Lisana Dair
LİSANA DAİR
Besmele ile edelim feth-i kelâm
Feth oluna tâ bu muammâ-yı enâm
Yazımıza eskilerin deyimi ile girdikten sonra kısaca dilin tanımını yaparak başlayalım. Dil en basit tabiriyle kişiler arasındaki iletişimi sağlayan, duygu ve düşüncelerin açığa vurulduğu ve kültür taşıyıcılığı yaparak geçmiş ile gelecek arasında köprü vazifesi gören araçtır. Dil binlerce yıl önce yaşamış milletlerin ictimâî hallerini gözler önüne serer. Dil aynı zamanda canlı bir varlıktır ve bu yüzden zaman içerisinde değişim ve gelişim gösterir. Bu o dile yeni bir dil olma vasfını yüklemez. Lisan devlet ve millet ile müteşekkildir. Devlet ne kadar gelişim kaydederse lisan da onunla aynı nisbetde ilerler. Nitekim bunun en müthiş misallerinden biri Türkçedir. X. asırda henüz yazı dili olmayan Oğuzlar’ın gel, git, vur, gibi basit fiillerden müteşekkil bir Türkçesi vardı. Bu Türkçe XV. XVI. asra gelindiğinde mükemmel bir hal almış, gerek edebiyatta gerek ilim dünyasında çağının en yüksek seviyelerine ulaşmıştı. Peki bir dilin bu kadar yüksek seviyelere çıkması ona farklı bir dil hüviyeti kazandırır mı? Yahud bir dilin hurufatı değişmişse önceki lisanı farklı bir milletin dili gibi mi isimlendirilmesi gerekiyor? Veya başka dillerle kelime alışverişi yaparak lügatını genişletmesi Türkçeyi ne kadar Türkçeden uzaklaştırır? Bu suallerin cevabı gayet aşikar fakat sonuncusu sürekli tartışma konusu olduğu için kısaca değinmek istiyorum.
Bilindiği üzere Osmanlı Türkçesi yabancı lisanlardan fazlasıyla etkilenmiş, yeni kelimeler almış hatta yeri geldiğinde alınan bu kelimeleri onlardan daha verimli kullanmıştır. Bu kelime alışverişleri gayet tabiîdir. Gerek Osmanlı zamanında üç kıtaya yayılan gerek binlerce yıllık tarihi olan bu milletin dili Orhun Yazıtlarındaki kelimeler ile sınırlı kalamazdı, kalmaması da gerekiyordu. Lisan sadece iletişim aracı değil aynı zamanda bir tefekkür ve tahassüs biçimidir. Lisanın ne kadar zengin ise fikir dünyan da o kadar genişler. Aksi halde dil çıkmaza girer. Bunun en müthiş misalini bizlere Mustafa Kemal vermektedir. Mustafa Kemal 1932-1934 yılları arasında etrafındakilerle beraber “ÖZTÜRKÇE” hareketini benimsemiş, dildeki bütün yabancı kelimeleri atma ihtiyacı duymuş ve geriye 3000, 4000 kelimeden müteşekkil bir ÖZTÜRKÇE meydana getirmişlerdir. Lakin yanlışını fark etmiş “dili bir çıkmaza sokmuşuzdur” diyerek hatasından dönmüş ve “Türkçeleşmiş Türkçedir” diyerek farklı bir usûl denemiştir. Nitekim mantıklı olan da budur. Bugün Afrika’ya gidilip bakarsak 25-30 çadıra sahip kabilelerin dilinin bu sayılara sahip olduğunu görebiliriz. Bu sayı bizim milletimize bir nevi tahkir sayılır. Hem bu kelime sayısıyla değil edebiyat veya başka bir şey yapmak iki kişinin karşı karşıya geldiğinde anlaşabilmesi bile mümkün değildir. Mühim olan alınan bu kelimelerin dildeki durumu, uyumudur. Arapça’dan Farsça’dan alınan kelimeleri yüzlerce yıl kullanarak Türkçeleştirmiş, Türkçeye uyarlamışızdır. Adeta bütün Türk devletlerinin ortak malı olmuş, ailemizin birer ferdi konumuna gelmişlerdir. Günümüzde bu alışveriş daha vahim bir hal almıştır. Eskiden dilimize giren kelimeler özünden sıyrılıp Türkçe bir hal alırken şimdilerde dilimize giren her yabancı kelime adeta bir Türkçe kelimeyi unutturuyor, yerini alıyor, her geçen gün iktidarını artırıyor. Bugün sokağa dolaşmak için çıkıp etraftaki dükkan isimlerini, reklamlarını gördükten sonra insanın yoldan birisini çevirip burası hangi ülke diye sorası geliyor. Lisanımız artık kontrolden çıkmış vaziyette. Saçma sapan kelimeler, saçma sapan tamlamalar, saçma sapan cümle dizimleri…
Eskiden dilimizde “affedersin, kusura bakma, özür dilerim” gibi güzellikler varken şimdi yerine “pardon” saçmalığı geldi ve bu genç yaşlı herkesin ağzına yapıştı. Ya da “teşekkür” etmek yerine herkes “çok mersi” demeyi tercih ediyor. Ne demekse? Yahud Türkçenin binlerce yıllık mantığına uymayan devrik cümleler yaygınlaştı. Son bir misal daha verecek olursak “mesela” kelimesini ele alalım. Bu kelimeyi Arapça diye attık ve yerine “örneğin” kelimesini kullanmaya başladık. Peki örneğin Türkçe mi? Elbette değil. Ermenice “orinagin” kelimesinden türeyip dilimize girmiş bir kelime. Evet ikisi de Türkçe değil, bu Arapça sevdası nerden geliyor, ha Ermenice ha Arapça kullanmışız ne fark eder diyenler olabilir. Çok şey fark eder. Mesela kelimesi artık bütün Türk aleminin ortak kelimesi olmuştur. Bugün Azerbaycan Türkleri “meselen” Başkurtlar, Özbek Türkleri, Türkmenler, Uygur Türkleri “mesela, meselen” kelimesini kullanıyor. Arapça diye ondan vazgeçmeye çalışırsak ortak bağlarımızdan birisi daha kopar. Bu misaller nâmütenâhi şekilde çoğaltılabilir lakin burada konu Rusya’nın ve diğer devletlerin Türkçe ve Türkler üzerinde oynadığı oyuna gidiyor. Konunun daha fazla dağılmaması için şimdilik bu kadarı kâfîdir.
Bir lisanın oluşması, gelişmesi için yüzlerce yıl yetmezken biz işte bu ve bunun gibi basit, mantıksız, gereksiz sebeplerden ötürü XIX asırdan bu yana, kısacık zamanda “OSMANLICA” diyerek adeta yeni dil meydana getirdik. Peki bu “Osmanlıca” tabiri ne kadar doğru? Dilimizde -ca, -ce ekininin bir işlevinin de dil isimlendirme olduğu hepimizin malûmudur. Misal verecek olursak Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca ilh. Görüldüğü üzere İngiliz kelimesinin yanına -ce ekinin getirdiğimiz zaman İngiliz milletine ait bir lisanı, Alman kelimesinin yanına -ca ekini getirdiğimiz zaman Alman milletine ait bir lisanı isimlendirmiş oluyoruz. Osmanlı(ca) denildiği zaman farklı bir lisan hatta farklı bir millet algısı oluşuyor. Osmanlıca hangi millete ait? Osmanlılar kim? Osmanlılar Türk değil mi? Biz böyle isimlendirmeye devam ettikçe eminim gelecek nesiller bu soruları sormaya başlayacaktır ve dilin kültür taşıyıcısı olması hasebiyle arada 600 yıllık bir kültür boşluğu doğacaktır.
Eğer Osmanlıca Türkçeden farklı bir dil ise bu dilin kendine özgü söz dizimi, kelimeleri, ses kuralları olmalıdır. Misal verecek olursak Osmanlıcaya ait, Türkçe olmayan İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça olmayan bir kelime var mı? Türkçe olmayan kendine has ekleri var mı? Bu suallere verilebilecek mantıklı cevaplar yoktur. Bu da Osmanlıca diye bir dilin olmadığını gösterir. Zaten bu isimlendirme Devlet-i Âliyye tarafından hiç kullanılmamış, resmî devlet kayıtlarında da kabul görmemiştir. 1876 anayasası da “devletin resmî dili Türkçedir” hükmünü taşımıştır. Bu tabir ilk defa Tanzimat zamanında kullanılmış, o zamanlarda da karşı çıkanlar olmuştur. Nitekim muhteşem bir eser hazırlayan Şemseddin Sami eserine “Kâmûs-ı Osmanî”değil de “Kâmûs-ı Türkî” ismini layık görmüştür. Hatta “Osmanlı Lisanı” diyenlere şu sözlerle karşı çıkmıştır: “Söylediğiniz lisan ne lisanıdır ve nereden çıkmıştır? Osmanlı lisanı tabirini pek de doğru görmüyoruz. Çünkü bu unvan Selâtin-i Osmaniye’nin birincisi, Fâtih-i meşhurun nâm-ı âlilerine nisbetle müşârünileyhin zuhurundan ve bu devletin tesisinden eskidir. Asıl bu lisanla mütekellim olan kavmin ismi “TÜRK” lisanın ismi dahi “lisan-ı Türkîdir.” Cühelâ-yı avam indinde mezmum addolunun ve yalnız Anadolu köylerine ıtlak edilmek istenen bu isim intisabıyla iftihar olunacak büyük ümmetin ismidir. ”
Hülasa edecek olursak OSMANLICA diye bir lisan yoktur. Osmanlı devletin ismidir ve bu ismi lisana vermek yanlıştır. Çünkü Türkçe Türkiye Devletinden de Osmanlı Devletinden de önce vardı. Türk bu milletin ortak ismidir ve bundan ötürü lisanının da adıdır. Devlet isimlerini dile verecek olursak günümüz Türkçesine de “Türkiyece” dememiz lazım gelir ve bu isimlendirmeler önü alınamayacak ayrışmalara sebebiyet verir. Türkiyece ne kadar yanlış ve itici ise Osmanlıca da o denli yanlış ve iticidir. Lisan hususunda daha dikkatli davranmamız gerekmektetir. Birkaç ses daha az söyleyebilmek için böyle yanlışlara düşmemeliyiz. Zira lisanımızı bizden başka müdafaa edecek kimse yok. Lisanın ehemmiyetini hepimiz biliyoruz, bu topraklarda hür bir şekilde hayatımızı idame ettirmek istiyorsak Türkçemizin her cümlesini, her kelimesi hatta her sesini düzgün konuşmalı, ona sahip çıkmalı ve müdafaa etmeliyiz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.