- 876 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BİR FİNCAN KAHVENİN KIRK YIL HATIRI VAR AMA NE MÜCADELELER VERDİĞİNİ BİR BİR BİLSENİZ... 2. BÖLÜM
Bu bölüme Kahve tiryakiliğinin ( Daha doğrusu genel olarak tiryakiliğin ) nasıl bir şey olduğunu anlamanıza yardımcı olacak bir anektodla başlayayım. Daha sonra kahvenin Türk dünyası dışındaki serüvenine bakalım.
Bu anekdot ’Ben bir tiryakiyim.’ diyen çok değerli arkadaşım Gülhun Ertilav’a ve tüm tiryakilere ( Özellikle kahve tiryakilerine ) İthaf edilmiştir.
Osmanlı padişahlarından biri ( Kim olduğunu hatırlamıyorum ) sadrazamlarından biriyle konuşurken söz döner dolaşır tiryakiliğe gelir . Padişah ’ Ben türyakilik denen şeye inanmıyorum. Yok öyle bir şey’ deyince sadrazam ’ Padişahım o zaman gelin sizinle babanızın türbesine gidelim’ Diye cevap verir.
Padişah, babasının türbesi ile tiryakilik arasında nasıl bir ilişki olduğunu anlayamasa da tecrübeli sadrazamına ’ Tamam ’ der ve saraydan çıkıp babasının türbesine gelirler.
Gelmesine gelirler ama babasının türbesinin içinden dışarıya bir dumanla birlikte nefis bir kahve kokusu yayılmaktadır.
Aylardan Ramazan ayı ve iftar hayli yakındır.
Padişah öfkeyle türbe kapısından içeri dalar ki ne görsün? Türbedar koymuş mangalın üzerine cezveyi, yavaştan yavaştan kahve kaynatmakta.
Zavallı türbedar birden karşısında padişah ve sadrazamı görünce eli ayağı birbirine dolanır. Hemen mangalı dışarı çıkartır.
Padişah öfkeyle gürler: ’ Bu ne kepazeliktir’
Türbedar cevap veremez tabii ki. Ezilir büzülür. O arada sadrazam, kasıtlı olarak sanduka başındaki rahmetli padişahın kavuğuna dokunur ve kavuktaki sarık çözülür, upuzun yere yayılır.
Sadrazamın bu hareketi padişahın gözünden kaçmaz. Anlar işin içinde bir iş olduğunu. Hemen öfkeyle bağırır türbedara: ’ Hemen o sarığı tekrar sar’
Bu arada da imamın eli kulağındadır. Akşam ezanı ha okundum ha okunacağım..
Türbedar, yalvarır bir sesle cevap verir
-Padişahım ! Ben tiryakiyim. Ezan okunduğunda bir fincan kahvemi içmezsem ölürüm. Lutfedin iftardan sonra en münasip bir şekilde sararım.
Padişah ısrar eder:
- Ben tiryaki miryaki anlamam. Hemen sar o sarığı.
Türbedar ’ Ben tiryakiyim. Allah rızası için iftardan sonra sarayım.’ Dese de padişah daha hiddetle bağırmaktadır ’ Hemen’ Diye.
Sonunda padihah ’ Senin boynunu vurdururum herif’ Diye ısrar edince türbedar dayanamaz.
-Ulan acelen ne? Baban olacak pezevenk mezarından fırlayıp Cuma selamlığına mı çıkacak? Beklesin az.
Der ve bayılır..
O bayılınca padişah, sadrazamının kulağına eğilir: ’ Çok yaman bir şeymiş tiryakilik. Baksana adam ölümü göze aldı.’
Evet..Şimdi de gelelim kahvenin Avrupa serüvenine. Gelmesine gelelim ama ben bu kısmı biraz Sami’ce anlatayım sizlere.
Kahve ilk kez 1615 yılından itibaren Venedikli tüccarlar tarafından Avrupa’ya ( başta İtalya’ya ) taşınır. Taşınmasıyla birlikte de kahve içiciliği çığ gibi büyümeye başlar. Ancak İslam dünyasında olduğu gibi Hristiyan dünyasında da tepki ile karşılanır bu durum. Yani din adamları olaya el koyar ve Müslüman Osmanlı kafirlerinin höpürdete höpürdete içtiği bu sıvıyı içmenin günah olduğunu, bu Müslüman kafirlerden gelen nesnenin mutlaka zararlı bir şey olduğunun söylerler. Oysa uzun zamandır içtikleri çay da Müslüman kafirler (!) tarafından ülkelerine getirilmiştir.
Olaya noktayı koyacak olan kişi Papa VIII. Clement’tir. Yani o ne derse o olacaktır. Tüm kardinallerin gözleri papanın iki dudağındadır. Lakin Papa hazretlerinin bu zararlı maddeyi yasaklaması beklenirken o ’ O kadar lezzetli bir şey ki bu bu cennet meyvesinden sadece kafirlerin faydalanmasına seyirci kalamayız’ der ve kahveyi takdis eder.
Bu takdis olayından sonra 16. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren İtalya’da ilk kahvehane açılır ve bunu diğerleri takip eder.
İtalya’nın ilk kahvehanesi San Marko Meydanında Caffe Florian adıyla açılır ki bu cafe hâla varlığını sürdürmekteymiş.
Kahve içilmeye başlanması ile birlikte tıp adamları da ikiye bölünür İtalya’da. Bir kısmı rahatlatıcı ve zindelik veren bir şey olduğunu söylerken, bir kısmı ise zararlı olduğunu, özellikle erkeklerde cinsel gücüazalttığını ileri sürerler.Bu tartışmalar sonucunda kahvehanelerin kapanması söz konusu olur. Sonuçta bazı deneyler yapılır ve kahvenin sütle içilmesi durumunda zararlı olmayacağına karar verilir ve Latte denen süt ilave edilerek içilir. Yani sizin anlayacağınız sütlü kahveyi Seyyar Tayyar değil İtalyanlar icat etmiştir. Çoook uzun yıllar sonra 1946 yılında Arcilles Gaggia adında biri Espresso makinesini icat eder ve ürettiği kahve Capuchin rahiplerinin kıyafetine benzediği için buna Capuccino adını verir. Bu gün İtalya’da 200.000 in üzerinde cafe varmış.
Her ne kadar kahve ve kahvehane Avrupa’da ilk kez İtalya’da ortaya çıksa da Avrupa ve kahve deyince ilk akla gelen genelde Viyana olur. Neden Viyana peki? O zaman okumaya devam.
Avusturyalıların kahveyle tanışması 1683 yılında IV. Mehmet zamanında başlayan ve bozgunla biten II. Viyana Kuşatması sonrasında olmuştur. Viyana kapısı dışında kamp kurmuş olan ordular bir süredir şehri kuşatma altında tutmaktadırlar. Devasa Osmanlı ordusu şehrin tüm gıda ve yardım yollarını tıkamıştır. Şehirde açlık had safhadadır, dizanteri halkı ve Viyana ordusunu kırıp geçirmekte, teslim bayrağı çekilmek üzeredir. Bu aşamada Franz Georg Kolshitzky adında ve Türklerle uzun yıllar yaşayıp, tercümanlık yapmış olan Polonyalı Yahudi, Türk hatlarından geçip müttefik orduları komutanı Lorraine Dük’üne yardım çağrısı yapmak için gönüllü olur.
Kolshitzky ve bir hizmetkâr Türkler gibi giyinerek kampa girerler. Şüphe çekmek istemeyen Kolshitzky bağıra bağıra bir Türkçe şarkı söyleyerek yürümektedir. Sesi duyan bir komutan çadırından çıkıp ikiliyi sorgular ve aldığı cevaplardan tatmin olmuş olmalı ki onları çadırına kahve içmeye davet eder. Ve onları bırakır. “Hıristiyan barbarların” eline geçmemeleri konusunda da onları uyarmayı ihmal etmez.
Avusturya kırlarından macera dolu iki gün süren bir yolculuktan sonra ikili Lorraine Dük’üne ulaşır. Dük Viyanalılara yardıma geleceğine söz verir. Kolsitzky problemsiz olarak geriye döner. Bu yardımı ona 2000 florin, Viyana vatandaşlığı ve şehirde ticaret yapma imtiyazı sağlar.
12 Eylül 1683 de müttefikler Viyanalıların yardımına gelir ve Türklerin kuşatmayı kaldırmasına neden olurlar. Yağmalanan Türk kampında deve, pirinç, sığır, katır, koyun ve bal küpleri yanı sıra, kahve ile dolu 500 kadar çuval bulunur. İlk başta bunu deve yemi sanan askerler yapılacak en iyi şeyin bu çekirdekleri Tuna nehrine atmak olduğuna karar verirler.
Bu aşamada Kolshitzky olan biteni fark eder ve “ Ne olduğunu bilmiyorsanız bunları bana verin” der. İşte bu aşamadan sonra Avusturya’nın ilk kahvehanesi açılacaktır.
Kahve içeceği başlangıçta hafif bir dalgalanma yaratır ancak sevilmemiştir. “Türkentrak” (Türk tarzı) hazırlanan kahve müşterileri çekmez. Kolzitsky vazgeçmez ve kahve tozunu filtreden geçirir. İçine süt katar.
Ancak olay sadece sütle bitmez. Bizim vatandaşın pek çoğunun ’ Ula o da ne ki?’ dediği ve yine pek çoğunun ’Kuru Soğan’ olarak telaffuz ettiği Kruvasant ’ Kipfel/ Ayçöreği’ de yani Viyanalıların direnişinin sembolü olan çöreği de olaya müdahil eden Kolshitzky , yavaş yavaş köşeyi dönmeye başlar. Yani iki yıl içerisinde - ilkin pek de beğenilmeyen ama sonra sütle karıştırılıp bir de yanına kruvasant ilave edilince şahane bir kahvaltılık ve kahvaltı içeceği haline gelen kahve sayesinde 1685 de ilk kafeyi açar: Cafe Wien...( Bu da hâla aktifmiş.)
Haa. Neden ay çöreği? Türklerin sembolü hilal ya. Adamlar hilali yiyorlar ( Attım ama sanırım böyle bir sebepten dolayı kruvasant denen o çöreği aya benzetmişler )
Şimdi yine bir fıkra anlatmanın zamanı geldi.
Vaktiyle kadının biri bir çömlekçi ustasının yanına çocuğunu adeta zorla verir. Zira çömlek ustası başlarda ’ yahu ben kendi karnımı zor doyuruyorum. Çırağa ihtiyacım yok ’ dese de kadının yalvarmalarına dayanamaz ve çocuğu yanına alır. Ancak aradan bir ay geçer, çocuk bir daha dükkana uğramaz olur.
Bir gün usta, kadını görür yolda ve sorar.
-Senin oğlan dükkana gelmiyor. Hayırdır hasta filan mı?
Kadın cevap verir:
-Yok hasta filan değil. Benim oğlan da çömlekçi dükkanı açtı.
Usta şaşırır:
-Yahu bir aylık çıraklıkla dükkan açılır mı. O kadar kolay mı usta olmak.
Kadın başlar:
-Ne var ki usta. Toprağın alıp çamur yapıyorsun. Sonra yoğurup şekil veriyorsun. Sonra at fırına, olsun çana çömlek.
Usta sakallarını sıvazlamış.
-Vay anasını sin kaf ettiğimin evladı. Kendisi öğrendiği yetmiyormuş gibi anasına da öğretmiş işi..
Aynen o hesap Viyanalılar da Türklerden sadece kahveyi öğrenmekle kalmamış aynı zamanda keyfini çıkarmasını da öğrenmişler. Mesela bu gün bile Viyana cafelerinde bir bardak ( Onlarda fincan değil elbette ) kahve içen müşteri o günü tamamen o kafede oturarak, kitap okuyarak, sohbet ederek, ya da başka şeylerle meşgul olarak geçirebiliyormuş. Yani bizler yıllar sonra ’ Hoooop birader. Burası söğüt gölgesi değil’ anlayışına geçiş yapmış olduğumuz halde Viyana’da daha hâla bir bardak kahve içip tüm günü kafede geçirmek mümkünmüş.
19. yüzyılda doruğa ulaşır kahve kültürü. Öyle ki Stefan Zweig, Gustav Klimt ve Leon Troçki gibi politik şahsiyetler yanı sıra ünlü sanatçılar ve yazarların da müdavimi olduğu yerlerdir cafeler. Bu aşamada Viyana kahvehane kültürü modeli tüm Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna yayılmıştır. Bu kahvehane ağı Prag ve Budapeşte’ye kadar uzanmaktadır
Johann Sebastian Bach "Kafee-Kantate" adlı eserini 1732 yılında besteler. Bu kantatı bestelemesinin sebebi bir yandan kahveyi yüceltmek iken diğer yandan da Almanya’da kadınların kahve içmesini engelleme hareketine karşı çıkmaktır (kahvenin kadınlarda üremeyi durdurduğu söylenmekteydi!) “Ah! Ne kadar tatlıdır kahvenin tadı! Bin öpücükten daha güzel Maskat şarabından daha tatlı! Bir kahve içmem gerek hemen şimdi..."
Ancak kahve bazı ülkelerde öyle hemen baş tacı edilmedi elbette. Mesela Avrupa’da Kilise, kahveyi başta ‘şeytan içeceği’ diyerek yasaklar. Daha enteresan olanı, İsveç Kralı III.Gustav (1746–1792) da kahvenin zehirli olduğunu öne sürerek idam hükmü verilen bir suçluyu her gün kahve içmek suretiyle ölüme mahkûm etti. O mahkum ölmüş müdür bilemem ama her gün kahve içen benim eski eşim ile ’ ben kahve tiryakisiyim ’ Diyen Gülhun arkadaşım hâla hayatta olduklarına göre o mahkum da ölmemiş olsa gerek.
Ama durun. Daha komiği de var:
Prusya lideri Büyük Frederick 1775 yılında, Prusya’nın ekonomisinin kötüye gittiği bir dönemde, kavrulmamış kahve ithalatını yasaklamıştır. Kahve tüketiminin artışını “iğrenç “ bir şey olarak ifade etmiş ve vatandaşlarının kahve yerine bira içmelerini istemiştir. Kahvenin gizlice evlerde pişirilmesini önlemek üzere de “kahve koklayıcı” adamları sokaklara salmıştır.
Ancak halkın karşı çıkışı ile yasaklama kaldırılmıştır.
Toplumun her seviyesinden insanın devam ettiği kahvehanelerde özellikle tüccarlar ve profesyoneller bir araya gelir kahve, kakao ve çay sohbetleriyle beraber başka konuları da konuşurlardı. Tabii ki kahve karşıtları buralarda da faaldi ve öyle ki çok kahve tüketiminin İslam’a dönmeye yol açtığı ve hatta bira, alkol gibi diğer alışkanlık yapan maddelerin kullanımını artıracağı bile iddia edilirdi. Tabii bu böyle olmadı. İnsanlar iş yapıyor, dedikodu yapıyor, politika konuşuyorlardı kahvehanelerde.
Osmanlılar tarafından esir alınan ancak sonra serbest bırakılan askerî tarihçi Graf Luigi Ferdinando Marsigli (1658–1730) ‘Bevanda Asiatica’ adında kurduğu bir şirketle kahve ticaretine girecektir. Artık Avrupa’nın sosyal yaşamı da fırtınaya tutulmuştur.
*****************************
Gelecek bölümde Kahvenin İngiltere , ABD ve değer devletlerdeki öyküleri ile Osmanlı Devletindeki en son yasaklamadan sonraki( 1633 sonrası ) serüveni var.
YORUMLAR
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Evet ağabey Kahve bağımlılık yapıyor ve bırakması da zormuş.
3. Bölümde bende kısa bir hikaye anlatayım.
Selam ve saygılarımla.
sami biberoğulları
Ben 3. Bölümü yazdım ve yayınladım ama hâla senin kısa hikaye gelmedi. Bekliyorum bilesin.
Selam ve sevgilerimle.