- 381 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
YALAN
- Anne, n’olur, sen söyle...
- Yok olmaz.
- Ne olur söylesen, sanki?
- Oğlum, her şeyin bir zamanı var. Bakalım adamın cebinde o kadar para var mı ?
Ana-oğlun fısıltıyı andıran konuşmaları Kel Zühtü’nün dikkatini çekti.
- Ne fısıldayıp duruyorsunuz ? Ne zaman böyle yapsanız altından bir Çapanoğlu çıkar.
Firdevs Hanım doğruyu söyleyip söylememekte tereddüt etti:
- Ne olacak Bey... öylesine konuşuyoruz.
Mustafa, anasının yarasına merhem olamayacağını anlayınca daha fazla üstelemedi. O da biliyordu; okuldan istenen bu para babasında yoktu. Adamcağız tüm zamanını iş bulmakla geçiriyordu, bulabilirse kömür taşıyor, odun kırıyor, üç-beş kuruş kazanabilirse ancak boğazlarına yetiyordu. Halbuki eskiden taşı sıksa suyunu çıkartır, ailesini kimseye muhtaç etmezdi.
Ders çalışması gerekiyordu. Anasının yanından kalkıp odanın diğer köşesindeki masaya oturdu. Masanın üstünde, karmaşık, bir yığın halinde duran kitaplarına baktı. Nereden başlamalıydı ? Gelişigüzel .bir kitap çekti, yığının arasından. Bir eliyle masaya yüklendiğinden, bir sağa bir sola giden masanın gıcırtısı oturduğu yerde uyuklamakta olan babasının gözlerini aralamasına neden oldu. Kel Zühtü, hafifçe doğruldu, biraz toparlandı. Hiç çıkarmadığı kasketini aralayıp kafasına kaşıdı. Açık olan televizyona bakar gibi bir süre gözleri açık durduktan sonra kafası ar8kaya kayarken kasketin serpuşu gözlerini kapadı.
Firdevs Hanım da televizyona bakıyordu. Yılların yıprattığı, karma karışık renkler arasında seçebildiği kadar görüntülere izler arada bir anladığını göstermek için izlediklerini izaha çalışırdı. “ Gördün mü? Bu kız şu oğlanı çok seviyor.” gibi sözler söyler, Kel Zühtü duyarsa:” Hı hı “ gibi karşılıklar verirdi.
Temiz bir kadındı Firdevs Hanım. O kadar temizdi ki, zenginlerin evlerine gider oraları bile temizlerdi. Cahil olmasına rağmen duyduklarını unutmaz, içlerinden hangisinin doğru olduğunu kocasından veya oğlundan öğrenirdi.
Yılar önce Mustafa’yı doğurduğunda hastalanmış, birkaç doğum daha yaptıysa da hiçbiri yaşamamıştı.
Mustafa, çalışmasının ilerleyen bir zamanında ağzından çıkan buharı ve iliklerine işleyen soğuğu fark edince daha ödevi de bitmediğinden kalktı, yakacak aradı. Meyve sandığı parçalarından başka bir şey bulamadı. Sobanın dibindeki ateş kırıntıları tutuşmakta nazlanmadı. Aniden tutuşan parçalar odayı kısa bir süre de olsa ılıttı.
Gecenin ilerleyen saatleri Mustafa’nın ders çalışma azmini iyice kırdı. Yarın ne yapacağını düşünmeye başladı. Son gündü, öğretmen öyle söylemişti. “ Spor paralarını getirmeyen, gelmesin.” demişti.
****
“ Allahu ekber, Allahu ekber “ kulağına gelen bu tatlı, huzur verici sesle kendine geldi Mustafa. Çevresine baktığında yeterince aydınlanmamış odada, camdan sızan sokak lambasının ışığından başka bir şey göremedi. Babasının mutfaktan gelen öksürük sesini duydu önce, ardından çay bardaklarının şıngırtısı duyuldu. Bu manzara onun için yabancı değildi. Tatil günleri bile aynı saatte uyanılır. Yazın babası camiye gider, kışın birlikte sabah namazı kılınırdı.
Aslında erken kalkmalar Mustafa’nın işine de yarıyordu. Okulda sabahçıydı, hiç geç kalmamış, devamsızlık da yapmamıştı bugüne kadar. “ Bugün gitmesem...” diye geçirdi aklından. “ Ne olurdu sanki?” Peki, yarın? Daha sonraki günler, hiç mi gitmeyecekti okula? İlk gittiğinde karşısına çıkmayacak mıydı spor parası ?
Okula geldiğinde bahçede daha kimsenin olmadığını gördü. Nöbetçi müdür Yardımcısının arabası ondan sonra girdi bahçeye. Kuru bir yer buldu oturmak için. Kolunun altındaki kitapları koyup üzerine oturmayı düşündü, hayır olmaz, dedi içinden. Kitap kutsaldır, derdi daima babası. Biliyordu, o sözü babası Kuran’ı Kerim için söylerdi, onun gözünde başka bir kitap yoktu, ama yine de oturamadı kitapların üzerine. Yarı ıslak bir yer bulabildi sonunda. Tam oturuyorken arabadan inen Müdür Yardımcısı Tornavida Naim gördü onu. Anlayışlı biri sayılmazdı Tornavida. Disiplin derdi de başka bir söz çıkmazdı ağzından. Ne zaman Mustafa’yı görse kıyafeti ile ilgili bir kusur bulur paylardı. Arabasından inince Mustafa’yı gördü. Yine bir şeyler söyleyecekti ki, vazgeçti. Telaşlı adımlarla okula yöneldi.
Üzerindeki cekete iyice sarınmaya çalıştı. Ağzından çıkan buhar anında kayboluyor, yenisini beklemiyordu. Ellerini sıcak nefesinde ısıtsa da biraz sonra daha çok üşüdüğünü fark ediyordu.
Öğrencilerin gelmesini, bahçeyi doldurmalarını seyretti. Öğretmenlerin gelmeleri, okul önünde toplanan öğrenciler ve sıra ile okula alınmadan sonra işte sıcacık okula girivermişti. Tornavida bugün onu görmezlikten gelmiş, hatta gülümsemişti bile.
Sınıfa girdiğinde arkadaşlarıyla göz göze gelmemeye çalışarak yerine oturdu. Koltuğunun altındaki kitapları yerine koydu. Hâlâ üşüyordu. Kıpkırmızı ellerinde pantolon cebinin kenar baskısının beyaz izleri vardı. Sınıftaki kalorifer petekleri yetişti imdadına. Ellerini ılık peteklerin arasına soktu. Sızlayan parmaklarına can gelmeye başlamıştı işte.
Melih sabahtan beri onu izlemişti, şimdi olduğu gibi. Yanına yaklaştığını görmedi Mustafa.
- Hava çok soğuk, değil mi ?
Kafasını çevirince gördü, Melih’i:
- He ya oldukça, diyebildi.
- Hoca geliyooooo, çığırtısı sohbeti başlatmadan bitirdi. Kimse sınıf nöbeti tutmasa da kapı nöbetinde mutlaka birkaç kişi olur, hocanın geldiğini haber vermeyi marifet bilirlerdi.
Öğretmenin vasat işleri bitirmesi süresinde gürültü de oldukça artıyor. İşini bitiren öğretmen ancak derse başlamak için bağırmak zorunda kalıyordu her zaman.
Asabi birkaç sözden sonra:
- Derse başlamadan önce şu para işini halledelim, oldu ilk sözü.
Mustafa’nın korktuğu olmuştu işte. Artık kafası yere eğikti, utanıyordu. Utançtan daha da büyük duygu isyandı. Neden böyleydi dünya ? Neden fakir bir ailenin çocuğuydu sanki ? Şu istenen, Mustafa’nın bulamadığı parayı bir günde harçlık olarak harcayanlar vardı. Neden, dedi içinden, neden bu haksızlık ?
- Başkan, paraları topladın mı, vermeyen var mı ?
Sınıf başkanı elinde paramlar ve sınıf listesiyle kalktı.
- Öğretmenim, vermeyen yok, para tamam, dedi.
Mustafa söylenenleri bir müddet algılayamadı. Olmazdı, kendi vermemişti ki, verememişti ki.
Başkan paraları öğretmene teslim ederken Mustafa ayağa kalktı:
- Hocam !
- Ne diyorsun, Mustafa ?
- Ben ...
Melih Mustafa’nın konuşmasına engel olurcasına onu kolundan tutarak çekti, oturttu.
- Hocam, Mustafa bir rüya görmüş de.
- Eğeeee ne olmuş rüya görmüşse, hem kendi neden konuşmuyor ?
- Hocam, çok korkmuş.
- Evladım beni oyalamayın, oturun yerinize.
Melih, yerine oturunca, Mustafa’ya hesap vermek zorunda olduğunu biliyordu. Mustafa sormadan “ teneffüste anlatırım.” dedi .
Mustafa, ders boyunca hep bu konuyu düşündü. Kim, neden vermişti ? Kırk dakikalık ders uzadı da uzadı. Birkaç defa Melih’i sıkıştırdı ise de aynı cevabı aldı.
Zilin çalmasıyla Mustafa’nın yaptığı ilk iş Melih’in kolundan yapışmak oldu, öğretmen sınıftan çıkana kadar da bırakmadı.
- Çabuk söyle, bu parayı kim ve neden verdi ?
Melih de ders boyunca bu soruya verecek cevap aramıştı. Öyle bir cevap olmalıydı ki, Mustafa hem reddedememeli, hem de kırılmamalıydı. İşin doğrusu ise paranın sınıftan toplandığı idi. Başkan işin inceliğini hatırlatmış, herkes de kabul etmişti. Sorunun uygun bir şekilde çözümü de en yakın arkadaş olan Melih’e havale edilmişti.
Melih uygun bir yalan bulamıyor, bunu da açıkça yansıtıyordu hareketlerine. Bu hal Mustafa’yı iyice pirelendirdi. Başkanı aradı gözleriyle, buldu:
- Başkan bir gelsene. Benim yerime parayı kim verdi ? Çabuk söyle !
Başkan Melih’e baktı. İşi beceremediğini anlayınca o da telaşlandı. Ağzından.
- Sen verdin ya, oğlu, çıkıverdi.
Melih, başkanın bu yalanı nasıl sonlandıracağını merak ederken kendi üzerindeki yükün kalkmasıyla rahatlasa da bu defa şaşkınlığa düştü.
- Dalga geçme başkan, ben vermedim.
- Yalan mı söylüyoruz sana? Sen vermesen, neden verdin, diyeyim ? Ben aptal mıyım ?
Bu mantık karşısında susmak zorunda kaldı. Başkanın da durumu kendisinden farklı değildi, cebinden veremezdi .
Başkan devam etti:
- Oğlum ne unutkan adamsın sen. Bak Melih de vardı yanında.
Melih ister istemez tasdik etti kafasıyla, üzerine gidilse yemin bile edebilirdi.
Mustafa daha fazla itiraz etmedi. Sevinse miydi, üzülse miydi bilmiyordu. Bir oyunla karşı karşıya olduğundan emindi. Güzel bir oyundu bu, kendisini büyük bir dertten kurtaran güzel bir oyun. Söylenenler ise güzel, masum birer yalan. Ancak onların bilmediği bir şey vardı: Mustafa’nın hiç bu kadar parası olmamıştı ki !
SON