- 701 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Uçan Balonum Sorgun' da Kaldı
1967 Sorgun doğumluyum. Babam Bedri Öztürk, Sorgun İlköğretim Müdürüydü. 7 nüfuslu bir aile olarak, 1974’te İstanbul’a taşındık. Taşındığımızda küçücük bir çocuktum. Uçsuz bucaksız bir denizle ve gözüme büyük binalar gibi gözüken vapurlarla ilk karşılaştığım o gün hâlâ gözlerimin önünde.
Eşyalarımızı taşıyan kamyon araba vapuruna bindiği için, bindiğim ilk vapur bir araba vapuruydu. O kamyonun, ilk oturduğumuz Fatih Feneryolu’ndaki dar sokağa girerken zorlandığını hatırlıyorum. Okula başladığım Tarık Us İlkokulu’nu, sonra naklolduğum Yavuz Selim İlkokulu’nu, avlusunda çocuksu bir huzur bulduğum ve nedense çok sevdiğim Fatih Camii’ni unutmadım. Dar gelirli bir öğretmenin yoksul ve kalabalık ailesinin kiracılık yıllarıydı ve tabii ki sıkıntılı bir dönemdi. Sonra evsahibi olarak Göztepe’ye geçişimiz. Ortaokul ve lise yılları… Ardından Bahçelievler, Güngören…
Aradan yıllar geçti. Hepimiz büyüdük, çoluk çocuğa karıştık. Ben şimdilik İstanbul’un Üsküdar ilçesine bağlı Kısıklı Mahallesi’nde, Çamlıca Tepesi’nde oturuyorum. Edebiyat öğretmenliği yapan ağabeyim, uzun zamandan beri Yozgat’ın Sarıkaya kazasında bulunuyordu. Annem, babam ve bir kardeşim de, yıllar sonra bu yıl, yeniden memlekete dönmeyi tercih ettiler.
Sarıkaya’da ağabeyimin yakınındalar. Nereden nereye… Yıllar öncesinin o hareketli, şiirler yazıp şiirler okuyan, mandolin çalıp şarkılar söyleyen, tayin olduğu yerleri ağaçlandırıp çiçeklendiren ve emekli olana kadar yüzlerce öğrenci yetiştiren babam, yıllar sonra neredeyse elden ayaktan kesilmişcesine; yaşlı, hayli hasta ve yorgun olarak o topraklara geri dönmüş durumda… Yerinde duramadığı, enerjisine herkesin hayran olduğu o gençlik yıllarının geçtiği topraklarda…
Ey Sorgun, bir öğretmenin, yıllar sonra sana geri döndü, gelip sana sığındı… Onu hatırlayacak mısın? “Hoş geldin” deyip, ellerinden öpecek misin? Kimbilir, belki farkında bile olmayacaksın…
Sorgun’a dair en canlı çocukluk hatıralarımdan birisi, hayal meyal zihnimde, gözlerimin önünde… Kaldırımda babamla birlikte yürüyoruz. Bir elim babamın elinde, diğer elimde bir uçan balon. Cadde kenarındaki dükkânların önünden biraz aceleyle geçiyoruz. Bir ara, uçan balonumun ipi elimden kaçıveriyor. Onu elimden kaçırdığımı farkettiğim anda, çocuksu bir telâşa kapılıyorum. Balon yükseliyor ama bir dükkânın üzerindeki binanın kaldırımı örten çıkmasının tavanına dayanıp kalıyor. Hüzünle ve sabit bakışlarla balonuma bakıyorum.
Babam, duraklayışımı farkedip dönüyor, önce bana, sonra balona bakıyor. İçeride, oturduğu yerden hâlimizi gören dükkân sahibi, içeriden çıkıyor, tahta bir taburenin üzerine çıkıp, balonu ipinden yakalayıp bana uzatıyor… Ne kadar da mutlu olmuştum…
Uçup gidecek sandığım ama tekrar kavuştuğum uçan balonum, o ân benim için ne kadar da önemliydi… Sonra? Sonrası hâfızamda kalmamış. Muhtemelen, aynı acele adımlarla yürümeye devam ettik. Nereye gittik hatırlamıyorum. Fakat, o uçan balon hep zihnimde, hafızamda kaldı. Ve tabii Sorgun’da… Uçan balonum Sorgun’da kaldı… Yıllar sonra bu gün bile, sanki orada tavana takılıp kalmış gibi… Sanki yine o dükkân sahibi o tahta taburenin üzerine çıkıp onu bana verecek gibi…
Babamın görev yaptığı Hükümet Konağı’nı hatırlıyorum sonra. Fakat güvercinleriyle hatırlıyorum. Ne çok güvercin olurdu çatısında. Onların uçuşlarını seyrederdik uzun uzun… Babamın arada sırada eve taşınan, büyük ve ağır, gri daktilosunu…
Mesai saatlerinde tamamlayamadığı yazılarını evde yazıyor olmalıydı…
Babam balı çok sever, bu sebeple de evin bahçesinde arı yetiştirirdi. Yan yana dizili beyaz arı kovanları ne kadar da şık dururdu. Babamın o maskeli arı tulumunu giyinip, elindeki körükle kovanlara duman tütsüsü yaptıktan sonra kovanlardan petekleri çıkarması, bir çocuk olarak bana ne kadar da ilginç gelirdi.
O arı kovanlarına dair unutamadığım bir hatıram var: Muhtemelen, kovanların bahçeye ilk geldiği gündü. Bir pikapla getirmişlerdi kovanları. Pikap evin önüne gelip durduğunda, galiba kovanların kapakları düşmüş, yüzlerce arı bir ürküntü hâlinde sokağa dağılmış ve neredeyse o an sokakta olan herkesi sokmuştu. Filimlerdeki korku sahneleri gibi sahneler kalmış zihnimde.
Babam beni arılardan kaçırmak için belimden tutup kaldırmış, koltuğunun altında yatay vaziyette taşıyarak eve götürmüştü.
Fakat, bu esnada kıyafetim sıyrılmış, arılar belimi, sırtımı sokmuştu. Pek çok çocuk gibi benim de her tarafım şişmişti.
Çok sayıda arı sokması sebebiyle, zehirlenme tehlikesi ile karşı karşıyaydık. Arılardan dolayı sokağa çıkamayan komşumuzun, banyomuzun küçük penceresinden yoğurt uzattığını hatırlıyorum…
Demek o zamanlar komşuluk ilişkileri çok iyiymiş ki, “Sizin arılarınız başımıza ne dertler açtı; sizin yüzünüzden çoluğumuzu çocuğumuzu arılar soktu. Bahçede arı yetiştirilir mi?” diye sitemde bulunup, öfkeyle şikâyet etmek yerine, herkes yardım ediyordu…
Sonra bir deprem hatırlıyorum çocukluğuma dair. Annem ve babam misafirliğe gitmişler, 5 kardeş olarak hepimizin de sokakta oynamaya bayıldığımızı bildikleri ve akşam saatlerinde sokağa çıkmamızı istemedikleri için olsa gerek, çıkarken kapıyı üzerimize kilitlemişlerdi.
Sonra, bahçedeki kümeste tavuklar panik hâlinde gıdaklamaya, güvercinler uçuşmaya, köpekler havlamaya başladı. Az sonra da bir uğultu ve deprem… Duvarlar sallanmaya başlamıştı. Kapı kilitliydi… Evimiz tek katlı, müstakil bir evdi. Camdan çıkmadığımıza göre, ya aklımıza gelmemişti, ya da pencerelerde demir korkuluklar vardı, hatırlamıyorum.
Çok korkmuştuk. Ağabeyimin bize “salavat getirin” dediğini, fakat benim salavat getirmeyi bilmediğim için suçluluk hissiyle dolu bir endişe duyduğumu hatırlıyorum.
Kısa bir süre sonra sarsıntı kesildi. Annem ve babam, panik ve korkuyla eve geldiler. Kapıyı kilitleyip de gittikleri için kendilerini fazlasıyla suçlu hissetmişler, pişmanlık içinde koşarak eve gelmişlerdi.
Allah korusun, o depremde bize bir şey olsaydı, herhalde kendilerini ömür boyu affetmezlerdi… Ana-baba olmak başka bir şey çünkü; evlât acısı da bambaşka…
(Bu kısma bir not eklemem gerekiyor: Bu yazı tamamlanıp da Sarıkaya’daki ağabeyim internetten okuduğunda, benim hatırlamadığım çok ilginç bir ayrıntıyı MSN’de bana anlattı.
O akşam pastel boya ile bir deprem resmi çiziyormuş. Resmini bitirince, karşısına geçip nasıl olduğuna bakmak için resmi masadaki sürahiye dayayarak koyduğunda, deprem olmaya başlamış…) Soğuk kış günlerinde pencere camları buz tutar, birbirinden ilginç, birbirinden güzel şekiller oluşurdu. Ben hep ağaçlara, çam ağaçlarına benzetirdim o şekilleri.
Camlarda oluşan bir orman gibiydi onlar. O çocuksu dünyamda, bir masal dünyasına girer gibi dalardım o ormana…
Ne çok oyun oynardık… Sabahtan, akşamın karanlık saatlerine kadar oyun… En çok da “dalya” oyunu kalmış zihnimde.
Taşların üst üste konduğunu, sonra uzaktan top atılarak devrilmeye çalışıldığını, devrilince de çocukların çil yavrusu gibi kaçışıp dağıldıklarını hatırlıyorum ama nasıl oynandığını, kurallarının ne olduğunu unutmuşum…
Sorgun… Yıllardır görme fırsatı bulamadığım, fırsat bulduğumda da ihmal ettiğim Sorgun… Sen hâlâ, bütün hatıralarımla birlikte oradasın. Yıllar sonra bir gece vakti aklıma düştün işte. Birkaç resmini gördüm internette.
Benim çocukluğumdan bu yana çok değiştiği muhakkak olan caddene, binalarına baktım. Çocukluğuma yabancı binalar ama Sorgun işte…
Doğduğum, ilk çocukluğumun geçtiği yer… Hemen bir şeyler yazmak geldi içimden. Blogger’a girip hemen bir blog oluşturdum, aklımdan geçenleri yazdım.
Belki internetteki her blog’un bir hikâyesi vardır. Bu blog’un hikâyesi de böyle oluştu.
Sorgunlu’ysanız ya da bir şekilde Sorgun’la bir irtibatınız varsa, bize yazın; ama mutlaka yazın. Yıllar sonra da olsa, birbirimizi hatırlayalım, tanışalım, konuşalım, dertleşelim… Yazıların altındaki "Kaydol: Yazılar (Atom)" kısmına tıklayarak, bu bloga ücretsiz üye olabilir; yazı ve haberlerin size ulaşmasını sağlayabilirsiniz. Tabii, yazı ve haberlere yorum da yazabilirsiniz.
Sorgun Konağı’na hoş geldiniz, sefalar getirdiniz…
Sürur Öztürk- Radyo Dünya Yapımcı Spiker
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.