- 445 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ter ve tuzlanma sonrası çamura düşen gölge…1
Ve insan çocuk olarak doğdu…
Öncelikle karnını doyurmayı öğrendi…
Sonra çocuklukla oyunlar oynamayı öğrendi…
Sonraları hep okumayı öğrendi ve okumaya yaşamı boyunca çalıştı…
Gün geldi sevgiye kapı çaldı, sevdiği için mutlu olduğuna hep sevindi, içindeki coşkularla yaşamda var olmaya attı kendini…
Seni düşününce göç kuşlarının kanat sesleri düştü aklıma ve de uzaklara…
Uzakların puslu gökyüzü ve ardında sakladığı hayatlardan birinin de sen olduğu düştü gözümün karasına…
Kaç mevsim, kaç, göç zamanı düştün sen uzaklara ve sen uzakların yazgısına…
İçine gömdüğün kasveti düşledim, benle eşleştirdim, koyu ve puslu alacalı bir gök yüzünün kapladığı gurbete uzak yaşadığım yerdeki yalnızlığım düştü koyulaşmış denizin kıyısına…
Kaç mevsim aralığı vardı bakışlarınla göz diplerim arasındaki hasrete…
Sensizliğe ve sessizliğe zorlanırken alışmaya, gözlerine bakasım geldi elimde kalan tek fotoğrafında…
Yaşama ve yaşamdaki bu günde seni düşlememdi asıl olan ki eminim geride bıraktığı yıllardan da uzun gelecek yıllarına uzayacak bu düş görüntülerim…
Aslında korkularımdı karanlıklara diz çöküp nefes seslerinin kaybolacağı…
Her anın bir yarını vardı, aslında bilirdim de bir başka korkunun altında ezilip hareketsiz kalırdı benliğimde…
Bense yarınlara gömmek istedim umutlarımı. Her gün doğuşunda güneş ışıkları ile yüzüme düşüp, beni gülümsetsin diye…
Öyle ya, yıllar bu, umutları özlemle bu günlere düştü.
Ve sen kararmış gün gecesinden sonra elbet bir gün sabahında düşecektin yüzüme.
Önce sesin, sonra yüzün, ter tuzuna karışmış düş yorgunu yüzüme…
Özlediğimi biliyordum, ama hiç söylemek istememiştim kendime… Çünkü ruhumun dinginliği buna bağlı idi…
Gökyüzü yağmuru taşırdı varoluştan bu yana, yeryüzü ise, yağmurun suyunu taşıdı hep eriyinceye kadar, bense seni tanıdığımdan bu yana hep sevgiyi taşıdım bendeki sonsuz denen sabırla...
Oysa sen bu kural dışında yaşadın bende var olduğundan bu yana...
Kendi kendine veya sahip olduğu her şeye çoğu zaman hükmedemiyor ve kendine
yabancı yaşıyor çoğu zaman insan…
Bazen öfke, bazen de çaresizlikler hüküm sürerdi benliklerimizde…
Çoğu zaman üstün geldiği ruhsal yapımızla doğru kararlar almaya veya kendimize yasaklı olan, çoğul duyguların isteklerine kapılarak yaptığımız hatalardı yıllar yılı peşimizi bırakmadan yanlış kararlar veya yanlış hareketler yapmaktan çoğu zaman da kendimizi koruyamayız…
Belki de bu benlik savaşım çoğu zamanlarda o çok güvendiğimiz irademize hakim olamayarak kendi kendimize isyan edercesine yaşamdaki hatalarımızın içinde kendimizi pişmanlık nefesleri alarak buluruz ve olmayasıya bedeller öderiz kendi irademize hükmedemeyerek…
Galiba hayat bizi bilinçsiz ve kendi kendimizi cezalandırarak bilinçsizce bir çıkmaza atıp, durur bizi…
Sorular sorarız ve kendimizi yargılarken, hep haklılığımızı savunuruz, bir bulamacın içinde dolaştırırız sanki yumruklarımızı…
Telafisi çoğu imkânsız olan hareketlerle, hak etmediğimiz şartlarla kendimizi koruyamaz ve haklılığımızı da ispat edemez oluruz…
Çoğu zaman bu telafisi olmayan zamanların geç kalınmış hareketlerle, dağılmış bir ruh yapısı ile kendimizi bile suçlayamadan kayıp zamanların içinde buluruz yaşam nefeslerimizi…
Neden ve nedendir bu yaşamın bu günkü kuruluşlarında savruluruz?
Hatalı veya yanlış bir sevgi miydi bizi bu kontrolsüz zamanları mızı yaşatan?
Kaç bedel ödedik bu kararsız zamanları yaşarken yaşanan bu zamanları telafisi var mıydı ve sebebi neydi?
Sahip olmaya çalıştığım bir yaşamım vardı…
Birçok şeyi oldubittiye bırakamazdım. Kendime güven duyabilme hislerim gün gün eriyor buna rağmen kendimi veya yaşamımı riske atmadan verilecek ne varsa feda edebilmem gerekti…
Sevginin eğik bir düzleminde yaşamak zordu. İnanmakla hasreti yaşamak arasındaki
Bağa güvenmiyordum. Islak ve kaygan bir zemin üzerinde sert adımlar atmanın gereği yoktu ve daha fazla merhamet duygusu ile hareket etmem kendimi riske atmak gibiydi çaresizliğe…
Yaşlı ağaçların seyrekleşen dallarına baktım…
Zaman geldi gene sürgünlere…
Eskimiş yıllara baktım, ardından bıraktıklarına,, yeni yılı düşledim umutla, dileklerle, beklentilerle doluşmuş geçmişin yılların, eskimiş düşlerine baktım, zamanın yenisinden geçmişine dönerek, aradaki farklara, olaylara, unuttuklarımıza,
umutlarımıza, hayal kırıklıklarımıza dönüşmüş beklentilere ve sana baktım düşlerle gelen görüntüne, sesine, gülüşüne, yalanlarına, riyalarına ve en çok hüzünlendiğim
Nankörlüğüne, baktım, geçmiş eskimiş olayları bir bir ayıklayarak…
Sonra mutluluk anlarımıza, baktım bir anda… Toptan sildi sanki tüm eski baktıklarımı. Ve içimde kabaran sevinçlerle bu günde tutunmak istedim hayatın yeni sürgünleri ile yaşamın açmazları ve de kendine sapkın düşüncelerle acımasızlıklarına döndüm bir anda…
Sadece şaşkınlık ki tüm pembe perdelerinin üstünde bir bant kararan geçmişine değil de bahara kendini sarmış bahar sürgünlerine bak…
İşte yaşamımın dünü ve oluşmasını beklediğimiz yarınlar…
Sonra aklıma geldi benim renk renk oyuncaklarım ve özlemle peşine düşeceğim acıdan arınmış sevgilerim ve iç huzurlarım olmuş ki diyerek bu günkü kahvemin köpürtüşünün sesine daldı gitti buğulanmış gözlerim…
Ve düşündüm de yüzümde hep hüznü taşırken, içimdeki umutla var olacağım yeşillikleri düşledim…
Çamura düşen gölge…
Güneşin doğumuna kadar varlığını hissettirirmiş veya kendinden bahsettirmiş
bir gecelik yürüyüşle bir başkasını bir ömür çamura bularmış…
Aklıma geldin yine, kaç yıllı bıraktım geride?
Son şans dediğim çok şey yok oldu ama yine de gözlerin aklıma takıldı kaldı yüreğime…
Aklıma geldiğinde bir öksüz başım düşer göğsüme sanki...
Ve yaşamın bir bölümünde kalan düşlere selamsız bir bakış...
Belki de bu günlere geçmişi umursamadan sahipsiz uzanış...
Kaç günün gecesinde bu tekrarı düş yorgunluğuna itilen bakışların içinde kalan kâbuslarla gizli kalmış öfke?
Aslında düş yorgunluğu ile yüzümden damlayan terlerle, dudaklarımdan dilime uzanan ter tuzu ile buruklaşan yüzümdeki ifadelerdi sevgiden arda kalan öfkelerin bedendeki dağılmalarıydı sevgiye ait sona yakın sözlerim…
Zamana boş verir gibi dilimdeki tat yüzümde acı veriyordu…
Her şey, her an bitecek sanki ve geçmişten gelen bu tuz ter karışımı acılık benle, benim de kalamayacağı gibi sonsuzu göğüsleyemeyecekti…
Tuz ve ter tadının eksilmesi ruhumun da acıdaki yükselişi duracağı gibi geçmişe gömülecekti…
Yokuş aşağı bir koşu bandı bu, her şey düşüncede kalırken, sadece kendi varlığındır kendi kendine konuştuğun ve her cümlenin ardına nokta konmadan sıralanır yaşamın ağır şartları ki asla kabullenemeyiz.
Yıkıntıların üstüne taş örmek pek de kolay olmasa gerek...
Belki de denize koşmak gerekti...
İçimdeki ruhum benle beraber dökülüyor ter damlalarının üzerine…
Yaşamı kendi adımıza zorlandırıyoruz, sabahın erkeninden günün geçine, daha sonra da sabahın tanına ulaşan düşüncelerle…
Yaşam bu onunla yan yana nefesler aldıkça çoğu zaman yorulurdu aslında bizle beraber…
Öyle bir zamanda ara ki beni, arayacağını hiç düşünmediğim, ama adının, aklımdan hiç çıkmadığı zaman olsun... Diyerek geçiyordu aklımdan bu düşüncelerle isteklerim.
Gözlerimden sevinçle dudaklarıma doğru akan yaşlara, dilimle dokundum, arkasında kalan gizli isteğe aldırmadan...
Kendi kendime dedim ki dokunmak sözle olmalı ele düşmemeli ki yaşamın nefeslerinde haklılığın yani sevme hakkının tadı olsun ki bu tat öyle kolay öyle sebepsiz olamazdı sadece ruhsal bir düşün tadı olmalıydı düşsel düşüncelerin ardında kalmadan dalış yapmalıydım yaşamın içinden düş yorgunluğuna...
Ter sadece bedensel yorgunlukla düşmezdi bedenin yüzeyine ki düşsel yorgunluktu asıl yorucu olan...
Sen sevgili kaç mevsimin sonuna ulaştığım sen, yaşamımdaki tüm gölgelikleri bana hediye ederken, boş kalmış zaman aralıklarına saldığın hasreti bana bırakırken hiç düşündün mü yaşamda nasıl yoksullaşacağımı nasıl kimsesizleşeceğimi hiç düşündün mü bir şarkının tınısında nasıl kaybolacağım hiç aklına geldi mi de beni salıp bayırdaki yosunlaşmaya adına aşk dedin, hiç çürüyeceğim geldi mi aklına ki aklıma düşerken…
Aklına düştüm mü hiç diye neden sorayım ki ne yaz kaldı hafızamda ne de kara kışların yorgunluğu…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.