- 590 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
BÜYÜLÜ GERÇEKLİĞE YOLCULUK
(Hüzün üçlemesi-1)
Eskiden karanlık niyetler tarlasında asgari ücretle çalışan bir korkuluktum. Etliye sütlüye karışmaz, dedikodu yapmaz, kimsenin arkasından konuşmazdım. Benim işim tarladaki karanlık niyet taneciklerini kargalardan koruyup onları kaçırmaktı. Kargalar ile kişisel bir husumetim yoktu. Benim için bu ekmek parasıydı. İşin siyasi boyutu beni ilgilendirmiyordu. Karnım doyuyordu ve iyi beslenen hiçliğimle mutlu mesut yaşayıp gidiyordum. İlerde eli ayağı düzgün, namuslu bir korkulukla izdivaç yapıp bi sürü bebek korkuluk yapmayı düşünüyordum. Hayali bile güzeldi. Evi eşyayı düzmek için birkaç yıl daha çalışmam gerekecekti. Ama olsun, beklerim. Şimdiden taksitlere girmiştim.
Bir gün sırtında rüya taşıyan Sevgili Yüzyıllık Yalnızlık bizim tarlanın yanından geçerken başını kaldırıp yüzüme zincirlerinden yeni kurtulmuş bir bakış hediye etti. Aldım o bakışı yüzüme ifade yaptım. “Nasılsın Yüzyıllık Yalnızlık kardeş, bitkin görünüyorsun” dedim. Ağzından birkaç kelime yola çıktı ve gelip kulağımın kenarına kondular. “Rüyalar… Sırtımda ağır bir yük, artık kambur gibi duruyor ve belimi büküyor, bir kaçını ister misin, böylece ben de rahatlamış olurum.” dedi. “Hayır, istemem, neme lazım” dedim. Rüyalar tehlikelidir. Uçurumsudur. Sınırlara ve yasalara uymazlar.
Yüzyıllık Yalnızlık umutsuzca dönüp yoluna devam etmek üzereyken freni kopmuş bir kamyon ona öyle sert çarptı ki, havada on üç takla atarak yere düştü. Yıldızlar halaya durdu başının etrafında. Gözleri ölümlüler köyünden ateş almaya gitti. Zihnindeki düşsel şato aniden boşaltıldı. Sese dönüşmeyi bekleyen kelimeler kanatlarını açtı ve sırtındaki rüyalar kabarcıklar şeklinde üzerime serpildi. Serpildikçe bir hoş oldum. Sap ve samandan ayrıldım. Hisler senfonisi çalıyordu plakta.
Kendi halinde zararsız ve risksiz yaşayıp giderken tehlikeli sulara doğru yolculuğum böylece başlamıştı. Yüzyıllık Yalnızlık ayağa kalktı ve sırtını yokladı. Kamburunun yerinde olmadığını gördükten sonra sevinçten naralar atmaya başladı. Yüzüne hatırı sayılır bir kahkaha yerleştirdi ve “sana kolay gelsin tatlım” diyerek uzaklaşıp gitti. Uzun süre arkasından bakakaldım. Başıma ne tür bir bela aldığımı çok sonra öğrenecektim.
İlk defa ayaklarımın varlığını hissediyordum. Yürümeye başladım; güneşe, yağmura, fırtınaya ve tufana. Topraktaki şefkati ve kusursuz ritmi duyumsuyordum. Peki ya kargalar! Ya karanlık niyetler tarlası! O niyetlerin ne olduğunu ilk defa merak etmeye başladım. Kafamın içi tek sıra halinde içtimaya çıkmış soru işaretleriyle dolmuştu. “Sağdan say” diyerek başlatıyordu sayı almayı zihnimdeki kuşkular komutanı. O kadar çoktu ki sayma işlemi bir türlü bitmiyordu. Yoruldum ve dinlenmek üzere atıverdim kendimi zihnimden dışarı. Yüzüme misafirliğe gelen tebessüm ile beraber yürümeye devam ederken arkamdan birinin seslendiğini duydum. Koşarak yanıma geldi ve teklifsizce koluma girdi.
-Sen de kimsin?
-Ben Müstakbel Hüzün
-Neden müstakbel, hüzün hüzündür
-Henüz bitmedim, yeni oluşuyorum
-Ben de henüz bitmedim, korkuluk mertebesinden yeni ayrıldım, yoldayım
-İyi ya işte, iki bitmemiş bir tamamlanmışa denk gelir
Mecburen koluma sıkıca yapışmış olan Müstakbel Hüzün ile yola devam ettim. Bilgi kayalıklarından geçtik. Davetkâr uçurumlardan. Umutsuzluk kuyusunda büyülü gerçekliğin şaraplarından içtik. Güneşi kayıp şehirlerde mola verdik. Düşünceler patikasından direniş ovalarına indik. Kolumdan hiç ayrılmayan Müstakbel Hüzün gayet mutluydu. Sağ olsun bu zorlu yolculukta bana yoldaşlık ediyor. Aklıma birden “sana kolay gelsin tatlım” diyen Yüzyıllık Yalnızlık geldi. Kamburundan yıldızlar fışkıran Yüzyıllık Yalnızlık. “Acaba şimdi nerede, ne yapıyor, ne yiyip içiyor, herhangi bir ihtiyacı var mı, başı belada mı?” diye içimden geçirmeden edemedim. İlk defa bir başkası için kaygılanıyordum.
Uğultular ustası doğanın kollarına bıraktık kendimizi. O büyük ve kusursuz akışa. Kargalar uçuşuyordu üstümüzde. Bize eşlik ediyorlardı. Binlerce karga. Süzülen kanatlarında binlerce tüysü soru. Bir süre sonra üzerimize doğru gelmeye başladılar. Olduğumuz yerde kaldık. Korkudan kımıldayamaz oldum. Yoldaş Müstakbel Hüzün arkama saklandı. Titriyordu. Her yerimizi ısıracaklardı. Somut ruhumun deliklerinden kan fışkıracaktı. Daha dün kargaları korkutan anlı şanlı bir korkulukken bugün onlardan korkuyordum. Ama sadece dokunup gidiyorlar ve göğsüme ıslıklar bırakıyorlardı. Rahatladım. Kargalar ıslık ustasıymış meğer. Uzak iklimlerin sözcüleriymiş onlar. Kaybolmuşları taşıyan gökyüzü sürücüleriymiş. Her dokundukları yerde oluşan harfler ve kelimeler notalarla birleşiyordu:
Tek gerçek doğadır, doğada ve doğaya ait olan kötü değildir. İnsanlar da doğaya ait bir parçadır. Ama sonra paylaşımcılığı ve insanlığın başkenti olan kalplerini bırakıp adına medeniyet dedikleri hırs, menfaat ve sahtelikler mağarasına girdiler. O yüzden bütün karanlık niyetler ruhu betonlaşmış insanlardan çıkmıştır.
Kargalar bizi derin duygularla uğurladı. Yolumuz uzundu. Bitişik acılar kasabasında çiçeklerle arkadaş olan bir çeşmeden su içtik. Yaprakları izne ayrılmış yaşlı bir ağacın altında konaklamaya karar verdik Yoldaş Hüzün ve ben. Kargalar müstakbel kelimesini almışlardı. Artık müstakbel değildi Hüzün. Tamamlanmıştı. Ama ben hala tamamlanmamıştım. Bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum. Akşam çökmüştü. Hesperus yukarıdan günbatımından mesaiyi devralan bulutlarla ışıltı ve selam gönderiyordu rüyaların sağlığı için. Varlığıma saplanan rüya tanecikleri hareketlenerek içtenliğin geri dönüşünü kutladılar.
Bu yolculuk ıstırabın kökenine yapılan içsel bir yolculuktur dedi bir ses az ötede. Gerçeklilik oranı yüksek bir koku ve çağrıların huzursuzluğu yayıldı etrafa. Öksürük krizine tutuldum birden. Dakikalarca sürdü öksürük. Durduramıyordum. Boğulacak gibi oldum. Yoldaş Hüzün öylece yüzüme bakıyor, tepki vermiyor, yardım etmiyordu. Gülümsüyordu sadece. “Neden gülüyorsun, sırtıma vur da öksürüğüm geçsin” diyerek yardım istedim ondan. “Sen de tamamlandın işte şimdi, az önce gelen Hakikat’ti, Hakikat öksürtür çünkü Hakikat fena öksürtür” dedi. Anlamıştım; boyumdan büyük hislere bulaşmıştım.