- 738 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
0006 - BEGONYALI PENCERE - TELEVİZYON
BEGONYALI PENCERE
"Senin bu küsümser yüz
Bir ağlar bir gülersin
Seninle ayakta duruyor
Hercai sözcüğü.
Seninle biçim - bozuma
Uğruyor Türkçe..."
Ahmet ADA
Şiirin düşündürdükleri…
TELEVİZYON
Bir zamanlar evlerin oturma odalarının duvarlarında küçücük raflar vardı. Üstlerine sihirli kutular konurdu. Kulağı burulunca ısınması beklenir, sonra uzun dalgadan ve orta dalgadan Ankara ve İstanbul’dan yapılan yayın dinlenmeye başlanırdı. Arada Rus radyosu karışır, parazit yapardı. Kısa dalga daha çok parazitliydi. Frekans ararken dayanılmaz sesler çıkarırdı. Cıv cıv cıv… Patır kütür… Bazıları, incecik tellere bağlayarak getirdikleri alüminyum tencere kapaklarını tahtalara tutturarak anten yapıp, kırmızı kiremitli çatıların uçlarına çakardı. O zaman Kıbrıs’tan da fonda ince cızırtılarla daha net bir yayın alınmaya başlar: “İyi günler, sayın dinleyiciler! Burası Kıprıs Ratyo Yayın Kooperasyonu… Şimdi sizlere…” diye başlayan, muhtemelen uzun boylu, yanık tenli, siyah kıvırcık saçlı, kara kaşlı kara gözlü genç bir hanım sesi duyulurdu. Meteoroloji Radyosu da onun gibi şarkı türkü ağırlıklıydı.
Kimler yoktu içinde! Neler yoktu!.. O, her eve açılan okul, herkes için dershane, muazzam bir eğitim kurumuydu. Herkesin kulağı ondaydı. “Susun! Ajans başladı!..” dendi mi, söz biter, nefes kesilirdi. İşte öyle can kulağıyla dinlenen bir devdi. Türk Dilini korumak, onun için başlıca ödevdi.
Yayın tek kanaldı. Devlet, kurumuna hâkimdi. Sonra özel radyolar açıldı. Yerel yayınlar başladı. Her telden çalınıp söylenmeye, dil körlenmeye başladı. Belirlenen fikirler değil, yararlı zararlı her fikir süratle yayılmaya, örf adet, gelenek görenek bozulmaya, halk yozlaşmaya… Çok şey kaybetmemizin bir sebebi de bu kontrolsüzlüktür.
O zamanlar pencere kenarlarına çiçek saksıları sıralanırdı. Hemen hemen her evin penceresinde en az bir saksı olurdu. Onlara da çiçek açmayan çiçekler dikilmezdi. Daha çok bol çiçek açan begonyalar tercih edilirdi. Bahçeler için de sardunyalar, akşamsefaları, hanımelleri, yaseminler, sümbüller… Pencere denince akla çiçekli pencereler gelirdi. İçerden ayrı, dışardan ayrı güzel görünürlerdi. O çiçekler, cam önünü süslemenin yanı sıra kısmen de olsa sütre görevi görürlerdi.
Canı sıkılan, geçer pencerenin yanındaki sedire, dışarıya bakar, geleni geçeni, sokakta oynayan çocukları falan seyrderdi. Camdan cama konuşmalar da olurdu. Hem de ne zevkli olurdu!
“Komşu komşu! Hu!..” diye başlayan bu konuşmalar tekerlemelere kadar işlemiş, hikâyeler, romanlar ve filmlerle ölümsüzleştirilmeye çalışılmıştır.
Ne güzel şeyler olurdu o cam muhabbetlerinde! Birbirlerini sık sık gören kişiler arasında zamanla anlatmadan edememe huyu oluşur ve gelişmeye başlar, sonra da müzmin bir hal alır ya… Olanı biteni anlatacak! İlle de anlatacak! Anlatmasa çatlar! Hazmedemez! Yutamaz! Bir yandan da karşıda olup biteni öğrenecek! Öğrenmese olmaz! Çatlar ya! Maazallah!..
Özellikle sabahları tadına doyulmaz, bu haberleşme usulünün! Bir önceki akşam neler olduğu bittiği, kimlerin gelip gittiği, neler dediği, yediği içtiği… Neler anlatılır, neler! Laf olsun, torba dolsun, kabili…
“Bu gece ne gördüm rüyamda, biliyor musun?”
“A! Nerden bileyim, komşucuğum! Rüya senin… Sen görmüşsün onu! Ben değil ya…”
“Ben gördüm tabi… Öyle diyiverdim işte! Hayır dile!”
“Hay’rolsun! Ne gördün?”
“Hayrın karşı gelsin! Hayır içinde kal!” diye başlanır, rüyalara kadar aktarılırdı.
İşi daha da ileriye götürenler, ellerinde keyif çaylarıyla geçerlerdi pencerelerin kenarlarındaki hasbihal yerlerine… Ya da ellerinde birer fincan kahve… Şöyle ağırdan ala ala… Tadını çıkara çıkara…
İki katlı evlerde asansör sistemi de olurdu. Camdan cama makaralarla yapılan, arada gidip gelen iki sıra iple çay kahve alışverişi de yapılabilirdi. Yiyecekler, yemekler bu yolla kolayca iletilirdi. O ipler, çamaşır ipi olarak da kullanılır, büyük kolaylık sağlardı. Onlar görünüşte iki ev arasında cansız iplerdi ama iki aileyi can damarı gibi birbirine bağlarlardı. Samimiyeti sembolize ederlerdi. Yediği içtiği ayrı gitmemeyi… Onsuz boğazından geçmemeyi… Keşke hiç bitmeseydi, hiç yitmeseydi onlar… Evleri evlere, gönülleri gönüllere bağlayan bağlar… Komşuluk bağları… Arkadaşlık bağları… Dostluk bağları…
Sonra her şey değişti, yavaş yavaş… O pencerelerden başka birer pencere daha açıldı odalara, salonlara… Akşamüstüne kadar mesai yapan radyoların kulakları buruldu, yerlerine o albenili, göz alıcı güzeller kuruldu. Gökkuşağı renkleriyle boyalı değildiler, öyle allı pullu ama beyaz tenli, siyah saçlıydılar. Aktan karaya uzanırdı renkleri… Kim aldırırdı renklerine! Bu daha maharetliydi. Hem görüntü hem ses… Karşısına sıralanıverirdi herkes… Bütün mahalle, kadın erkek, büyük küçük, çoluk çocuk… Ne kolonya isterlerdi ne şeker… Ne çay ne kahve… Put kesilirlerdi! Tapınır gibi izlerlerdi. Gözlerini kırpmadan, büyük bir zevkle…
Yer kapmak için yarım saat önceden teşrif edenler, işten döndükleri gibi el ayak yıkamadan gelenler… Kesif ter ve ayak kokuları… Ev sahibi halı silerdi onlar gidince… Diyemezdi ki: “Reklâmlarda bari kalkıp gidin de şu ayaklarınızı bari yıkayın ya!” Reklâmlar dahi imine cimine kadar seyredilir, tek sözcük, tek figür kaçırılmazdı! Kim kalkacak! Kim kıpırdayacak! Zaten yer yok! Millet et ete! En zaruri ihtiyaç için kalkanın yeri kapılır, geldiğinde ayakta kalırdı.
Tek kanaldı. Kontrollüydü. Yılbaşında dansöz çıkacaktı. Ne giyecekti? Edebe aykırı olmamalıydı! Mümkün olduğunca kapalı olmalıydı. Bir dansöz ne kadar kapalı olabilirdi? Nereye kadar? Her yıl:
“Günah yazma, Allah’ım! Günah yazma!..” diye başlayan gösterilerdekiler, giderek:
“Azıcık yaz, Allah’ım! Azıcık yaz!” demeye başladılar. Sonunda tülü mülü attılar:
“İster yaz, ister yazma! İster yaz, ister yazma!..” diye şakır şakır göbek attılar, atıyorlar.
Kime ne? Bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın! Her koyun kendi bacağından asılır. Asılır, asılır ama kokusu yedi mahalleye yayılır!
İlk özel televizyonla gözel yayınlar geldi. Dilediğince özel ve istendiğince sözel… Kırmızı noktalı… Okkalı mı okkalı! Tele Voleler... Şabanlarla şabanlaşmalar… Geyik muhabbetleri… Dejenerasyon…
Kötü örnek tez tutulur!
O dünyaya açılan pencereler ağlattı, ağladık; güldürdü, güldük… Milletçe grup hipnoz seanslarında her şeyi unuttuk, o olduk!
Kültür emperyalizmi…
Hercai gibi, ondaki çoğu sevgililer. Sevgilerin çoğu sahte… Aşkların çoğu sun’i… İhanetler, yalanlar dolanlar… Vurdulu kırdılı filmler, ahlaka aykırı diziler… Candan cesede cinayetler… Ne kötü örnekler oldu topluma onlar!
O şarkı bu şarkı… O dizi, bu dizi… Arzu ettiği gibi değişti, değiştirdi bizi. Türkçemiz, dil bayrağımız bozuldu. Milli değerlerimiz allak bullak oldu.
Ev kadınlarını esir almıştı. Müptelalarına ev erkekleri de eklendi.
Bazen küsen bazen gülümseyen yüzdü… Küsümser yüz… Açıkken gülümseyendi, kapalıyken küs… Biz onu süzdük, o bizi süzdü… Derimizi yüzdü!
O, öyle bir begonyalı pencereydi ki, akıllara zarar!.. Anteni göğe bakardı, biz ona… Sıradan bir pencere camı değildi o cam! Sihirli bir camdı! Sihirli kutudan sonraki sihirli cam… Bazen dost bazen düşman…
O ne yaman! Aman! Aman!..
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI - 0006