- 1042 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Yalan
Öğretmenlik yaptığım yıllarda hayli zaman görüşmediğim bir arkadaşımla karşılaşınca, artık klasikleşmiş hale gelen şu sözlere muhatap olurdum:
“Yahu nerelerdesin? Yüzünü gören cennetlik.”
Böylesi sorulara; şöyle cevaplarım olurdu çoğunlukla:
“Dostum, benim dört adet mekânım var: Okul, ev, kütüphane, cami. Çok kısa süre için de hemşehri lokalinde olurum. Beni bu mekânların birinde bulmak olası.”
Şimdi koşullar değişti. Okul yılları geride kaldı. Emekliyim. Sabahleyin mutat işlerimden biri internetle buluşmak oluyor. Sanal âlemdeki dostlarımla selamlaşmak, edebiyat sitelerini ziyaret etmek ve gazeteleri istemeden de olsa okumak artık terk edilmeyen bir davranış biçimim oldu. Gazeteler! Gazeteler! İki zıt kutbun sözcüleri olmuşlar adeta…
Hısım akraba, öğrencilerimden öte yazın dünyasından çok kıymetli dostlar edindim sanal ortamda. Onların düzeyli paylaşımlarını izlemekle farklı güzellikler yakalıyorum.
Sabahleyin bir arkadaşımdan şöyle bir paylaşım okudum.
“En çirkin yalan, çocuğa ve halka söylenen yalandır. Çünkü her ikisi de kolay kanar.” Lort Braughan söylemiş beni hayli etkileyen bu sözü. Aklıma hemen Hitler’in çok ünlü propagandacısı Goebbes’in şu sözü geldi.
“Öyle büyük yalan söyle ki, herkes inansın.” Evet, bu sözü yazdım arkadaşımın paylaşımının altına. Kültür düzeyine hayran olduğum arkadaşımda son olarak “Babam ‘yalan zehirli yılandır’ derdi.” Diye yazdı.
Bu yazıyı yazmaya itti bu kısa yazışma. Kahvaltı derken zaman ilerliyor. Önce yeni görev var, beni bekleyen. Hafta pazarı kuruluyor. Teferruata kaçmadan anlatayım Pazar yapmak gibi bir görev daha üstlendim.
Sisli puslu bir gün. Mart ayı dert ayı derdi babam.1500 metre rakımlı köyümüzde mart ayında çayırların yeşermesini, koyunların otlağa çıkmasını özlemle beklerdik. Ancak nisanın ortalarında ilkbahar güneşi sırtımızı ısıtırdı. Marmara bölgesinde farklı mı durum? Kocaman bir hayır. Kocaelili olup çıktık. Ağız tadıyla bir ilkbahar yaşamadık geçen bunca yıl içinde denize sıfır ılıman iklimin yaşandığı bu ilde de.
Pazardayım. Henüz kalabalık oluşmamış. Az ileride benim çok kıymetli bir velim satıcıyla konuşuyor. Yanına yaklaşıyorum. Selamlaşıyoruz. Velim Rus gelinlerden. Erzurumlu bir yurttaşımızla evlenmiş. Özel okulda çalışırken kızını okuttum bir yıl. Güzel Türkçemizi ilk tanıştığım zamanda bile yeterli düzeyde konuşabiliyordu. Ülkesinde yükseköğrenim yapmış. Genel kültürü çok üst düzeyde bir güzel insan. Başladı anlatmaya.
“Hocam, tıpkı dört yıl önceki gibisiniz. Tıraşlı, düzgün kıyafetli ve sağlıklı.” Teşekkür ettim. İltifatlar karşılıksız bırakılmazdı.
“Size birer kahve ya da çay ısmarlamak isterim” dedim. Öğrencimi sordum. Beyi ile de tanışmıştık. Az ileride eşini bekliyordu. Natalia adlı velim konuşmasına devamla şu sözleri bir çırpıda söyleyiverdi:
“Hocam yalanı hiç sevmem. Hele tıraşlı haliniz çok hoşuma gitti. Biliyorsunuz tek çocuğum var. Malum, on üç on dört yaşları dönemi kızlar için farklıdır. Kızım biraz bocaladı. Lakin benim keşkelerim hiç olmadı. Sürekli elim kızımın üzerinde… Durumu gayet iyi, derslerinde bir sıkıntı yok.” Velimle vedalaşıp satıcıların arasına dalıverdim.
Güneş bulutların arasından azıcık tebessüm ediyor. Az sonra huysuz yeni yetme âşıklar gibi küsüp kara bulutların arkasına saklanıveriyor. O arada hiç sevmediğim rüzgâr başlıyor püfürdemeye. Çok kısa sürede sebzedir, meyvedir, balıktır derken alış-verişimi bitirip eve geldim. Haliyle terledim. Bir duş. Arkasından bir öykü kitabına sarıldım. Kitaplar, bana hiç yalan söylemeyen dilsiz dostlarım. Hanım tahlil sonuçları için hastahanede. Yalnızım. Kapı zili çalıyor. Gelen kim acaba?
Kitabımı bırakmama neden olan gerçek bir dost. Bir alt dairede oturan eski komşum emekli edebiyat öğretmeni Birsen Hanım. Elinde yüz lira. Özür dileyerek başlıyor anlatmaya.
“Bu para gün parası. Güne katılamadım. Parayı geçen gün getireceğimi eşinize söylemiştim. Dün gelemedim. Çok üzgünüm. Yalancı çıktım.”
“Aramızda sözü mü olur. Lütfen kendinizi üzmeyin” türünden sözler ediyorum. Benim kadirşinas komşuma. Beyi Mesut Bey, Fen Bilgisi Dersleri öğretmeniydi. Deprem günlerinde iki aile günlerce çadırımı paylaşmıştık. Birsen Hanım aynı mahcubiyet içinde anlatmaya devam etti.
“Televizyonda artık haber dinlememeye karar verdik Mesut’la. Koca koca adamlar her gün çıkıp dün söyledikleri sözlerin bu gün tam tersi söylemelerde bulunuyorlar. Yalan dinlemekten bıkıp usandık. Az önce söylediğim gibi parayı ödemeye dün için söz vermiştim. Yalancı çıktım…”
Hoca hanımın üzüntüsüne bilmem ki, ne demeli. Ne kadar mahcup hali vardı.
Ben de bu güzelim ülkede söylenen yayanlardan çok dertliyim.
Öğrencilerimle yalan olgusu hakkında kesin sözümüz vardı. Karşılıklı sözleşirdik. Hiç yalan söz söylemeyeceğiz. Düz mantıkla anlaşırdık. Yalan söylemek hoş bir durum değil. Yalana kim başvurur? Yalana gereksinim duyan. Peki, görevimizi tam yaparsak yalana gereksinim duyar mıyız? Hayır. O halde siz öğrenci olarak ben de öğretmen olarak görevlerimizi eksiksiz yapmaya çalışacağız.
“Eğer benden yalan bir kelime duyarsanız. Hemen uyaracaksınız. Uyarmazsanız size güvenim azalır.” Derdim. Mevlana’nın, “yemin yalancının kalkanıdır” sözünü sınıfta çok seslendirirdik.
Yalancının mumu yatsıya kadar demiş atalarımız. Lakin bu güzel ülkede yalana ne kadar çok başvuruluyor! Ne kadar çok yalanlar duydu bu kulaklarım anlatamam. Oysa bizler yüzde yüze yakın Müslümanız toplumuz. Müslüman, elinden ve dilinden kimseye zararı olmayan kimse diye tanımlanır. Yalanın yanına bir de Allah’ın adını katmalar var ya. İşin acı tarafı bu!
Geçen gün gazetede okuyorum. Trabzonspor başkanı ile yapılan bir röportajı. Başkan anlatıyor:
“Bayern Münih Futbol Takımında futbol eğitimi alan futbolcumuz Mehmet Ekici’ye soruyorum. Almanya’da neyi affetmezler?” Mehmet cevaplıyor:
“Yalan söylememeyi.”
Evet, batıda yalan söyleyeni, sahte işler çevireni hiç affetmezler. Yalana başvuranı dışlarlar. Teşhir ederler. Almanya’da öğretmenlik yaptığım yıllarda halk otobüsünde gördüğüm bir sloganı anımsadım. Otobüsün iç kısmında bir yetişkin fotoğrafı. Koluyla yüzünü kapatıyor. Resim otobüse para ödemeden bineni işaret ediyor. Resmin altında şu cümle yazılıydı.
“Ich bin ein esel. (Ben bir eğeğim!)
Benim güzel ülkemde ne çok yalanlarla karşılaştım. Ne acılar, sıkıntılar yaşadım. Köyde ev yaptırıyoruz. Ağustosun başları. Çatı bağlanacak. Ustalarla anlaştık. Kendi ilimizin insanları. Düğünleri varmış. Bir hafta izin istediler düğünü yapıp dönecekler. Ay sonuna çatımızın bağlanması gerekiyor. Okullar açılacak, seminerlere katılmam gerekiyor. Düğün hayırlı iştir deyip ustalara paralarını önden ödedim.
Sevgili hemşerilerim tam yirmi gün sonra döndüler. Kaç kez telefona sarıldım bir ben bir de Allah bilir!
Kişisel olarak karşılaştığım yalanlar, saymakla bitmez! Bir zamanlar sözlerine kandığım, içtenliğine inanma gafletine düştüğüm yazar-çizer bireylerin yalanlarına da muhatap oldum. Ruhum acıdı. Acılar da bizler için. Tüm bunlara karşı yalansız yaşamak kadar bir güzellik tatmadım yargısını yaşamanın hazzıyla mutluyum.
Seksenli yıllarda bir kez tepki oyu kullandım. Adı önemli değil bir siyasi liderimiz televizyonda elinde kalem anlatıyordu:
“Sayın vatandaşlarım seçimi kazandığımızda enflasyonu tek haneli rakamlara düşüreceğiz…” Seçimi alacağı belliydi. İç sesimle şöyle seslendim.
Evet, oyumu sizin partinize kullanacağım. Lakin sizin vaadiniz gerçekleşmeyecek. Yanılmadım. Yıllarca enflasyonla kardeş kardeş yaşadık. Enflasyon sürekli Kabil, biz halk olarak hep Habil olduk.
Dönelim yazımızın başındaki söze. “Çocuk ve halk yalana niçin kolay kanar?” sözünü çok kısaca irdeleyelim. Çocuk saftır, temizdir. Günah nedir tatmamıştır. Tüm duyularıyla öğrenmeye bilgi hazinesini doldurmaya hazırdır beyni. Ne verilirse onu alır. Evde büyüklerinden, okulda öğretmenlerinden yalanın çirkin olduğunu öğrenirse yalanları katmaz yaşamına.
Halkın durumu farklıdır. İşte orada duralım. Aydınlanma yaşamış halklar kandırılamazlar. Yalanlarla aldatılamazlar. Aydınlanma yaşayan bireyler yurttaş olma bilincine ermiştir. Yurttaş olma bilinci görev, sorumluluk ve haklarına sahip çıkma olgunluğunu kazandırır yurttaşlara. Bu bilinç sayesindedir ki, aydınlanma yaşayan insanlar duydukları sözleri ya da okudukları yazıları anlamaya çalışırlar. Akıl süzgecinden geçirirler duyduklarını. Her söze hemen kanmazlar. Soru sorarlar. Tezlerin anti tezlerini de araştırırlar. Nihayetinde sağlam yargılara ulaşırlar. İçi doldurulamayacak hayallere kapılmazlar. Maalesef, okuyan ve tam aydınlanma yaşayan toplum olamadık. Ülkemizde nüfusumuza göre çok az kitap basılıyor! Çok az gazete okunuyor!
Yalanlara kanmayan bir toplum yaratmanın çarelerini bulmak için gökyüzüne uydu fırlatmaya gerek yok. Yapılacak iş, tutulacak yol belli. Her şey açık ve net. Okullarımızı en modern araç ve gereçlerle donatmak. Çağın gereklerine göre öğretmen yetiştirmek. Basın yayın organlarıyla insanımızı aydınlatacak yayınları artırmak. Yurtta ses getirecek düzeyde halkı okumaya, aydınlanmaya teşvik etmek. Bilim insanlarımızın, şair ve yazarlarımın özgürce çalışmalarına olanak hazırlamak.
Sözün özü, küçük, büyük, iççi, işveren, köylü, kentli hepimiz bilim aydınlanma denen değişimi, gelişimi yaşamalıyız. İnancım odur ki, işte o zaman yalanın “y” sesini bile duymayız.
YORUMLAR
Evet değerli öğretmenimiz, kıymetli yazarımız,
öncelikle sayfanızda babamın sözüne yer verdiğiniz için ve içten övgünüz çok mutlu oldum.Sağ olun efendim. ''Babam ''( Yalan en zehirlii Yılan derdi) bize bıraktığı en güzel en pahalı mirastır,ruhu şad olsun...
Yazılarınızda hemen hemen her konularda içeriği ,okumak, kitap, şiir , şair sözlerine rastlamaktayım.. Saygım ve verdiğiniz anlamlı mesajlara hayranlığımla...
Sonsuz Saygımla...