- 417 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kaybolmuş düşleri saklardı kayıp şehirler…
Kaybolmuş düşleri saklardı kayıp şehirler, gölge kovalamacası başlardı bu kayboluşlarda, hüznün gizlendiği sabahları yaşatırdı kayıplıkta doğan güneş, üç sevgi sözcüğü iletti bu doğuşla ama önce acıyı tarif et dedi sonra anlardın sözcüklerle kaleler yapmayı...
Önce sevileceksin, sonra da çok seveceksin, çok sevince de öğrendiğin acıyı tadacaksın, derken de rüyalarına gömdüğün her şeyi arayacaksın hayatta, bulamayacaksın ki işte o zaman zıplayacak acılar beyin diplerine... Kayıp şehirlerin ışıkları batacak göz diplerine kurumakta olan yaşlarla...
İşte o zaman pişman değilsen ki sevmenin sonsuza yaşayacağını öğreneceksin, derken sadece gözlerini kapatıyordu bunları dinlerken...
Tek nefeste söylediği tek cümle vardı, çoktan öğrenmiştim, bunu derken bile ıslaklık çene kemiklerinde raks ediyordu... Ve güneş kızıl ışığını vurduğunda alnına, tuhaf bir gülümseme belirdi gözaltlarına uzayarak, tereddütsüz “ben zaten çok sevmiştim” dedi...
Ey can…
Hey sevgili…
Boş ver dünü, bu günü, yarınları…
Bu canda bir can saklı,
bu canda hasret saklı, gömülmüş kuytuluklarına bedenin, arada sırada baş kaldırıyor, hepsi bu işte, senden geriye kalan…
Boş vermişim bu ipin kalınlığına, inceliğine, gerildikçe geriliyor ve istediği an istediği yerinden kopuyor… İşte o anlar hasret fırlıyor durduğu yerden, it sürüsü gibi kemiriyor bedenimi, içimi, ruhumu ama olsun, olsundu ki artık eriyen bir ruhla sana da, kurtlara da, itlere de boş vermişim, sinmişim bir köşenin gölgelikliğine, önüne gelen sevince, acıya eyvallah demeyi öğrendim senin gidişine de eyvallah… Kaldığın zamanlarda beni kemirişine de eyvallah, güldürüşüne de eyvallah. Kendi ruhuma dur derken onun azışlarına da, onun sinişlerine de eyvallah velhasıl…
Sonunda hayatın bana çektirdiklerine de eyvallah artık…
Basıp gidiyorum işte, ne kalem, ne de defter gözümde değil, cümlelerin peşi sıra dolanıyorum gölgemin etrafında, onlara da eyvallah işte…
Hayat bu sevdiceğim, bu hayatmış biraz pervasız, biraz umursamaz olmak gerekiyormuş. Yapamadım, bir elimde bir iğne, oyup durdun yüreğimin aşkla yazılmış duvarlarını, kurbanı olduğum sevginin de acımasız bir yanı varmış. Hep varmış aslında da hissedememişim…
Zaman tükendi artık sevdiceğim, tükendi zaman, senli her şeyin gömütünde çakıldım kaldım.
Terk edilmiş zamanların da olması gerekliymiş hayatın içinde, beceremedim be sevgili öğrenemedim terk edilmişliklerdeki sinsi gülüşleri öğrenemedim…
Takamadım o maskeyi yüzüme ki senin kadar acımasız olamadım, kusura kalama…
Sevdim demenin çok zor olacağını sen öğretmiştin bana “yürek ister taşımak için, omuz ister dayanmak için, direnç ve tahammül etmek, katlanmak gerek” demiştin ki şimdilerde yazdıklarında bu benzer cümleler ki insanı balçık batağa sokar çıkarır…
işte böyle sevdiceğim, işte böyle, yok pahasına giden bir sevginin ardından artık yas tutmanın da cesaret işi olmadığını anladım ki bu yol ayrımıyla bu yazgı da ayrışıyor artık birbirinden…
Hayat insana gülümsediği zamanları çok az verirmiş ve biz de bu azlıklarla yetindik gittik işte…
Sana duamın hiç olamayacağı bir döneme ayak basıyorum, kızgınlıkların da tükenebileceğini görmek de ayrı bir hınçmış be sevdiceğim, ayrı bir kırgınlıkmış.
Uzun olacak sana yazmayacağım günleri yaşamak, bana…
Ara sıra seninle konuşur gibi yazmalarıma da belki son vereceğim, her ayrılık gibi bu da kolay olmayacak biliyorum ama ayrılığımıza katlandıktan sonra buna da eyvallah demek olacak belki de…
Neyse bak işte Eylül de bitip gidiyor işte, son bir Eylül vardı içimin yandığı ki alevi, harı hâlâ sürüyor Eylüllerden Eylül’le…
Dedim ya sevgili, aslı perçinlenmemiş bir sevdaymış bizimki o da koptu gidiyor işte…
Bir zamanlar sen bana vardın, ben sana. İşte bir zamanlar birbirimize vardık ki şimdi gölgesi bile olamayan bir varlık oluşu ki yıkık duvarlar altında bıraktı beni…
Seni bilmem ama ben galiba yeniden tutunuyorum hayata…
Bu Eylül’ün de son güneşli günü…
Bu Eylül’ün de son kavurucu sıcaklığı, yine basıyor bedenimi kızartarak…
Kaç Eylül geçti kim bilir bu kavurucu sıcaklığı ile dağlanarak? Derim mi dağlanıyor, içimdeki dağlanmanın harı geçmedi mi?
Sen kaç Eylül’le beraber dağladın yüreğimi, bedenimi, hâlâ sayısını hesaplayamıyorum.
Ne acımasızlık bu, nasıl bir ihanet bu, saklı kalmış tüm sırlarımızı gömerek, saklayarak yalnız sana aitmiş sanarak, kaç Eylül yaması yamadın bedenime, acılarının hesabını yapamadan.
Çoğu zaman seni vicdansızlıklarla suçlarken, hesap etmediğim çok şeyi yaşattın ki hâlâ farkında bile değilim açılan gediklerden düşmelerimi…
Nasıl iş bu be sevgili, nasıl iş? Tüm merhamet duygularını içinde gizlerken, beni merhametsizlikle suçlaman, nasıl iş be sevgili nasıl iş?
Beni “az daha cesaretli olabilseydin” derken soktuğun kuyunun derinliğini bilmez miydin ki hâlâ debeleniyorum diplerde?
“Karanlıklardan korkarım” derken ıssızlaşmış bedenimle karanlıklarda yuvarlanmama göz yumman nasıl iş ki hâlâ acının tarifini yaparken eksikleniyorum…
Geçti be sevgili geçti derken bile usanılası bir yazımlarla hâlâ seninle baş etmeye çalışmam nasıl iş anlamış değilim…
Çok uzaklara,
çok uzaklardaki bakışlara hasret kaldı gözlerim buğulanarak ki ona da eyvallah...
Bu, yaşamın cümlelerle sayfalara düşmüş iz düşümlerinin puslu halinin görüntüsü olmalı…
Olmalı ki sen benim hiç yakalayamadığım mutluluğun içinde sörf yapıyorsun. Bense, onu yine boş ver, bu bir dönence olmalı, hep sen “mutlusun” dediklerinin galiba sonu geldi, bu dönence de bir gün dönecektir, inanıyorum ama sana ait olan çok şey de değişti bende…
Yaşamın verdikleri ile aldıkları peşi sıra döndükçe, insan ruhundaki belirsizlikler de durmayasıya artıyor olmalı. Vazgeçtiğimiz birçok şeyin ardından, şimdilerde vazgeçtiklerimin arasına sen de katıldın. Bu bir, birlikteliğin yazıldığı yazgının da sonu olmalı…
Zor da olsa, katlanılamaz da olsa, yaşıyor işte insan, sevgili, yaşıyor işte, adına yaşamak da dense yaşıyor insan, yaşıyor…
Yaşıyor sanılsa da bence katlanıyor insan…
Şimdilerde hayat denen zor açılan pencerenin ardında uzun ve karanlık bakışlar kaldı…
Sonsuza uzayacak bu bakışlar desem, boş laf.
Her şeyin ardında sen kalmışken, benim ışığı görmem beklenemezken, sadece tek isteğim kaldı belki de “bu karanlıklardan bir sıyrılabilsem” demekti belki de son kırık nefeslerle çıkacak ses…
Bütün bunlara değer miydi bu kırık nefeslerle yaşamak, demek için de sevgiyi inkâr etmek gerekirdi ki işte onu yapamadı bu per perişan yürek…
Belki de sadece bir veda cümlesi demem gerekirdi ki onu da yazamadı bu kalem…
Ki bu yüzden kendi kendini kırıyor…
Şimdilerde dudaklarım kuruyor, hırıltılı nefesler yapışmış bedenime, uzaklarda baka kalmış gözlerim, sessizliği bozan sadece nefesimle düşüncelerim, zorlamasına koşmalar bunlar hayata doğru, tesellisi yok bu duruşun, sabrı son deminde, kelimeler tıkanıyor boğazıma cümlelerle, hasreti bağlamışlar prangalayarak zihnime, unutulası bir yaşam olamadı bu zor günler, sadece kendine gülemeyen bir ruh hali bu çıkışlar, sadece bakışların ardındaki gölge arayışları bunlar, bir nefeslik cana yüklenen sonsuz yük bunlar, sabrın yüreğe zıpkınlanışı bu duraksamalar, unutulası portrelerin içinde kaybolan bakışlar bunlar ki hepsi puslu, hepsi karanlıkta ve hepsi isli…
Karanlığın uzaklardaki arayışlarındaki bakışların hüznün, dudak büktürdüğü bir görüntü de bu arda kalan yaşamda kalan, sadece son vedanın küskünlüğü…
Ağlıyorlardı birbirleri için mutlu olacaklarına dair sözleri hatırlarken... Ama gün geldi mutlu olduklarını hissedince sessiz ağlayışlarını sakladılar birbirlerinden bu rüya bozulmasın diye...
Mutluydular çünkü ama habersizdiler birbirlerine...
Evet biz karanlıkların gölge çocuklarıydık, hâlâ güneş ışığına hasretiz derken, şimdilerde son Eylül’ün gün sıcaklığı bile doyuramıyor ruhumuzu…
Koskoca hüzünle,
koskocaman Eylül bitti…
Geriye sadece hüzünleri yüklenmiş, koyulaşmış, grilikleriyle bulutlar kaldı…
Bu yılın da son Eylül’ünün son günü ki hüzünleri devrettiği, artık kalan zaman dilimleri ve bir de ben…
Her şey bitecekti…
Zaten bitecekti her şey, hayatımın bu bozuk düzeninde…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.