- 715 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Değirmende Tek başına
Dağ başında değirmen amman ammaan,
Değirmene ben girmem yar yar.
Döğerse kızlar döğsün amman amman,
Ben gelinden dövülmem yar yar.
Köylerimizin dokusunun bozulmadığı ellili, altmışlı yılları yaşıyoruz. Gençlerimizin düğünlerde halay çekip dağ başında değirmen benzeri türküler eşliğinde kaygısızca eğlendikleri yıllar. Sular köy çeşmesinden alınıyor. Unlar su değirmenlerinde öğütülüyor. Uzun kış gecelerinde komşularda toplanıp şakalar eşliğinde yapılan sohbetlerin tadına doyum olmuyor. Çocuklar. Onlar da okullarına devam ediyorlar.
Derken yüz yıllar uzunluğundaki kış ayları sonlanıyor. Nihayet cemreler düşüyor sırayla. Çatıların oluklarından eriyen karların suları akıyor. İlkbaharın ucu gözüküyor. Kuşların ağaçlarda şarkılarının duyulması baharın geldiğinin iyice hissedilmesinin kanıtı. Böylelikle hayat tek düze devam ediyor köyde.
Mart sonu karların tamamen yüce dağların başına çekilmesi, çayırların yeşermesi ve tarlalarda toprakların yetesiye kurumasıyla birlikte gün doğmadan başlar işler. Ancak yatsıya doğru aile bir araya gelir. Akşam çorbası içilir ve uykunun tatlı rehaveti başlar gün boyu çalışanlar için. Uzun yaz günlerinde çayırda-tarlada, bağda bahçede geçer günler. Her gün bir birinin aynı çalışma temposu devam eder. Çapalar, yaylacılık ve çayır biçmeler. Sararan ekinler ve harman işleri… Harmanlardan sonra sıra değirmenleri onarım ve buğday, arpa ve mısırları öğütme… İşlerin hiç sonu gelmez.
Köy büyük. Her mahallenin bir değirmeni var. Öykümdeki değirmen köyün en uzağına vadinin derinliklerinin en dibinde kurulmuş. Yayla düzlüklerinde birkaç kaynaktan çıkan suların birleşerek oluşturduğu bir çayın sularıyla çalıştırılıyor değirmenler. Kilimciler Mahallesi’nin değirmeni bu uzak, sarp vadide kurulan bir değirmen. Sessiz, kimsesiz tek başına. Kağnı arabası ile ancak üç çuval erzakla gidilebilecek kadar dar bir yolun sonunda ihtiyaçlılarını bekliyor. Selim de bu değirmende sıra alan değirmen ortaklarından bir garip köylü. Kilerlerinde un bitmiş; normal değirmen zamanına kadar birkaç çuval zahire öğütmesi gerekiyordu.
Selim ince, uzun boylu, güneş yanığı solgun yüzlü, üflesen düşecek derecede zayıf, güçsüz bir adam. Köyün en sefili, az konuşanı. İşinde gücünde. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan elli yaşlarına merdiven dayamış Allah’ın garip bir kulu. Uyumlu. Lakin hanımı öyle mi ya? Tam bir mahalle muhtarı. Evin bütün işleri ondan sorulur. Adamına:
“ Selim ileri, Selim geri…”dediği zaman buyrukları harfiyen yerine getirilir. Getirilmezse ne olur? Bir sert bakış, kaşlarını birbirlerine yaklaştırma, yüz hatlarını gerdi mi Allah muhafaza… Akan sular durur. Değil Selim, çocuklar da tiril tiril titrer. Verilen emirler harfiyen uygulanır. Kader bir türlü gülmemişti sessiz Selim’e.
Mahperi Hanım, uzak bir köyden yıllar önce gelin gelip Selim’in yanık gönlünü yaz gecelerinde köyün karşısındaki çam ormanından esen ılık rüzgârlar örneği ferahlandırmıştı. Elinden hiçbir iş kaçmazdı. Ev işlerinden öte kış günlerinde kilim dokumak, dikiş dikmek gibi daha nice işlerin altından kalkardı. Selim’den fazla şikâyetçi değildi. Lakin gönlüne aradığı da değildi. Eşinin biraz konuşkan, güler yüzlü olmasını isterdi. Kendilerine yetesiye tarla ve çayırları vardı. Üç gül gibi çocukları olmuştu. İki kız bir oğlan.
Kilerlerinde un iki gün önce bitmişti. İkinci harman sonu elde ettikleri buğday ve arpaları çabucak yıkayıp öğütmek için hazırlamışlardı. Son bir harman daha kaldıracaklardı. Üç çuval zahireyi bir an önce değirmene götürmek gerekiyordu.
Güneşli bir ağustos gününün ikindi vakti. Selim eşi Mahperi ile çuvalları kağnı arabasına yükledi. On dört yaşındaki kızı Ayşe ile değirmene doğru yola çıktılar. Önce köyün karşı yamacında kıvrılarak uzayan çamlar arasındaki yolun bitirip düz bir araziye vardılar. Daha sonra çayır ve tarlaları ortalayan yol boyu sürdü yolculukları. Nihayet karaağaç, söğüt, meşe ağaçlarıyla kaplı ormana girip ana yoldan ayrıldılar. Dar ve inişli değirmen yoluna saptılar. Ancak üç dönemeçle inilebilen değirmene nihayet vardılar.
Selim zorlukla çuvalları değirmene yerleştirdi. Kızını kağnı arabasıyla köy yoluna kadar çıkarıp köye uğurladı. Güneş ışınları karşı dağların doruklarından yavaş yavaş çekiliyordu. Uzaklardaki dağların yücelerindeki kayalar akşam güneşiyle gümüş rengine boyanmıştı. Orman ve kırlar koyu bir yeşillikle farklı bir güzellik arz ediyordu.
Selim’in güzellikle, doğa olaylarıyla ilgilenecek ne zamanı ne de ilgisi vardı. Tek kaygısı bir an önce kendisini bekleyen işinin başına dönüp değirmeni faaliyete geçirmekti. Kızı eve vardığında annesine kendisi için akşam azığı getirmesini söyleyecekti. Babası sıkı sıkı tembihledi:
“Sakın annen geç kalmasın!” Bu sözleri söylerken içine garip bir korku düştü. Ya Mahperi gelmemizdik ederse! Böyle kötü düşünce aklına nereden düşmüştü! Sanki olacaklar içine doğmuştu! Sessizce yolun kenarındaki ormana dalıp gece yakacağı ateş için odun toplayıp değirmene vardı. Çaydan değirmene su getiren arkın önünü açtı. Ayar verdi. Yıllarca yaptığı bir işti un öğütme uğraşı. Eline aldığı taze una dokunmak ruhuna bir ferahlık verdi. Hele taze un kokusunu hissetmek farklı bir güzellikti. Bu düşünceler yerini yavaş yavaş derin bir kaygıya bıraktı.
Değirmen taşı sürekli dönüp kendine has bir ses yayarken dışarıda oluktan hızla akan suyun sesi de bir garip biçimde yankılanıyordu. Güneş çoktan batmış kesif bir karanlık derin vadiyi kaplamıştı. Çayın aktığı dar kalyon önü fark edilemeyen dar bir mağara kapısına dönüştü. Selim artık umarsız bir yalnızlık içindeydi. Yavaş yavaş topladığı odunları ön cephede bulunan küçücük ocakta tutuşturmaya başladı. Ocaktan boz bir duman yükselirken değirmen az da olsa aydınlandı.
Zaman geçiyor gece ilerliyordu. Gelen giden yoktu artı. Eşi eğer gelseydi bu saate kadar çoktan gelmiş olurdu. Ruhunu saran yalnızlık duygusu korkuya dönüşmeye başladı. Çocuklu yıllarında duyduğu cin-peri masalları bir bir gözünün önünde canlanmaya başladı.
Bildiği namaz sürelerini okumak düştü birden aklına. Azıcık kendine güveni geldi. Süreler, dualar derken zaman bir türlü geçmiyordu. Ocağın yanındaki duvara yaslanıp oturuverdi. Uyuyor muydu, uyanık mıydı farkında değildi.
Vadinin karşı yamacının boydan boya aydınlandığını hissetti. Kadınlı erkekli tuhaf kıyafetli bir kalabalık yamaçtan aşağıya değirmene doğru geliyorlardı. Kadınlar göz alıcı renkli elbiseleriyle salına salına yürürlerken erkeklerin bazıları atlarıyla gururlu bir biçimde kalabalığa eşlik ediyordu. Arkadan çifterli davul zurna ile çalgıcılar belirdi.
Kalabalık çayı geçip değirmenin önüne toplandılar. Kadınların keskin mavi gözlerinin ışığı bazen kızıla dönüşüyordu. Tuhaftır bu eğlence alayının ayakları tek tırnaklı at ayakları gibiydi. Arkada duran bazı erkeklerin başlarında çatallı boynuzları parıldıyordu. Kalabalık birkaç halka oluşturup halay çekmeye başladılar. Selim kendisini henüz on sekiz yaşında yeni yetme bir delikanlı olarak hissetti. Halay başı çekiyordu. Oysa düğünlerde oynadığı hiç görülmemişti. Bu dünyaya garip gelmiş garip gidecekti.
Aniden uyandı! Hayli zaman nerede olduğunu fark edemedi! Bütün vücudu ter içinde kalmıştı. Ocakta odunlar yanıp tükenmiş, geriye azıcık közler kalmıştı.
Aman Allah’ım, az önce gördüğüm kalabalık, çalgı sesleri neydi diye düşünmeye başladı. Bir taraftan da gözlerini ovuşturuyordu. Adeta o kalabalığın vadinin karşı yamaçlarını tırmanıp daha yukarlardaki düzlüklere çıktığını hayal etmeye başladı. Bu yaşına kadar böyle bir olay yaşamamıştı. Üşümeye, titremeye başladı. Çocuklar gibi ağlayacaktı. Ocağı canlandırmak fikri uyandı benliğinde.
Yapacak bir şey yoktu. Ağlayıp sızlamak çare değildi yalnızlığına. Ağlasa sesi çıkar mıydı? Dili damağı kurumuştu. Ocağa odun atarken son cesaretini toplayıp dışarı çıktı. Ne olacaksa olsun diye düşünüyordu. Kana kana su içti. Abdest aldı. Yine yaratana sığınacaktı. Öyle yaptı. Sabaha kadar namaz kıldı.
Kaç rekât kıldığının pek farkında değildi. Ha bire kılıyordu. Bazen okuduğu süreleri unutup hayal mı rüya mı seçemediği cinli perili olayı yeniden yaşıyordu. Gerçi kıblenin ne tarafta olduğunun farkında da değildi! Olsun! Namaz kılarken kanını donduracak kadar benliğini saran korkudan bir azcık uzaklaşıyordu. Bir türlü sabah olmuyordu. Kıldığı namazın haddi hesabı yoktu! Artık geçmiş bir namazı kalmamıştı. Zaten beş vakit namazını kılan birisiydi.
Sabah olduğunda ayakta duracak güç kalmamıştı bacaklarında. Diz kapakları adeta nasır bağlamıştı. Güneşin doğmasından hayli zaman sonra büyük kızı kağnı arabasıyla geldi. Kızına hiçbir kelam etmedi. Çuvalları arabaya yükleyip köyün yolunu tuttular. Eve vardığında yüzünde renk kalmamıştı. Sakalları uzamış adeta bir yıl yaşlanmıştı!
Eşinin yüzüne hiç bakmadı. Zorlukla çuvalları kilere taşıdı. Dokunsalar ağlayacaktı. Eşine küsmüştü! Derin bir vadide karanlıklar içinde kendisine yar olmayan eşine küsmüştü! Yemek hazırdı. Oralı olmadı. Tüm ısrarları geri çevirdi. Harmanda yığılı tınaz, tınaz makinesinin kolunu çevirmek bekliyordu Selim’i. Ev halkı yemek yedi. Herkes iş başına koştu.
Mahperi hanım ve kızları güçleri yeten işleri hamaratça yapmaya başladı. Selim, işin en ağırı olan makinenin kolunu ha bire çeviriyordu. Dur durak düşünmeden. Yaşadığı korkunç geceki terlemeden yana vücudunda su kalmamıştı. Yine de alnında, zayıf yanaklarında boncuk boncuk terler birikti. Eşi bu kez acımaya başladı. Ne de olsa aynı yatağı paylaşmış, aynı yastığa baş koymuşlardı. Israrla yalvarıyordu:
“Yapma Selim, kendine bu kadar kahretme! Dün akşam aşırı başım ağırdı. Onun için gelemedim değirmene. Ne olur biraz dinlen!”
Selim kendisine söylenen sözleri duymuyordu… Bir ara söylenmeye başladı kolu daha bir hızlı çevirerek:
“Çevirip çevirip öleceğim!”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.