- 671 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
449 - DERMAN
Onur BİLGE
Adam, hepimizi koyun gibi görüyordu. Ayakta uyutuyor, güzelce soyuyordu. Yolunacak kaz gözüyle görüyordu. Aptal yerine koyuyor, küçücük aklıyla kandırmaya kalkıyordu. Artık daha fazla dayanamadım:
“Siz onlara sormuyor, kendiniz tahmin etmeye çalışıyorsunuz. İsabetsizlik ondandır. Onlara sorsanız, akıl yürütmenize gerek kalmaz. Siz nerden bileceksiniz? Onlar bilir.” dedim, gülümseyerek.
Sesimdeki alaycı ifadeden anladı ya dalga geçtiğimi, kıpkırmızı oldu. Terlemeye başlamış olacak ki sağ elinin tersiyle alnını silmeye bir yandan da şüpheye mahal vermemek için ciddiyetini bozmadan okuyup okuyup, malum yere üflemeye başladı. Teyzemden de benden de alacağını almış olduğu için dediklerime kulak asmadı. Cevap verme lüzumu da hissetmedi. Zaten bizden de başını çevirmiş, solumdaki genç hanıma dönmüştü. Onunla konuşmaya başladığında yavaşça kalktık, kapıya yöneldik.
Yapacak başka bir şey yoktu. Adam bizi bal mumuyla davet etmemişti ki! Biz, kendi arzumuzla gelmiştik, tıpış tıpış…
İnsanlar oda kapısına yığılmış, merakla içeriye bakıyorlar, konuşulanları pürdikkat dinliyorlardı. Kapıdan çıkmakta zorlandık. Giriş de etten duvar olmuş, gelenler birbirinin üstüne yığılmıştı. Aralarından zorla geçtik, insan nefesinden ağırlaşan evden çıkınca, yüzüme tertemiz ve serin bir esinti geldi.
Kapının önü, içerde mevlit okunuyormuş gibi ayakkabı doluydu. Bahçe de kalabalıktı. İnsanlarda hemen hemen aynı heyecanlı yüz ifadesi vardı. Meraklı ve endişeli gözlerle bakıyorlardı. Beklemekten sıkıldıkları, merak ettikleri şeylerin aslını öğrenmek için sabırsızlandıkları her hallerinden belliydi. Dertli, deli olurmuş. Belki de bir deliden derman umuyorlardı.
Bahçe kapısından çıkar çıkmaz, aklımdan geçenleri sayıp dökmeye, adamın bir sahtekârdan başka bir şey olmadığını, böylelerinden neden medet umduğunu, herkesten ortalama yirmi beş lira alsa, o kadar kişiden akşama kadar ne kadar para kazanmış olacağını ve tahmini aylık gelirini kabaca hesaplayarak söylediğimde ağzı açık kaldı. Yine de inanmak istiyor:
“Kadının Ankara’da olduğunu, ona gidip geldiğini nasıl bildi?” diyordu. Dedim ki:
“Onu sen söyledin. Adam nereden bilecek Ankaralı olduğunu? Ağzına laf verdin.”
“Kadını da tarif etti.”
“Bir kadın tarif etti ama onu sen hiç görmedin ki! Belki de öyle değil. Tamamen başka bir tip…”
“Nasıl da takır takır saydı!”
“Senin özelliklerinin tamamen tersini saymak çok mu zor? Sadece tahmin yürüttü. Akıllı adam… Sen toplusun, o zayıftır. Sen kısasın, o uzundur. Sen sarışınsın, o ya esmerdir ya kumraldır… Bunlar sadece tahmin. Aslı fesli yok. Saçları siyahmış da kestaneymiş. Nasıl oluyor öyle, siyah kestane? Yok, boyuyormuş da değişiyormuş. Esmermiş de makyajla kumrallaşıyormuş. Bak bak bak! Biri tutmazsa biri… Sen de ağzını açmış, dinliyorsun! O kadar da para verdin! Bana verseydin, sana ne masallar anlatırdım! Ne kadar rahatlardın! Şimdi ne oldu? Ne anladın? Ne değişti? A! Değişti tabi! Beklentilerin değişti. Dedi ya: “Ondan sana yar olmaz! Ayrılacaksınız! Sen evleneceksin! Hem de kumral, uzun boylu birisiyle…” Eniştemin kısa boylu, esmer olduğunu öğrendi ya… Şimdi düşün bakalım, o tipteki tanıdıklarını…” diye güldüm. “Boşanma davasını ne zaman açacaksın?”
“Dalga geçme be! Allah bilir. Olur mu olur! Belli mi olur!”
“Olur olur… Adama o kadar inanıyorsun ki önüne çıkan her uzun boylu kumral adama alıcı gözle bakmaya başlarsın!”
“Sus! Yerin kulağı var! Bir duyan olur! Zaten aramız bozuk… İyice… Bak! Sakın evde bu konuyu açma! Buraya geldiğimizi ve duyduklarını unut! Tamam mı? Ağzından bir laf kaçırırsın, başımı belaya sokarsın! Senin ağzının ayarı yoktur…”
“Ya… Ne güzel şeyler söyledi, değil mi? Keşke ben de baktırsaydım da bana da deseydi! Çok pişman oldum şimdi! Haydi, geri dönelim de soralım! Belki bana göre de birisi vardır. Kumral, uzun boylu, yakışıklı, zengin…”
“Sus dedim ya! Sus artık! Sus!..”
Neşe, bütün bunları anlatırken put kesilerek onu pürdikkat dinleyen arkadaşların dilleri çözüldü, hatta çeneleri düştü. Her kafadan bir ses çıktı. Her biri bir telden çalmaya başladı.
İlkin söz konusu olan cinciyken, giderek ekinden arındırılarak üç harf bırakıldı. Sorular da cevaplar da onunla alakalıydı.
“Cin var mı?” diye başlatılan tartışma, işitilen cin anlatıları ile devam etti. Her işte mahir Mahir, Cin Suresinden bahsetti:
“Cinler kesinlikle vardır, arkadaşlar! Kur’an, varlıklarını doğruluyor. Biliyorsunuz, Cin Suresi diye bir sure nazil olmuş. Onların da bizim gibi Müslüman olanları ve olmayanları var. Zararlı olanları ve olmayanları da… Yaratılışları farklı, görünmez varlıklar…” Işıl:
“Onlar bizi görüyorlarmış ama…”
“Nerden bildin?”
“Nerden bileceğim, Mahir? Hastalandığımda beni doktor doktor gezdirirlerken cinci cinci gezdirmeyi de ihmal etmediler. Çok cinci hocaya gittik, biz. Her biri farklı farklı şeyler söyledi.”
“Ya sen? Ya sen inandın mı onlara? İkna olabildin mi?”
“Bazen sanki inanır gibi oldum. Çoğu hiç de inandırıcı gelmedi. Çok para saçtık, çok! İstanbul ve Bursa dışındaki illere, ilçelere de gittik. Aradık, sorduk, nerde cin toplayan varsa gittik, aradık bulduk…”
“Neler dediler?”
“Kimisi: “Eşikte, iyi sıhhatte olsunlara uğramış.” dedi, kimisi: “Banyoda çarpılmış!” Daha neler neler dediler… Haddi hesabı yok!”
“Peki, doğru kaç tanedir?”
“Bir tanedir. Kaç tane olacak!"
"Biri doğru olsa, diğerleri yalan… Hangisi doğru?”
“Belki de hiçbiri… Tüm dediklerini yaptığımız halde hiçbir sonuç alamadık!”
“Evet, aynen öyle! İnsanlar hem tam anlamıyla inanmazlar, hem de öyle yerlere gitmekten kendilerini alıkoyamazlar! Bütün bunlar meraktan kaynaklanmaktadır.”
“Öyle deme, Mahir! O bir umuttur. Çaresiz insanlar onlara tutunarak yaşama gücü elde eder. Biliyorsun ya… Denize düşen yılana sarılırmış…”
“Yılana ve yalana… Öyle mi?”
“Evet! Maalesef…”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 449
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.