- 534 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
-BİR ZAMANLAR YÖN DERGİSİ VE BİR AYDININ YÖNELİMİ-
Basınımızdan hatırlayabildiğim ilginç yazı dizilerinden biri de “Nadir Nadiye Mektuplar” Olmaktadır. Aynı zamanda İttihat ve Terakki hareketinin önde gelen isimlerinden Cemal Paşa’nın torunu olan Gazeteci-yazar Hasan Cemal’in bir dönem kaleme aldığı yazılarıdır. Hatırlayanlarımız olacaktır. Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi’nin oğlu ve bir dönem sahibi durumunda bulunan Nadir Nadi’nin 1991 senesinde gelen ölümü üzerine gazetede genel yayın müdürü Hasan Cemal ile diğer bazı yazarlar arasında çatışmalı bir dönem yaşanacaktır. Bu dönemde bazı önemli yazarların gazeteden ayrılmasını takiben Hasan Cemal o tarihte artık hayatta olmayan Nadir Nadi’ye yukarıda sözünü ettiğim mektuplarını yazmak suretiyle başta İlhan Selçuk olmak üzere diğer bazı yazarlar hakkında şikâyet ve yakınmalarda bulunur. Bu dönem Hasan Cemal’in Cumhuriyetten ayrılması ve diğer yazarların gazeteye dönmesiyle sona erer.
Yıllar geçtikçe Hasan Cemal’in gerek Cumhuriyet gazetesinde geçirdiği yılları, gerekse yakın tarihi konu edinen muhtelif yazılarına rastgeliriz. Şimdilerde "T 24" Yayın organında yazmakta olan ünlü gazetecimiz dönem dönem yakın tarihimizden cunta manzaraları sunmaktadır. İşin ilginç yanı yer yer kendisini de meslek hayatındaki ilk dönemleri dairesinde bu tip hareketlere dâhil etmektedir. Bu tip yazılarında bir dönemin Devrim gazetesi ve öncesinde 1960’ların meşhur “Yön” Hareketini karşımızda buluruz.
Gerçekten de sol kesimde bir devrin birincil siyasi-ideolojik hareketi Yön olmaktadır. Döneminde Kemalist-sol bir ihtilal anlayışının mutfağıdır hani. Başta Doğan Avcıoğlu dergi muhitinde öne çıkan bir isim olmaktadır. Yön’cülerin bayrağını taşıdıkları kavramsal çatı Milli Demokratik Devrim olmaktadır. MDD’ciler Kemalist devrimlerin sosyalizme dönüştürülmesi üzerinde durmaktadırlar. Hareketin mensuplarının temel argümanları arasında 27 Mayıs ihtilalinin doğurduğu sonuçlar itibariyle yetersiz kaldığı hususu da bulunmaktadır. Dolayısıyla yeni bir ihtilalin gerekmekte olduğu öngörülecektir.
Yön dergisi giderek devrim gazetesine dönüşür. Yazılarda halka ve sandığa inanılmadığı “cici demokrasi” Vurgusuyla kendini belli eder. Yazarlar demokrasinin bir oyun olduğu üzerinde dururlar. Mevcut partiler ve yapılan seçimlerle bir yere varılamayacağı ve devrimden başka çare olmadığı yinelenir. Peki, asker ve sivil mensupları olan zümre bir cunta hüviyetinde midir? Burada cunta kavramı üzerinde durmalıyız. Cunta, yönetime kuvvet kullanarak el koyan askeri ya da siyasi grup şeklinde tanımlanır. Bir ülkede ihtilalle veya askeri bir hükumet darbesiyle iktidarı ele geçiren mahdut sayıdaki kişilerden meydana gelen ve mensupları da umumiyetle subaylardan olan yönetici grup biçiminde de değerlendirilir. Ya da devlet yonetimini zorla ele geciren, genellikle ordu kokenli ve destekli bir kac kisilik yonetici, baskici grup tanımıyla karşılaşabiliriz.
Bu tip siyasi hareketlerin belirli bir psikolojik yapısı da vardır. Ülkenin ve halkın menfaati düşünülür. Ancak kullanılan araçlara baktığımızda halk için, halka rağmen vurgusu bizleri karşılar. Amerikalı ünlü öykü yazarı Jack London’un “Cinayet Şirketi” Adlı romanı aklıma gelir. Romanda, tamamen halkın menfaatlerini gözeten ve toplumcu perspektifi olan bir komite tasavvur edilmektedir. Sözgelimi, bu örgütten bir kişinin ortadan kaldırılması talep edildiğinde komite önce durumu inceler. Öldürülmesi istenen kişinin yaşaması topluma zararlı mıdır? Hani bizdeki bir eski deyişle vücud-u muzır mıdır? Yani romana konu olan cinayet şirketi öldürülmesi istenen kişiyi hemen öldürmemekte, önce dosya incelemesi yapmaktadır. Şüphesiz yazarın ironik bir vurguyla bu tip örgütsel oluşumları karikatürize ettiği değerlendirmesine de rastgelebilirsiniz.
İşte tam da bu noktada 27 Mayıs ihtilalinin önde gelen ismi hatta hareketin gerçek lideri olarakta tanımlanan Cemal Madanoğlu ve dönemin ünlü gazeteci ve yazarlarından Doğan Avcıoğlu’nun asker ve sivil kanadın başını çektiği hareket bir gizli örgüt biçimini almaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi halka ve meşru seçimlere inanılmaz ve yönetimi müdahaleyle ele geçirmekten başka çare olmadığı düşünülür. Şüphesiz, tüm bunlar halkın yararı düşünülerek tasarlanmaktadır. 9 Mart 1971 takvimli bir ihtilal amaçlanmaktadır. Asker-sivil nitelikli kadrosu olan örgüt bazı kuvvet komutanlarını da yanına almış görünür. Bu kuvvet komutanlarına kurulacak ihtilal hükümetinde başbakanlık ve bakanlık gibi görevler verilecektir. Ancak son anda rüzgârın esiş yönü değişecektir. İlgili kuvvet komutanları karşı tarafa geçer. 9 Martçılar tasfiye edilir ve 12 Mart muhtırası gerçekleştirilir. Yani sol cunta elimine edilirken, sağ cunta sahne almaktadır. Devrim hazırlığındaki subay ve siviller tutuklanır ve yargılanır. Madanoğlu davasının beraatle sonuçlanması kimi zaman yargılananların suçsuzluğuna delil sayılsa da, işin ucunun ordunun üst kademelerine kadar varacağı endişesiyle dosyanın kapatıldığı değerlendirmeside karşımıza çıkabilir.
Yine, ihtilalcilerin sivil kanat lideri Doğan Avcıoğlu’nun yaklaşımları üzerine Hasan Cemal’in bir yazısında verdiği ilginç bir örnek de vardır. Bilindiği üzere 1971’de bir Latin Amerika ülkesi Şili’de yapılan seçimleri Salvador Allende’nin liderliğinde sosyalistler kazanır. Hiç şüphesiz dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de sosyalist çevrelerde coşku uyandıran bir durumdur bu. Ancak bu coşkuya Doğan Avcıoğlu pek sıcak bakmamaktadır. Avcıoğlu’nun çevresine yaptığı tavsiye enteresandır. Şili’de sosyalistlerin sandıktan çıkması ülkemiz şartları içerisinde bizim mücadelemize uyan bir model değildir. Bizde sosyalist bir parti sandıktan çıkarak iktidar olamayacağına göre reel propaganda açısından müsait durum sağlamayan Şili örneğini kullanmayın diyecektir.
Bir bakıma mantıksız bir yaklaşım olarak gözükmeyebilir de. Hatta Doğan Avcıoğlu’nun ekonomik, siyasi ve tarihsel incelemelerini yapmasını mümkün kılan analitik kafa yapısı akla gelebilir. Bu konuda dikkat çekici bir tanımlama 12 Mart muhtırasının kuvvet komutanlarından Muhsin Batur’a aittir. Doğan Avcıoğlu’nun tüm kitaplarını okuduğunu teorik bazda yaklaşımlarını, teşhislerini paylaştığını ancak çözüm bölümünün kocaman bir boşluk oluşturduğunu söyler. Yine Uğur Mumcu, Doğan Avcıoğlu tek başına bir üniversite gibiydi demektedir. Bu yönden aldığımda farklı şartların adamı olduğunu düşünürüm. Sözgelimi bir batı ülkesinde cuntacı bir kimlikle değil de önde gelen bir akademisyen olarak karşımıza çıkamaz mıydı acep? Ya da ülkemizde darbelerle ve ihtilallerle örülü olmayan bir devrin adamı olarak çok daha verimli bir aydın olabilir miydi? Kimbilir, belki de.
Fakat hemen söylemeliyim ki, bu ve benzeri tanımlamalar Avcıoğlu’nun cuntacı kişiliğinin sorgulanmasına engel teşkil etmez. Tamam, kendi hesabıma yazarın “31 Martta Yabancı Parmağı” Adlı kitabını ilgiyle karşıladığımı söylemeliyim. Gerçekten de resmi tarih tarafından gerici ayaklanması vurgusuyla ele alınan rumi takvimle 31 Mart 1325 hareketinin dış nedenleri üzerinde duran ve ayaklanmanın İngiliz provakasyonu olduğunu belgeleyen yazar önemli bir araştırma yapar. Elbette yaklaşımında haklıdır da. Ancak Avcıoğlu’nun batı emperyalizmine karşıtlığı bu belgelemesinde ayırıcı bir noktadır. Gerici ayaklanması tanımlamasının dışına çıkarak İngiliz siyasetine dayalı açıklamalar yapmaktadır. Açıkçası, Doğan Avcıoğlu’nun mentalitesiyle gidersek bu araştırma ideoloji ve propaganda bazında uygun bir örneklem oluşturmakta ve araçsallık sağlamaktadır.
Demek ki, Doğan Avcıoğlu’nun rasyonel tahlil ve seçimleri cuntacı ve devrimci siyasi kimliği içerisinde birer vasıta olarak durmaktadır. Konu seçimi dikkate değerdir. Sözgelimi, Türkiye’ye karşı bir Sovyet provakasyonunu belgelemeye dönük bir incelemeyle de karşımıza çıkmamaktadır Bu tip hususları soğuk savaş dönemi konjonktüründe düşünmek gerektiğini söylememe ise bilmem gerek var mı?
L.T.
YORUMLAR
Değerli üstadım, bizim aydınımız 'tepeden inmecilik'i sever, yani Jakoben'dir...
Tabii bunun en başta gelen nedeni, gelişmişlik seviyemizle ilgilidir, oradan kaynaklanır...
Çünkü ekonomimiz, ileri ülkelerin standartları seviyesinde değil (idi)...
Bir başka neden, imparatorluk bakiyesi olmamız, 'Sultanlık kültü'nün toplumsal algımıza işlemiş olmasıdır; cumhuriyetin ilanı ve sonrası da bu algıyı güçlendirmekten öteye gidememiştir, desek yeridir...
Hal böyle olunca, bütün toplumsal görüşlerde bu durumun vesayetini farketmek de gerekiyor...
Bütün bu vıdı vıdılar, mevcut icraat vizyonunun başta ekonomik, sonra da sosyal, hukuksal ve siyasal alanlarda gerçekleştirdiği 'inkılaplar' ile önemlerini yitirdiler; tabiri caizse taşlar yerine oturdu...
Bütün sıkıntı da buradan kaynaklanıyor... Bu sıkıntı ne kadar zorlu olmalı ki, maddiyatın belirleyici olduğuna inanır (gerçekçi) görünen taraf, inkılaplar ile çelişkileri apaçık ortaya çıkan (dış) güçlerin mankurtları halinde onların algı operasyonları ile hareket eder duruma geldiler...
[Hain demiyoruz tabii ki...:)))]
Nihayet, değerli üstadım, Müslüman Türk makus talihini yendi ya, bir medeniyet iddiasında yol alıyor ya, bütün karın ağrıları bundan, bu yüzden kıvranıyorlar...
Ne demişti bir futbol adamı: "Köpekler istiyor diye atların öleceği gelmez"...
Selam ve saygılarımla.
levent taner
Tanzimattan bu yana aydın tarihimizin ferdi çabalar dışında güdük kaldığını düşünürüm hep
Bir alafrangalık damarı vardır ve iki yüzyıla yakın zamandır düşünce dünyamızda etkili olur
Bunun iktisadi nedenleri de var kanımca
Osmanlı'da Türk memur, asker, rençber üçgeninde konumlanıyor
Ticaret gayrı müslimlerin elinde
Bunun kaçınılmaz sonucu bir levanten burjuvazi gelişmesi
Osmanlıyı son devirlerinde kemiren, zayıflatan da bu durum özünde
İzmir Alsancak, İstanbul Pera-Galata düzleminde gelişen gayrı müslim burjuvazi kendi kültür-sanat anlayışını hakim kılmakta
İster istemez aydın katmanda da bir komprador alafrangalığı hakim olmaktadır
19'uncu asırda sanat-edebiyat kulvarında batılı sanatları temellendirenler ekseri Osmanlı Ermenileri
Bakıyorsun ilk heykeltraş Yervant Oskan, ilk tiyatro adamları arasında Güllü Agop var
Operayı temellendiren Osmanlı opera kumpanyasını kuran Dikran Çuhacıyan
Tamam bu bir yönüyle zenginliğimiz anlamına gelebilir
Musikimizde de Yorgo Bacanos ya da Tatyos Efendi veya Artaki Candan gibi isimler karşımıza çıkar, nice sinema adamımız ermeni asıllıdır
Osmanlı veya Türkiye ermeniliği bu ülkenin bir zenginliğidir de
Fakat güçlü bir milli ekonomi ve kültür-sanat çizgisine sahipsen bu şekilde okuyabilirsin
Yoksa kambur oluşturursa zaafiyet anlamı da verebilir
Nihayet hocam
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum
Saygı ve selamlarımla...
Değerli Hocam
Oldukça güzel ve pek çoğumuzun bilmediği ya da unuttuğu bir konuya değinmişsiniz ki ben de kendi adıma pek çok yeni bilgiler edindim.
Burada dikkatimi çeken şey ise cici demokrasiyi sevmeyenlerin alayının -herşeye rağmen- karşımıza ''Atatürkçü''olarak çıkmalarıdır. Bu oldukça ilginçtir
Çünkü bu insanlar
a) Cumhuriyetçi değillerdir ama Atatürkçüdürler (!)
b) Milliyetçi asla değillerdir ama Atatürkçülerdir(!)
c) Laik değillerdir. Çünkü onlara göre din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalı değil, din devletin hayatında hiç olmamalıdır.
d) Hiç bir zaman devletçi olmamışlardır
e) Halka rağmen halkçı olunamayacağına göre halkçı da değillerdir
Kala kala bir tek inkılapçılık kaldı.
İnkılapçılık kelimesini kasten devrimcilik olarak yazmadım.
Çünkü inkılapçılık ilkesinde yapacağınız reformları zorlamayı en minimum seviyede tutarak yaparsınız. Oysa Devrimcilikte bu durum farklıdır çünkü bu gözler duvarlara kırmızı harflerle yazılan '' Devrim Kanla Yazılır'' İbarelerini çok gördü.
Evet..Devrim kanla yazılır ama gel gör ki yine '' Sevgi, barış, kardeşlik'' terimlerini en çok dillendirenler de yine bunlardır.
Sonuç olarak Atatürkçülüğün altı temel ilkesinden altısını da çiğneyip nasıl Atatürkçü olunuyor ben hâla anlamış değilim.
Selam ve sevgilerimle.
sami biberoğulları tarafından 3/31/2017 11:02:22 AM zamanında düzenlenmiştir.
levent taner
Harfiyen altını çizerim söylediklerinizin
Çünkü ben, sevdiklerimin altını sevmediklerimin ise üstünü çizerim
Evet, böyle ucuz bir palavrayla girizgâh yaptığım için sanırım kendimden utanmalıyım
Peyami Safa ülkemizdeki devrimci yapılar için 'devrimbaz' kavramını kullanır
Münferit müspet örneklere pay bırakmak mümkün ama
Genelde haklı olsa gerek
Nihayet hocam
Katılım ve katkınız her dem önemli
Saygı ve selamlarımla...
Yazıda en çok dikkatimi çeken Doğan Avcıoğlu ismi oldu. Kendi dönemi içinde değerlendirirsek çözümün askeri darbe ile geleceğini savunacak noktaya onu götüren neydi ?
Şimdi ki ortama bakınca demokrasi adı altında yığınların bir avuç içinde toplanmaya çalışıldığını görüyoruz. Bazıları tehlikeleri önceden görebilme kabiliyetine sahiptir. Cunta asla ve asla onayladığımız bir oluşum değildir. Ancak sivil cunta askeri olandan çok daha fenadır. Narsist bir diktatörün iki dudağı arasında yaşamak zorunda kalmayız diye umuyorum vede diliyorum..
Kendi görüşü dışında bir yazı yazarken objektif olabilmek oldukça zordur. Siz bunu hep başarıyorsunuz. Bu nedenle sizi her zaman takdirle takip ediyorum...
Hayırlı kandiller.
Sevgilerimle...
levent taner
Güçlü bir ekonomi ve topluma dengeli dağılımı kadar eğitim-kültür seviyesi, sanat-edebiyat gibi alanların o toplumda ne kadar, hangi düzeyde ilgi uyandırdığı gibi hususlar önem arz eder
Yanı sıra, bizdeki aydınlarında yanılgılı yönlendirmeleri olmuyor değil
Vaktiyle Çetin Altan'ın bir söyleyişi dikkatimi çekti
Ne zaman dedi gecekonduda yaşayan insanlar Puskin-Çehov, vs. okur, Rahmaninov dinler o zaman toplumumuzda entelektüel seviyenin yükseldiğinden söz edebiliriz
Buyur burdan yak dedim kendi kendime
Birincisi gecekonduda oturan insan Kemal Tahir, Attila İlhan, Tanpınar okusa Neşet Ertaş, Ruhi Su dinlese demiyor, böyle dese toplumla düz kontak yapmak şansı artacak
Bohem bir dünyadan bakıyor aydınımız hani
İkincisi vaktiyle İşçi partisinden milletvekilliği de olan bir yazarın gecekonduyu sorgulaması gerekir
Sosyal devlet, gelir dağılımında adalet ögelerinin tüm ülke sathına yayılması demokrasiyi güçlü kılar
Gecekondu olmamalı, yoksa olupta orada oturanlar ne okuyor, dinliyor meselesi değil
Açıkçası yazarımız 12 Martta yorulmuş bir eski tüfek olduğu için aman diyor gecekonduyla savaşmayayım da orada yaşayan insanın kafasını donatayım
Tamam Çetin Altan uç bir örnek ama aydınlarımızın Tanzimattan bu yana modernleşmeyi kavramalarındaki yüzeysellikte önem arz eder kanımca
Ben öteden beri sosyalistlerimiz içerisinde Kemal Tahir, Attila İlhan, Hilmi Yavuz gibi isimleri beğenirim
Kemalist yapıda Şevket Süreyya Aydemir'e değer veririm naçizane
Muhafazakâr yapıda da şüphesiz kendi içerisinde çok farklılaşsalarda Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç gibi isimleri önemserim
Şüphesiz şu an aklıma gelmeyen bazıları da vardır
Sözün özü demokrasiyi ekonomik gelişmişlik, sosyal adalet, eğitim-kültür-sanat alanlarında incelmiş bir toplum düzleminde kavramazsak daha çok havanda su döğeriz
Demokrasiyi sandık mı sandık diye sorgulamalıyız açıkça
Hatta meşhur düşünür Nietzsche'nin ”Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın…egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir.” Sözü de hakaretamiz bir duruş taşısa da doğruluk payı tanımak fena olmaz bence
Öyle ya, doğu ve güney doğuda aşiret veya kırsalda bir kişinin lafıyla hemen herkesin aynı oyu verdiği
Ya da
Kentlerin varoşlarında aile ilişkisi gereği aile reisi tüm hane halkının oyunu sabitlediği ölçüde kimse kusura bakmasın Nietzsche haklılaşır ve Che tipli cuntacılar, darbeciler peyda olur ve hatta marjinal çevrelerde meşruiyet bile kazanır
Nihayet hanımefendi
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum
Saygı ve selamlarımla...