzülmek, yerlerde sürünmek kaderse buna karşı gelelim. Uğraşalım. Değiştirmeye çalışalım. Armut piş ağzıma düş mü? Yok öyle bir şey. Çalışalım önce. Bokluklar yollarda kokmasın. Sidikler çukurlarda akmasın. Dağ tepe her yer taş ama avlular çalıdan çırpıdan. Bu ayıp imkânsızlıktan değil ihmalkârlıktan. Tembellikten. İşleyelim ki demirimiz ışılasın.
Ee, dinlemediler…
"Sizin toprağınız mı var?"
-Yok mu?
"Sizin tarlanız mı var?"
-Yok mu?
"Yok! Sizin bir adım tarlanız, bir karış arsanız yok."
-Yok mu? Yanık bayırda, yalnız ağaçta, gök suda, soğuk suda… İşte eski bağlık, işte maşatlık… Bizim birçok yerde birçok tarlamız var.
"Var mı?"
-Vaar…
"Nah var! Sizin kel başınız, kambur sırtınız, çıplak kıçınız, aç karnınız, iki elinizde on parmağınız var ama bir bokunuz yok. Pardon, tapunuz yok. Elinizde senediniz yok. Eviniz sizin değil, kabriniz sizin değil, bir karış toprağınız yok akıllım! Yarın bir gün devlet buraya gelir… Ha, lazım olduğunda gelmiyor mu? Ama canı çektiğinde gelir. Ve her şeyinizi alıp hazineye verir."
-Verir mi? Koca bir devlet kendi köylüsüne böyle eder mi?
Bir gün canı çekmiş gelmiş ve köylüsüne edeceğini etmiş. Ne mi etmiş? Kadastro geçirmiş, köylüye tapu vermiş. Tapu… Devlet senedi. Kapı gibi…
"Ahmet aga, kaç dönüm tarlan var senin?"
-Altmış dönüm, yetmiş dönüm, yüz dönüm… Mesela…
"Yirmisi ormanın. Kırk hazineye, kırkı senin… Al! Aldın mı? Gör! Gördün mü? Hadi öyleyse hayrını gör. Tepe tepe… Pardon, öküzle süre süre kullan! Gördün mü Ahmet aga! Ne gördün?"
-Tövbe estağfurullah!
Devlet gelmiş ve birçok yere çam ekmiş. Ne iyi! Çok çamlıkta çok domuz üremiş mi; aman ne iyi! Gördüm ki kırk yıl sonra Koruköylüler, yani bütün orman köylüleri bunu görmüş. İşte vergi vermişmiş, askere gitmişmiş, devlet ne istemişse he demişmiş. Bir gün gelmiş ve ne bileyim orman köylüsünü kalkındırma projesi mi, ne bileyim memlekete hizmet sevgisi mi, estek köstek mi, buraları terk edip git mi, her neyse halleri perişan. Orman köylüsü bunu görmüş. Yani güzelliği değil anasının örekesini… Baktım her yer boş. Yirmi ormana, kırk hazineye, kırk da onlara ya; devletin kendilerine vermediği altmış dönüm de, verip de beğenmedikleri kırk dönüm de boş. Her yer boş. Git sür, mazotun yeterse! Git ek, maçan yerse! Ektiklerini biç biçebilirsen, anasını bellediğimin domuzları yemezse!
Hiçbir şey değişmemiş dedik ama gördük ki bazı şeyler değişmiş. Ne mi değişmiş? Mesela, kırk yıl evvel göçüp gidenler; bir fabrikada çalışarak kırk yıl sonra emekli olup emeklemeye başlayınca, yani şehirde de bir ev, bir mezar yeri alamayınca çaresiz köye geri gelmişler. Az da olsa bir emekli maaşın varsa köyde hayat kolay. Güneş bedava, su bedava, hava bedava… Çok şey de ucuz. Bazıları geri gelmiş. Ne iyi…
Başka?
İşte, köyde genç menç yok. Kırk yıl sonraki gençler de kırk yıl öncekiler gibi göçüp gitmiş. Sürünmeye… Çünkü yok. Nüfus artınca çok insana burada yaşam şansı yok. Zaten var olan üç dönüm kıraç toprağı üçe bölmüştü ya devlet! Kardeş kardeş… Yirmi ormana, kırk hazineye, kırk sana… Ahmet aganın üç kızı, iki de oğlu var. Yani kızları da sayarsak beş çocuk… Ahmet aga, matematik profesörü mü ki, üçü beşe nasıl bölsün?
Başka?
Köye elektrik gelmiş. Televizyon, yani görüntü var. Telefon gelmiş, yani ses var. Biraz resim, biraz gürültü…
Dünya doydu, talep yok. Talep olmayınca arz olsa ne olacak? Bu yüzden kapitalizm tıkanmak üzere… Motorlu araçlar ucuzlamış; Koruköyde de çok. (bu sosyalizm işareti) Motorlu araç çok ama öküz yok, beygir yok. Onlar yok artık. Anılarda kalmış.(bu da tükenişe işaret) Kahve ocaklarında eskiden odun yanardı; şimdi tüp gaz. Köylüler, eskiden lastik ayakkabı giyerdi, şimdi iskarpin. Ya da adidas, nayk, mayk… Çakmasından. Eskiden sarma içerlerdi, şimdi uçlusundan. Ha, bir de geçen yıl bir göz boyamacı gelmiş, köy meydanına kilitli taş döşemiş. Güzel oldu diye sevinmişler. Gelecek seçimde ona oy vereceklermiş. Aferin! Köy camisi minaresizdi. Cennetten yer kapmak isteyen zengin biri dibine minareyi dikivermiş. İki derslikli bir okul vardı, o ise köyü terk etmiş…
Başka?
Başka… Genel ifadeyle böyle işte.
Peki zihniyet?
Zihniyet mi?
Evet…
Onu sormasan. Ama sordun. O hep o. Kırk yıl önce neyse, bugün gene o. Öncelikle zihniyet değişmezse hiçbir şey değişmez ki birader!
Birisi anlatıyor:
“Adam köyü terk edip gitmiş. Yaban ellerde kırk yıl gezmiş. Kırk yıl boyunca gelmemiş. Emekli olunca da gelmemiş. İkramiyesini burada değil de başka yerde yemiş. Naçar kalınca, ya da nalları dikince gelmiş. Öleni buraya getirirler, bizi rahatsız ederler. Ölü gömmeye bıktık ulan! İşimiz gücümüz yok mu bizim?” Bu işte! Sonra da sırıtarak; “şaka, şaka…” Kakarım şakana! Pardon! Yersen kulaklara kadar, yemezsen şaka... Zihniyet bu!
Üç kişi bir traktöre binip meşeli köye gittiler. Üç kazma, üç kürek, balta, testere, bir testi su, biraz da nevale… Bir metre derinlikte, yarım metre genişlikte iki metrelik bir çukur kazdılar, mezarı hazır yaptılar. Al sana mekân! Bir kişiye bu kadar… Fazlası haram! İsraf haram…
Öğle namazı kılınınca ölü götürülüp gömülecekti. Yıkandı, paklandı, sarıldı, sarmalandı; yolculuk için hazırlandı. Öğlen olunca ezan okundu, camiye dolundu. Kılan kıldı, kılmayanlar hazır kıta…
Öf, gömsek şunu gitse, işimiz bitse. Üf, hava da ne sıcak!
Zaman geldi, hoca geldi. Adamlar da peşinden. Biz de geldik. Isım akraba, konu komşu, tanıdık, yabancı, bilen, bilmeyen, seven, sevmeyen toplandık. Ölü, kefenli ve ev önündeki cevizin dibinde… Başı kıblede… Başında da bir nöbetçi... Okan da geldi. Benim küçük oğlan. Sonra İlkan geldi. Büyük olan. İkisi de yanımda. Onlar ilk defa bir cenazedeler. Saf tuttuk, ölünün ayak ucunda durduk. Kadınlar yok. Onlar balkonda. Kavuşmuş elleri göbeklerinde, gözleri, kulakları burada.
Okan sordu sessizce; “baba bu ne?”
Ölü için helallik alınacak, dualar okunacak ama kadınlar yok! Onlar, yedi metre ötede ayrı bir yerde...
Onlar kim?
Öncelikle karım. Çocuklarımın anası. Tabuttaki ölü de babası. Birisi teyzesi, birisi nenesi, birisi yengesi…
Öteki?
O da komşu teyzesi, komşu yengesi…
Aman siz orada kalın, sakın erkeklere sokulmayın!
Erkekler kim?
Öncelikle kocası. Yani çocuklarının babası… Birisi kardeşi, birisi abisi, birisi dayısı, birisi amcası…
Ya ötekiler?
Ötekiler de bilmem kaç yıl birlikte yaşadığı köylüler. Kız almış, kız vermişler; herkes ısım gibi. Burası küçücük bir köy; osursan duyulur. Nedir bu haremlik, selamlık?
“Anlatayım… Neyse, sırası değil. Sus da hocayı dinle!”
Adettendir, hoca sordu; “işte dün aramızda olan, bugün sessiz sedasız ayrılan mevta kişiyi nasıl bilirdiniz?”
Adettendir, üç kere; “iyi bilirdik, iyi bilirdik, iyi bilirdik…”
Dünkü hava raporu çöl sıcaklarının geleceğini söylüyordu. Bir gecede gelivermiş. Felaket bir sıcak… Ama cenaze gölgede… Saygıdan ötürü. Hoca efendi gölgede. Özelliğinden ötürü. Cemaat güneşte. Çünkü onların daha çekecekleri var da ondan ötürü.
Hoca çok anlattı. Bilge olarak. Biz de dinledik. Cahil olarak. İhtiyacımız da varmış. Hani bilmeyenler olarak…
Dinden, imandan, Kuran’dan, kitaptan, yalandan, dolandan, fani dünyadan, baki dünyadan anlattı, aktardı işte. Birçoğu güzel şeyler. Çoğunu boş ver ama din işte! Sonra ölüm! Muamma… Tabutta yatan biri varken boş ver diyemiyorsun. Kim çok konuşursa ölüm karşısında susar. Ölüm çaresizlik… İnsan, birçok şeyi bilir de... Düşünen bir varlıktır; aklıyla algılar, mantığıyla sorgular ama ölümün çaresizliğinde din mi bilim mi ikilemlerinden sıyrılıp imam sıfatlı kişiyi kuzu kuzu dinler. İsterse! O anlattı, biz dinledik. Arada sırada; "hava çok sıcak, kısa keselim" gibi şeyler söylese de konuşmasını sürdürdü. İnsan etten ve kemiktenmiş. Fani dünyaya gönderilmiş ve bir sınavdan geçmiş. Sınavı vermiş veya vermemiş, vakti zamanı gelince gitmiş. Şimdi gömecekmişiz ve kıyamete kadar kabrinde bekleyecekmiş.
Kabir azabı…
Kıyamet koptuğu zaman ve mahşer kurulduğu zaman, sorgucular cehennem soruları sorduğunda kimileri hesap verecek, kimileri de veremeyecek. İşte üç okka günah, beş okka sevap… Terazi, tabii ki bizim bildiğimiz terazilerden değil. Ölçüyü kutsal kitap yazıyor ama gene de doğrusunu Allah bilir. Kısaca, iyiler cennete kötüler cehenneme… Günahlar, sevaplar tartılacak. Aman Allah’ım, o gün ki ne gün! Ana, baba çocuğunu tanımaz. Çocuk, anayı babayı tanımaz. Karı kocayı, koca karıyı… Kimse kimseyi tanımaz. Aman Allah’ım!
Okan, duyduklarından korktu. Bakıyor, gözleriyle soruyor; "baba" diyor, "bu nasıl bir iş? Herkes kendi derdinde, herkes hesap peşinde, cennet hevesinde… Bu ne biçim iş? Herkes bencil, herkes tekbenci! Kimse kimseyi tanımazmış! Baba oğlundan, ana kızından kaçarmış! Olacak iş mi?" Gözlerimle "oğlum" diyorum ona, "bana öyle bakma. Ben bilmem. Hoca böyle diyor. Ben ne bileyim? Onu dinle!" Diyemiyor, "bu da bir tür korku felsefesi mi? Gece kıra çıkma, tavşan tekeleri var. Küllüğe işeme, cin çarpar. Canın çekse bile karpuz koparma bostandan, candırma! Yalandan yemin etme, anan baban ölür. Çok okuma, aklın çorba olur. Sivri yazma, dam evin olur…" Böyle işte. İnsanla uğraşmak zor! Yola, yordama sokmak zor! Bir de akıllıysalar? Güdücüden kurtulup sürüden ayrıldıysalar? Bir de asi olanları yok mu? Bir de boyun eğmek, diz çökmek istemezler mi? Korkakların silahı korkutmaktır. Korkut, ürküt. Çükünü keserim de, kulağını çekerim de! Olmadı mı? Keserim ulan seni, deşerim ulan seni! Yutmadı mı? Bölerim, parçalarım yine de yerim ulan seni de. Ama gene de zor. İnsanla uğraşmak zor! Yok, mu şu akılları! Var mı kafa çalıştırmaları… Bir de, "akıllıyı severim ama benden akıllısını asla" diyenleri. Ne karmaşık…
Ölü, kıyamete kadar kabrinde yatacak, sonra fırlayacakmış. Hoca dedi ki; "o gün ne gün ki, aman Allah’ım! Denizlerin altı yarılacak, sular kabaracak, yayılacak. Her yer sallanacak. Her yer sallanınca kabirlerinde yatan ölüler havaya fırlayacak. Yere düşen yuvarlanacak ve kalkacak. Herkes toz içinde. Silkelenecekler. Hiç tozu kalmayan cehenneme gidecek. Temizler cehenneme!"
Okan bakıyor, gözleriyle; "neden" diyor. "Lafını ettiğin ölü toprağı bu mu? Hani, kalkıp dikilin, silkelenin. Ölü toprağı üstünüzden dökülsün dediğin." Ağzımı büküyorum. "Oğlum, hoca öyle diyor. Ben mi? Silkelenince üstü az tozlu kalanlar cennete… Neden az toz? Çünkü onlar bu dünyada yaşarken Allah için çok namaz kılmışlar. Üstlerine yapışan, silkelesen de çıkmayan tozlar o zamandan kalan tozlar." Okan, sormak istiyor ama soramıyor. "Baba, ya tozsuz yerde kıldıysak da üstümüze namaz tozu bulaşmadıysa?" Anlıyorum. "Oğlum," diyorum gözlerimle "ben değil hoca öyle diyor."
Hoca diyor; namaz kılanlar cennete gidecek. Ya kılmayanlar? Onu Allah bilir. Bu hoca da bazı şeyleri biliyor, bazılarını bilmiyor. İlk defa fetva dinleyen bir çocuk gözleriyle öyle diyor…
Diyorum Okan’a "deden ölüp gitti. Tamam. Her şey bitti. Şimdi kabrine girecek, kıyameti bekleyecek. Hocanın dediğine göre, ölen biri kabirde beklerken bıraktıklarıyla yaşayacak. Ne bıraktı? Mesela kız bıraktı, oğul bıraktı. Ama iyi yetiştirilmiş olacaklar. Din, iman, Allah, kitap bilen…"
"Baba," diyor Okan, "ya hiç evlenmemişse? Evlenmişse ama Allah evlat vermemişse? O zaman?"
O zaman bir çeşme yapmışsa, bir yol, bir köprü, cami, okul…
"Baba, ya parası yoksa? Fakirse? Allah ona zenginlik vermemişse?"
Bu Okan da… Çok olma bakalım! Bu kadar sorma bakalım! Ulan kıyamet mi koptu? Ulan mahşer mi kuruldu? Biz mi öldük? Ölen deden. Kabre girecek o, kıyameti bekleyecek o, hesap verecek o! Bırak o düşünsün…
"Baba, ayıp valla!"
Haa!
Belki diyordur kendince; hoca haklı valla! Kıyamet koptuğu zaman, ben de korkup ona koştuğum zaman kaçacak valla! İnsan cennet için çocuğundan niye kaçar, anlayamadım valla!
Çok olma! Din bu. İnan, soru sorma! Bunlar karışık işler. Kitap ne diyorsa o. Bu yüzden herkes bir kitap seçmiş kendine. Ya da istememiş. Kitabı olan var, kitapsızlar var. Yani, ne desem sana? Neyse, henüz küçüksün. Hele büyü. Yaşa, gör. Oku, öğren. Eğri ne, doğru ne kendin ayırt et. Fazla karışmıyorum. Bak burada bir köy var. Ve küçük bir ev… Tabutta da ölü… Ve ağlayanlar… Ve başkaları… Ve tanıdıkları, tanımadıkları… Ağlamayanlar var. Ve ben ve sen… Gerçek olan bu…
Merasim bitti, cenaze kaldırılacak. Ölüyü taşıma yarışı başladı. Bir telaş erkeklerde. Okan, yine hayretler içinde:
-Tabutu erkekler taşıyor. Kadınlar evde kaldı. Neden?
-Öyle. Herhalde adetten…
-Herkes yarış ediyor. Sen gerilerdesin. Neden?
-Okaan!
-Ama neden baba? Sakın hoca dedi deme! O da önlerde bir yerde…
Öf be! Zamanını bekleyemedin. Büyüyüp kendin öğrenemedin. İyi, bil öyleyse. Ama bana çokbilmiş baba dersen bozuşuruz bak!
-Eh ama hadi!
Kendin kaşındın. Öyleyse peki. Böyle itiş kakış tabut koluna yapışmak neyin nesi? Kendilerince inanmışlar işte. İnandırılmışlar veya kandırılmışlar. Sözde son görevlerini yapacaklar, vicdanlarını rahatlatacaklar. Neden? Çünkü adam sağken bir gün bile taşımamışlar. Ben çok taşıdım. Öyle bir sıkıntım yok, bu yüzden rahatım…
Vay be! Böyle bir baba hem bu günde, hem de mahşeride cennet için bile oğlunu terk etmez!
Deden dört kolluda Okan. Dört kollu da neymiş deme! Deden meşeli köy yolunda. Meşeli köy de neresiymiş deme!
Tevfik Tekmen. 22 /Mayıs/ 2008 Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.