- 639 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kibir ve Alçak Gönüllülük
Ahlaki değerlerimizin hızla erozyona uğradığı yılları yaşadığımızı üzerek hep birlikte gözlemliyoruz. Ulus olarak alçak gönüllülük, hoş görü, tevazu, büyüklere saygı… benzeri hasletlerin neredeyse adının anılmadığı hoş olmayan durumları yaşıyoruz. Bunun yerine köşe dönmecilik, adam kayırma, kanunlara uymama, nezaket kurallarına es geçme benzeri haller her gün yaşanır hale gelindi.
Hoş olmayan bir duygu olan kibir olgusunu yazmak istedim. Hani olması mutlak olan durumlar olur. Gökyüzünde yağmur bulutları iyice çoğalır, hava serinler. Şimşekler çakmaya başlar. Yağmurun yağması an meselesidir. Birden boşanır elif elif diye yağmur katreleri. Bunun önü alınmaz. Bu konuyu yazmak için artık bir kuvvet adeta beni iter oldu. Sait Faik’in dediği gibi, “yazmasam delirecektim”
Kibir ne demektir? Sözlük der ki, bu sözün anlamı: Kendini üstün görme, büyüklenme... Peki, bu duyguyu kimler taşır? Bu soruyu cevaplamak pek kolay değil. Bir kere bu duygu hepimizde var. Az ya da çok! Kibir gibi, kıskançlık gibi, haset gibi daha nice hoş olmayan duygular taşıyoruz! Kibir konusuna bakalım biz. Bu konusunda kutsal kitabımız ne diyor:
Nisa / 36. …Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.
İsra / 37. Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.
Sad / 75. Allah: “Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” dedi.
Kibir kelimesinin geçtiği ayetlerden sadece üçünü aldım. Aynı konuda başka ayetler olduğunu da belirtmek isterim. Allah kibirli olanları ve de övünenleri sevmiyor. Kibir ve azametle yürüyenleri de sevmiyor. Ve insanın güçsüz olduğunu vurguluyor. Kibir konusunda önümüzde duran örneklerden biri şeytanın kibirlenip Allah’ın emrine karşı gelmesi, secde etmemesi ve kovulanlardan olması. Kibrin bu kadar yerilmesine karşı bizler bu duyguyu taşıyoruz. Kimimiz az, kimimiz çok. Kimler taşıyor bu duyguyu? Bazı makam, mevki sahibi olanlar! Bir de aşağılık, karmaşık duyguların yenemeyen, sonradan görme, yetesiye mektep-medrese görmemiş, kafası örümcek ağı ile örülmüşler…
Tarihte bu kibrini yenmiş ve kibrin esiri olmuş cihangirlere bakalım. Önce iyi örnekleri bir görelim. Çaldıran, Mercidabık, Ridaniye savaşlarının galibi Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim at sırtında yanındakilerle ilerlemektedir. Şeyhülislâm İbn-i Kemalpaşa’nın atının ayağından Yavuz’un elbisesine çamur sıçrar. Şeyhülislâm üzülür, hatta korkar. Yavuz olaya müdahale eder, şöyle söyler:
“Âlimin atının ayağından sıçrayan çamur parçası, bizim için şereftir. Öldüğümde şu çamurlu kaftanı üzerime örtün!”
Napolyon’dan da bu konuda güzel bir örnek var:
Napolyon Paris’ten geçerken, kalabalığı yarıp kendisine ulaşmaya çalışan bir adam görülür. Askerler caddeyi kordon altına almışlardır. Adama mâni olmaya çalışırlar. O esnada iyice hırpalanmış olan adam, Napolyon’un gözüne ilişir. Napolyon heyecanlanır ve:
— Bırakın gelsin! emrini verir.
Kendisine doğru yürüyen adama sevgi ve saygıyla bakarken, şeref kıtasına seslenir:
— Dikkat!.. Hazır ol!.. Fransa geçiyor!
Bu adam Napolyon’un öğretmenidir.
Böylesi şahsiyetlerin yanında kibrin verdiği hırs ve büyüklük taslayan cihangirler de var. İşte başarılı savaşlarıyla Avrupa’yı titreten Yıldırım Beyazıt’ın kibri ve hazin sonu.
Tarihçiler anlatır. Timurlenk’in hesaplamadığı kısa sürede Yıldırım’ın ordusu Timur ordusunu arkadan kuşatır. Osmanlılar hemen saldırsa, savaş düzeni almayan düşmanlarını büyük olasılıkla filleriyle birlikte bozguna uğratabilecekler. Mağrur Yıldırım, savaşı başlatmak isteyenlere :“Hayır, Timur’la ben mertçe savaşacağım. Arkadan vurmam…” der. Ankara Savaşı’nın kaybedilmesini ve yıldırımın kahrından öldüğünü hepimiz biliriz. İşte kibrin acı sonu.
Bir örnek daha verelim bu konuda, hem de bizim tarihimizden:
“Sultan Alparslan dört gün can çekiştikten sonra öldü. Dönemin vakanüvisleri sultanın son sözlerini şöyle naklettiler: “Daha dün bir tepenin üstünden birliklerimi teftiş ediyordum, onların adımlarının altında yerin sarsıldığını hissettim ve kendi kendime, `Şu cihanın hâkimiyim! Benimle kim boy ölçüşebilir ?` dedim. Allah bu kibirime bu böbürlenmeme karşı, insanların en sefilini, yenilmiş, esir düşmüş bir adamı, bir idam mahkûmunu saldı üzerime; o benden daha güçlü çıktı, vurdu devirdi beni tahtımdan, aldı canımı.”
Ömer Hayyam belki de bu dramın ardından kitabına şu rubaiyi kaydetmişti:
Her gün biri çıkar, başlar, benim ben demeye,
Altınları, gümüşleriyle övünmeye.
Tam işleri dilediği düzene girer,
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben, diye… “Amin Maalouf bu olayı Semerkant adlı eserinde böyle anlatıyor.”
Evet, insanız, beğenilen ve beğenilmeyen hasletlerle yaratmış bizi yaratan. Hiç birimiz melek değiliz. Bizlere düşen görev yaşanmışlıklardan da örnek alarak beğenilmeyen hasletlerimizi kontrol altına alabilmek. İnsan olmanın sorumluluğu işte burada ortaya çıkıyor. Yani zurnanın zırt dediği yer burası. Olumsuz duyguları nasıl yeneceğiz. Öncelikle bizlere irade verilmiş. İrademize hâkim olacağız. Kibrin zıddı alçak gönüllülüğe ermek de olası. Mala, mevkie tapmayacağız. Mala mevkie tapmak bilgisizlik ve görgüsüzlük göstergeleridir!
Üzülerek belirtmek gerekir ki, mal ve mevki hırsı az gelişmiş ülkelerde sıkça rastlanan ve toplumların bir yerde gelişmesini engelleyen etmenlerin başında geliyor.
Lüks saraylar, pahalı makam arabaları, büyük törenlerle makam sahiplerini karşılamalar. Özel kıyafetler. Masraflar, masraflar, masraflar. Büyük salonlar kiralamalar, gösterişli düğün törenleri. Bunları yazmak bile bana acı veriyor.
Gelişmiş, bilgi çağını yakalamış toplumlarda şark toplumlarında görülen el-etek öpmeler, güce tapmalar görülmez. Şöyle bir yargıya varmak da olası bu konuda. Birçok şahsiyet kendilerine gösteriler çoğu da saçma şak şaklardan, dalkavukluktan memnun değiller.
Bizim toplumumuza da sirayet eden büyüklenme, mal ve makam hırsı, kibir gibi olumsuz durumları yenmenin azaltmanın panzehri yok mu? Elbette var! Bilgi çağını yakalamış toplumlar bizdeki gibi makam, mevki sahiplerinin önünde niçin el pençe durmuyorlar.
O toplumlar aydınlanma yaşamışlar. Eğitim-öğretime gerekli önemi vermişler. Bizde zorunlu eğitim süresi beş yıl olduğu zamanlarda adamlar yurttaşlarına bizim iki katımızdan fazla zorunlu eğitim-öğretim yaptırmışlar. Nitelikli eğitim vermişler yurttaşlarına. Özgürlük ortamı sağlanmış. Din ve mezhep savaşlarını geçmişler.
Bu topraklarda yaşıyoruz. Şu olguyu hep yaşadık. Bizde bilgiye, tecrübeye, liyakate gereken önem hiç verilmez! Başa gelen iktidarlar yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya yandaşlarına iş verirler. Makam koltuklarına âşık olunur! Makamların geçici olduğunu unutulur! Kibir, büyüklük alır başını gider!
Eğitim-öğretim çalışmalarımızı çağdaş normlara göre yapmak, özgür düşünceli kuşaklar yetiştirebilmek önemli. Okuyan, sorgulayan, hak ve sorumlarını bilen toplumlar makama, mevkie saygı duyar fakat dalkavukluk etmez. Kula kulluk etme, el etek öpme aymazlığını da göstermez. Bizler özgür düşünceli yurttaş olma bilincimizi içselleştirdikçe, adeta üzerimize serpilen ölü toprağından sıyrılırız. Komplekslerimizi yeneriz. Makam ve mevki sahiplerinin kibirlenme, üstten bakma kozlarını da etkisiz hale getirebiliriz.
İşte o zaman gösterişli saraylar, konaklar yapılmaz. Pahalı makam araçları alınmaz. Gereksiz toplantılar, törenler, karşılamalar uğurlamalar yapılmaz. Zaman verimli kullanılır. Gösterişe, şaşaaya harcanan paralar yatırımlara kaydırılır. Ülkede işsizlik azalır, umulan ve özlenen huzur ve barış ortamı sağlama yolunda güvenli adımlar atılmış olur.
YORUMLAR
Her bir sözcüğünü gözlerim nemlenerek okudum. Bir toplumun ahlakı nasıl bu denli önlenemez bir hızla dönen çıkar ve cehalet çarkında böylesine parçalanabilir? Ve bu çöken ahlakı kimler kuratarabilir yine kendilerinden başka...Durum çok vahim. Oysa bilgelik ve tevazu akıl ve ruh varlığımızın tekelinde.
Ömrünüze bereket.
İBRAHİM YILMAZ
Emeğe ve sanata saygımla esenlikler.