Gitmek mi zor, kalmak mı?
Gitmek mi zor, kalmak mı?
İşte soru bu…
Hangisi daha çok acıtır?
Çok istersiz kalmayı ama değeri kalmamıştır artık varlığımızın yani hissedemiyoruzdur artık. En çok ‘seni seviyorum’ diyenler yaralamıştır ve kamçılamıştır gitme isteğimizi…
Aslında, giden bir tür intihar girişiminde bulunmuştur. İpini boğazına kendisi geçirip, ayaklarının altındaki iskemleyi kendisi ittirmiştir… Şimdi gitmek, boşlukla bütün haline gelmiştir… Çünkü gidilen bir yer yoktur ya da çok uzaklara gidilse bile aklındakiler onun memleketi olmuştur…
Ama gitmelidir, yokluğuyla acı vermek istercesine gitmelidir… Kalanların, gidenin boşluğunu dolduramaması gibi bencil bir istekle gitmelidir hem de…
Kimseyi üzmek istemese de, üzmemek ya da kendince üzülmemek adına gitmeye koyulmuştur bir kere… ‘Dur! ’ desek kalır mı? Kalsa da bu onun kendi isteği olur mu? Gibi bin bir türlü soruyu inci gibi dizer boynumuza… Yutkunmak hüner işidir artık.
Hani hep derim, insanların sırtında bir fermuar olsa, enseden başlayıp bel çukurunda biten ve gitme dürtüsü kapladığında soyunsak kendimizden, yıkayıp, kurulayıp giyinsek yeniden…
Günahlar için çamaşır suyu, anlamsızlıklar için mavi, sıkıntılar için yeşil boncuklu deterjanlarımız olsa… Gel git’ler içinde yumuşatıcı, hani şu üzerinde ayıcığı olan, mis gibi koksak ve huzurla köpük köpük olsa kalbimizin içi…
… Gitmek ve kalmak gibi bir eğilimimiz olmayacak o zaman belki…
Biz geçince, burcu burcu koksa arkadan gelen ruhani varlığımız… Gidemesek hiç ama mutlu olabilsek kalarak… Olmaz mı?
Gitmek zordur velhasıl… Aklımızı bırakarak geride, fikrimizi şaşırarak ve gittiğimizi sanarak, kendimizi bilmediğimiz dehlizlere salmaktır gitmek…
Şimdi biz gittik mi yani?
***
Kalmak başlı başına muamma…
Kaldık diyelim büyük bir kalabalığın ortasında ve bir ışık seçtik kendimize… Işık gittikçe uzaklaştı ve aldı gitti ferini… Nerede nasıl kalınır ki şimdi?
Kalabalığın umurunda bile değiliz… Bizi ilgilendiren o ışığın, bizi fark etmesi için, bütün kalabalıkları cennetten birer parça saymışız… Hâlbuki o kalabalık cennet, bir görseydi güzelliğimizi ve yeni ışıklarımız olsaydı, kalırdık… ‘Dur gitme’ deseydi biri, ‘Gidene saygımız sonsuz…’ demek yerine, ‘Dur gitme! ! ! ’ biz kesin kalırdık…
Ama şimdi zor iş kalmak, içimiz acıyarak, karanlığı yırtıp, o ışığın kalbini bulmak umuduyla kalmak zor…
Demiştim ışığımız söndü, kalma kısmını zorlaştıran da bu. Çünkü giden gitmişti ama gittiği gün bitmemişti… Kalmak, bir eylemden çok, bir infaz biçimine girmişti ve giden infazı gerçekleştirmişti…
…
‘Kaldım.’ diyenler aslında en önce gidenlerdi… Bize yol gösterenler, yoluna imrendiklerimiz bizi çivilese de, bizim de içimize ‘gitmek’ tohumları yerleşmişti…
Şimdi ‘Kalmak’ demek, özünde terk edilmekti… Ve ‘Sıkıyorsa kalk sen de git’ mesajı içermekteydi… Olamazdı bu… Ya giden geri gelseydi biz gittikten sonra?
Ya sonra ne yaptı ardına baktıklarımız? Dedim ya gitmek de kalmak kadar muamma…
Baktığımız yerde çıra gibi yanan aydınlık, biz adım attıkça, çabaladıkça nasıl gittiklerini çizdiler gözlerimize… Hem de sudan bir bahaneyle ‘ Ben artık zarar veriyorum sana…’ diyerek…
Bir insan zarardan mutluluk duyar mı? Mutluluk zararlı bir şey mi?
‘Bırak kendini bize, biz bu zararla mutluyuz…’
Çeliştirmeyin beni kendimle, siz de çelişmeyin kendinizle… Işığınız saçılsın bırakın, birileri gidebiliyorsa gitsin ama o kapıları açan siz olmayın…
/Kalmak isteyen tercihini bu koşullarda sağlıklı doğrulayamaz ki./
Ve çıkarın aklınızdan, siz zararlı değilsiniz… Zarar veren şey, o ışığın istikrarla yanmamasıdır, gidip gelmesidir ya da her geldiğinde bıraktığı gibi bulma isteğidir kalanı ki, kalmak da sanıldığı kadar kolay değildir… Ve bize yaşattığı gel git’ler bile kalana mutluluk verebilir… Kalabilirse eğer…
Kalabalığın umurunda değilsek… Başka ışık yanmıyorsa gözlerde ve biz tutuşma isteğini bile göremiyorsak… Işık tarafından defalarca terk edilmişsek… Nerede nasıl kalabiliriz?
Kalan, kalmış mıdır sahi?
Burcu Bir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.