- 1015 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Kıyıda Köşede Kalanlar 1.kısım
Küçük Cevdet , küçük dediğime bakmayın 19 yaşındadır kendileri, yine ara sıra gelen anlamsızlık dalgası içinde boğuluyordu. Tutunacak bir dal, bir taş, bir ağaç gövdesi arıyor ama her zaman olduğu gibi sonunda pes edip akıntının onu artık akıntı olmayan yerlere sürüklemesini bekliyordu. Bir çok defa anlamıştı ki akıntıya ters yüzülemezdi, fakat eğer direnç göstermezse akıntıdaki diğer cansız varlıklardan farkının da kalmayacağını bilirdi. Akıntıya karşı vermiş olduğu bu mücadele, bir nevi kendi benliği, varlığı ile yokluğu arasındaki ince çizgiye karşı verdiği bir mücadele idi.
Anlamsızlık dalgası Cevdet’i hep en olmayacak zamanlarda yakalardı. Mesela önemli bir sınavı varken, birisine ya da bir şeye anlam veya değer yüklemek zorundayken, en genel şekilde alacak olursak da kısaca kendi isteğinin dışında gerçekleşen zorunluluklar döngüsünün içinde bir rol edinip o role kendisini kaptıracakken gelirdi, bu dalga. Cevdet’e acımasızca düşüncelerinin ne olduğunu, daha da önemlisi ne olmadığını hatırlatır ve Cevdet’in üzerinde çalıştığı rol ile ilişkisini bıçak gibi keserdi. Okulda, tam en başarılı öğrenci rolünü kapacakken ders çalışmaktan caydırır, tam babasının istediği oğul modeline girecekken Cevdet’in suratındaki tebessümü yapaylaştırırdı. Aklı inatla her şeyin anlamsızlığını vurgular, nesnelere veya öznelere hangi anlamları yüklerse yüklesin hepsinin Cevdet’in sınırları içerisinde kalacağını ve bu vaziyeti ne yaparsa yapsın asla değiştiremeyeceğini suratına tükürürcesine hatırlatırdı. Böyle durumlarda bir uğraş bulmak; film izlemek veya arkadaşlarla takılmak gibi, bizi gerçek dünyadan kısa süreli de olsa koparacak, aklımızla aramıza sınır koyacak ve daha da önemlisi düşünmemize zaman bırakmayacak işler gerekir. İnsan kendisini gündelik hayata ne kadar kaptırırsa, o denli kendisinden, kafasından ve düşüncelerinden, uzak kalır.
Tüm bunların farkında olan Cevdet anlamsızlık dalgasından her ne kadar kurtulmak istese de, bu dalganın bir daha onu rahatsız etmeyeceği düşüncesi onu korkuturdu. Çünkü bu dalga, kendi kafası içindekiler ile dış dünyadakiler arasında bir köprü görevi görmesinin yanında her şeyin dışarısı olmadığı ve kendi kafasının da içerisinde bir dünya olduğunun hatırlatıcısı gibiydi. Cevdet bunun zamansızlığından şikayet ediyordu.
Bir gün aklına bir fikir geldi. Gündelik Cevdet ile kafasının içindeki Cevdet’i karşılaştırıp ikisini de daha yakından tanımak istedi. Bunun için günlüğe benzer bir düşünce defteri tutmaya başladı. Kendisine, sadece kendi benliği ile boğulurken bu deftere yazmaya ve kendisine karışı utanmadan, çekinmeden tüm düşüncelerini saf bir şekilde aktaracağına söz verdi. Ne de olsa gidip birisine okutacak değildi ya. Hem kim anlardı sanki ? İnsanlar daha gündelik hayatta birbirlerini yüzeysel olarak tam anlayamıyor ya da buna uğraşmıyorlarken, gidip birisinin iç dünyasını derinlemesine anlamaya mı çalışacaklardı? Zaten insan daha kendisini bile tamamen tanıyamıyorken, anlayamıyorken dışardan gelen bir bilinç mi bu bulmacaya çözüm getirecekti !
Bu yazma fikri çok işe yaramıştı. İçini rahatlatıyor ve kafasındaki düşünceleri, kendisini, daha yakından tanır hale geliyordu. Onlardan kaçmak yerine onları sahiplenmeye ve biçimlendirmeye başlamıştı. En utanmaz düşüncesini bile yazıya dökmeye çalışırdı. Hatta bu amaçla hatırlatıcı nitelikte bir giriş notu bile yazmıştı. Sonuçta utanması gereken bir tek kendisi vardı. Fakat bir şey fark etti. Yazdıklarını, aradan günler aylar geçmesine rağmen, dönüp bir türlü okuyamıyordu. Sanki utanıyor ya da bir başkasının özeline girecekmiş gibi hissediyordu. Bir gün cesaret edip rastgele sayfaları çevirmeye başladı.
Nisan 2016
Hatırlatma notunu yazmaktaki amaç, yazılarımın ne amaçla yazıldığı ya da hangi amaçla yazılmadığını sürekli olarak ya da zamanı geldiğinde kendime hatırlatmaktır.
Yazarken de bir taraftan soruyorum; niye yapıyorum bu işi diye, cevabı çok basit:
1-İnsanoğlu ‘’ anlaşılmak ‘’ ister. Bu bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyacın farkında olsak da olmasak da bizi sürekli olarak dürter. Muhtemelen de ilk çağlarda yaşasaydım mağara duvarlarına resim çizen eleman ben olurdum. O resimler birçok şeyi temsil ettiği gibi duyabilenlere ‘’ anlaşılma isteminin ‘’ çığlıklarını duyurur. İlk insanlardan beri devam eden bu ihtiyaç, günümüze kadar kalabilen sayılı temel ihtiyaçlardan biridir. Sonuç olarak bir mağara adamının duvara resim çizmesi gibi ben de kendi resmimi yazarak çizmeye çalışıyorum.
2-Yazı yazmak aynı zamanda kendi kendine konuşmaktır. Bir kişiye – her kim olursa olsun – anlatılan bir şeyin, karşıdakinin anlayamaması, ağızdan çıkan lafların sonradan nasıl bir geri dönüş yapacağı,(sayamayacağım çok madde var) vb gibi sıkıntılarla karşı karşıya gelmeye ‘’ saçma ‘’ gözüyle bakmam. Çok az zaman ciddi anlamda kendim gibi hareket ediyorum. Genelde karşımda birisiyle konuşurken kendisini karşısındakine göre ayarlayan hep benim. Dostoyevski’nin ‘’ Her şeyi anlıyorum ve bu beni öldürecek ‘’ lafını anlamak için az uğraşmamıştım. Her şeyi gözlemleyebilmek, en küçük hatlarına kadar görebilmek, olaylar yaşanırken her şeyin farkında olmak fakat, fakat hiçbir şey yapamamak… Budur, bu cümlenin açılımı.
3-Yazı işi ne kadar verimli olur, daha pratik yollar var mıdır, ilgilenmek istemiyorum. Çünkü öbür türlü elimde somut bir parçamın olmasını istiyorum. Ayrıca kendimden geriye bırakabileceğim en iyi şeyi bırakıyorum: Düşüncelerimi.
Giriş yazım hem iyi bir hatırlatma hem de iyi bir örnek oldu.
Ağustos 2016
Bugün kendime ‘’ acaba bugün ölsem arkamda ne bırakırım?’’ diye sordum. Dağınık bir yatak, bolca ders kitabı, gitar, fotoğraflarım, bu defter, bide kütüphaneme eklediğim kitaplar. İşin soyut kısmına kasıtlı olarak girmiyorum. Acaba bir kişi de çıkıp ‘’bu çocuk bu kitapları neden aldı, neden bu defteri tuttu, derdi neydi ?’’ der mi ? Bence demez. İç dünyamı bilen adam yok ki. Ne bilsinler düşüncelerimi, amaçlarımı. Anlatamıyorum zaten. Ya da anlayamıyorlar. Bu dünyaya bir kez geliyoruz, öldükten sonra dünyayı benim tarafımdan görenler – eğer aynı şartlarda isek- hiç yaşamamış olacaklar. Varken yok olacaklar, ama aslında ne hiç vardılar ne de yok oldular.
Belki de bu yüzden yazıyorumdur. Ölümü yenmek, ölümden sonra da devam etmek için. Ben öldükten sonra arkamda tamam, illaki manevi anlamlarda etki bırakırım. Ama bir kişi, vücuttan ibaret olmamalı. Vücut ölebilir ama birey, kişi, yaşamaya devam edebilir. Püf nokta o bireyi o birey yapan bileşkeler, değerler, düşüncelerdir. Ben onlara bakar onları görürüm! Ölümsüzlük mü, alın size ölümsüzlük ! Ama bunu da hak etmek gerekir !
Yazıyorum, yazıyorum da, kendi kendime bile çelişiyorum; bazen yazdıklarımla, bazen yazmadıklarımla. Yoruldum ya, artık dünyayı bu taraftan görmek de sıktı.
Kasım 2016
Birkaç gündür duygu ve düşüncelerim bana öyle bir etki ediyor ki, en sonunda tekrardan masa başına oturmak zorunda kaldım. Sanki, biraz zorlamaymış gibi oldu. Masa başına oturunca yine , her zamanki gibi, beni sıkıştıran duygu ve düşüncelerim kaçacak yer ararcasına dağıldılar. Beni yeniden kendimle baş başa bıraktılar. Sahi, düşünce ve duygularım olmadan beş para etmediğimi en iyi bu anlarda anlarım.
YORUMLAR
Arif Murat Üçyıldız
Gözümün önüne günlüklerim geldi. Çoğu geçmiş yılların ajandaları idi. Yalnız biri Pembe kaplı idi. İç sayfaları bir ton açık pembe. Onu sevgilim hediye etmişti. Hala durur bazıları dönüp okurum zaman zaman.
19 yaşındaki genç epey bilinçli imiş. Ben yazarken O nun düşündüklerini düşünmemiştim
Dinleyen yoktu bu gerçek. Kendime iyi, bir dinleyici bulmuştum.
Duygularımı dökmüştüm fütursuzca. Benden sonra okuyan olur mu diye yirmi yaşımda düşünmedim şimdi altmışı geçmişken de düşünmüyorum. Onlar bana ait düşünce ve duygulardı okusalar bile onların anlamayacağı bir şifreye sahipler. O kadar kafa yormazlar artık.
İnanıyorum yazmak yaşamaktır. Anlamsızlık dalgası adı her ne ise iki ki gelir insana ve yazar.
Yazınız beni etkiledi. Yüreğinize sağlık. Sevgiler
.
Arif Murat Üçyıldız
İnanıyorum yazmak yaşamaktır, anlamaktır ve özellikle de ölümü yenmektir. Huzurla kalım, sevgiler.