- 3614 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLÜMSÜZLÜK MANİFESTOSU (DENEME)
İnsanın en büyük çelişkisi, doğadaki her olaya hükmetme isteğini yoğun bir şekilde taşımasına rağmen, ölümü büyük bir sükunet, sessizlik ve tevekkülle karşılamasıdır. Bu çelişki, aynı zamanda akıl ile duyguların parelel fakat zıt yönde çalışmasının en güzel uyumudur.
İnsanlar ölüme yaklaştıkça, yaşama istekleri artar. Ancak bunu saklamak için, ölümden sonraki yaşama hazırlanma çalışmalarını ve gayretlerini de artırırlar.
Yaşamı dram, ölümü kurtuluş haline getirende insanın mantığında ki aforizmalar ve gel-git’lerdir.
Kim ne derse desin, insanlar doğar, büyür, yaşar ve ölür. İnsanın bir mekana, bir objeye, bir başka insana aşırı bağlılığı, ölümü tek başına karşılayacak gücü ve mantık muhayyelesini kendisinde bulamamasından kaynaklanmaktadır.
Günlük olayları yaşatan ve yaşayan insan, yaşamın sonsuzluğunu algılar ve ölümü bir an için veya sürekli unutur.
Oysa ölüm hep vardır. Var olduğu yerde insanı sonsuz bir sabırla beklemektedir. İnsanın doğumu ve ölümünün zaman kavramı içinde bir anlık olması belkide, geride kalanların, ölümü sürekli hissetmelerini önleyebilme gayretinden başka bir şey değildir.
İnsanın köklerini araması, soyunu devam ettirme çabaları, ölümsüzlüğü yakalama gayretleri, zamanın yontusu içinde kaybolan uygarlıkların izlerine ulaşırken duyduğu heyecan, dini mucizelere yürekten inanışı, evlenmesi, cinsel hayatı, çocuklarının bedeninde kendine benzeyen izleri keşfetmesi, diğer ölümlülerle ortak yaşamak için kentler kurması ve iş bölümü yapması, diğer canlıları evcilleştirmesi, tabiatı ve bitkileri korumada ki duyarlılığı, ölümün gerçekliğini ve yalın yüzleşmesini daha kolay göğüsleyebilmek için oluşturduğu eylemlerdir.
Bilim denilen deneysel platform, insanla ilgili herşeyi tanımlayabildiği halde, ölümü ve insanın ölümü algılama biçimini hala sağlıklı bir şekilde açıklayamamaktadır.
Felsefe, mantık, sosyoloji ve psikoloji insan beynini tarihin sonsuz süzgeçi içinde çok anlamlı bir şekilde muhakeme etmesine rağmen; ölümü, tanrı, insan ve doğa üçlemesi ile birlikte hala algılamakta ve taşları yerine koymakta zorlanmaktadır.
İnsan herşeyi yapıyor. Savaşıyor, üretiyor, arıyor, sorguluyor, cevaplıyor, araştırıyor, aşık oluyor, ibadet ediyor ama söz ölümden açılınca susuyor, kararıyor, içine kapanıyor ve kutsal kitaplarda yazan ifadeleri hipnotize olmuş gibi sürekli tekrarlamaktan başka bir şey yapamıyor.
Suskunluk bir eylem değildir. Suskunluk bir sıfır noktasıda değildir. Suskunluk doğal amortisman vektörünün başlangıç noktası hatta ivmesidir.
İnsanların ölüm karşısında susması, hatta ölen kişiye kadınların ağıt yakması, çaresiz kabullenişin ve bir şeyler yapma isteğinin sona ermesinden başka bir şey değildir.
İnsanın intihar etmeye karar vermesi, doğanın ve kaderin kendisi için seçtiği ölüm tarihini onun elinden almanın hınzırca karşı koyuş hikayesinden başka bir şey değildir.
İnsan bir okyanusun kıyısına ilk defa inmesi esnasında yaşadığı garip yanlızlık, sonsuzluğun içinde kendi hayatının ne kadar kısa olduğu, hatta bir su damlası gibi bir lavaboda bir tık sesi çıkarttıktan sonra kaybolup gittiğinin, kaçınılmaz bir gerçek olarak yüzüne, aklına ve yüreğine bir tokat gibi çarpmasıdır.
Eğer insan ölümle beyni arasında ki mücadeleyi bir satranç oyununa benzetebilseydi ve ölümsüzlüğün sırrını keşfederek ölümü mat etmeyi hedef alsaydı; bu mücadele şu an bulunduğu noktadan çok daha ilerde olurdu. Zira ölümün tek hamlesi vardır. Oysa insan beyni bu hamleyi karşılayacak ve ona karşı çok değişik hamleler yapabilecek kadar zengin, kompleks, derinliği olan ve hala kendisinin bile bilmediği bir çok yeteneğe sahiptir.
Tarihin derinliği içinde insanlar muhakkakki ölümü yenmek için bir çok hamle yapmıştır. Ama bu hamleler insanın ölümü yenmesine yetmemiş ancak onu hazmetmesine vesile olmuştur.
Din bu hamlelerin en eskisi, en güçlüsü ve hala en etkilisidir. Din ölümün gerçekliği karşısında insanların dağılmaması, kaosa sürüklenmemesi, toplumsal hayatı sona erdirerek kendi içine çekilmemesi, iş bölümünü devam ettirebilmesi, ölümün aşılmaz bir varlık olmadığına inanılarak duvara çarpıldığında duyulan hislerin, duyulmamaya katkıları olmakla birlikte bir çok yan etkileride beraberinde getirmiştir.
Nasılsa ölüm bir geçiştir, bir son değildir düşüncesi, insanın ölüme karşı verdiği mücadeleyi zayıflatmış daha da önemlisi yavaşlatmıştır.
Din bildiğimiz şekli ile insanın ölüm karşısında ki mücadelesinde paniğe kapılmasını önlemekle birlikte, paniğin insan beyninde yarattığı son dakika adrenalinin yarattığı fırtınaların keşfettirdiği çözümlere ulaşmasınıda engellemiştir.
Gerçi Dünya Savaşları ve küresel hastalık salgınları bu adrenali tekrar harekete geçirerek; insanların Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini ve hastalık aşılarını bulmasına neden olmuşsa da; din, ölümün insanın karşısında ki gerçek duruşunu he zaman şeffaflaştırmış ve pembe bir çocuk masalına dönüştürmüş ve bir efsane ve hatta yaşanılması gereken, çok ilginç sonuçları ve kazanımları olan bir maceraya çevirmiştir.
Din ölüme karşı insanların oluşturduğu en büyük sosyal hareket olmakla birlikte, kutsal kitaplar, Tanrı ile insanın hesaplaşmasında insanı Tanrı karşısında yanlız bırakmakta, ölümü ise insanlığın karşısında, Tanrıya boyun eğmesini sağlayan en somut gerçek ve ibret vesikası olduğunu açıkça belirtmektedirler.
Allah’la kulun arasına kimsenin giremeyeceği bütün kutsal kitaplarda belirtilmekte, ölümün insanın Tanrıya ulaşacağı bir geçiş noktası olduğu anlatılmakta, iyilerin cennetle mükafatlandırılacağı, kötülerin cehennemle cezalandırılacağı belirtilmekte, "Her canlı ölümü tadacaktır" denilerek ölümün kaçınılmazlığı vurgulanmaktadır. Böylece insana ölümü kabullenmekten başka bir yol kalmamaktadır.
Oysa yaşamın uzaması ve hatta ölümsüzlüğün keşfedilmesi konusunda bildiğimiz kadarıyla kutsal kitaplarda her hangi bir ifade bulunmamaktadır.
Belkide Tanrı’nın kitaplarında müjdelediği yaşamın uzaması ve ölümsüzlüğün keşfi ile ilgili ibareler, insanların Tanrıya olan inancını azaltacağı veya dinin kendisinden beklenen sosyal adalet ve hukuk düzenini sekteye uğratacağı veya insanların henüz buna hazır olacağı kültür seviyesinde olmadığı gibi kaygı ve kuşkularda ruhban sınıfını oluşturan din ulemaları tarafından insanlara tebliğ edilmediğini düşünmekte, bulunduğumuz noktada göz ardı edilmeyecek bir varsayım olarak algılamak gerekir.
Sonsuzluğun ve ölümsüzlüğün kıyılarında dolaşmak, ölümle alay etmek, bu maksatla gerekli gereksiz sebeplerle yaşamını tehlikeye atmakla hiç bir zaman mümkün olmadı. Mümkün olacağını sanarak kendini kandıranlar ise ya askere yazılarak savaşa gitti, yafa yeraltı dünyasının kurbanı olarak yaşadılar.
Yaşama hakkını insanın en doğal hakkı olarak gören medeniyet ve uygarlık havarileri bu hakkı başkalarının yaşamı üzerinde ipotek kurularak sağlanamayacağını hiç anlamadılar veya anlamak istemediler.
Öleceğini bilmem, ama ne zaman öleceğini bilmemek insanı her zaman bir ikilemde bıraktı. Bilmek ve bilmemek insanoğlunu geçmişte olduğu gibi bugünde bir boşluğun içinde bıraktı.
İnsanoğlu bu boşluğu doldurmak için dinden sonra en büyük hamleyi bilimle yapmıştır. Ancak bilimin özellikle tıp ilminin insan vücudu hakkında ki her yeni keşfi incelendiğinde insanın, vücudu tanımakta ne kadar az bir yol aldığını görmek, daha alınacak çok uzun yol mesafelerinin önümüzde uzayıp gitmekte olduğunu ortaya koymaktadır.
Yaşanan her şey bir daha yaşanabilir ama ölüm bir defa yaşanır. Çünkü ölüm yaşamın sonudur ve bugünün teknolojisiyle bir daha yaşanması mümkün gözükmemektedir.
İnsan vücudu ile ilgili bilinenlerin üzerine hergün yeni bir şey koyarken, insanların ölüme aynı mesafede olmalarını sağlanması yani insanların ortalama ömür süresinin arasındaki makasın daraltılması da insanın yaşama hakkının eşit paylaşımı yönünden hukuksal ve sosyal boyutuyla kanayan bir yara olarak önümüzde durmaktadır.
Açlık ve sefalet yüzünden az gelişmiş toplumlarda meydana gelen toplu bebek ölümleri bunun en çarpıcı boyutunu teşkil etmektedir.
Toplumlar silahlanmak için çok büyük paralar harcarken, Birleşmiş Milletlerin sembolik yardım fonları ve hükümet dışı kuruluşların (NGO) sembolik çalışmaları ile bu olayı insanlığın gündeminden uzak tutmaya çalışmaktadırlar.
Ama ölümün kapısına geldiğinizde yaşadıklarınızın mutlaka yanınızda olduğu asla unutulmamalıdır.
Bu nedenle 100 yıla yakın bir ömürle refah ve safahat içinde yaşayan gelişmiş ülke bireylerinin, ölüm saati, geldiğinde; açlık, yoksulluk nedeniyle 0-10 yaş gurubunda ki çocukların bedenlerinin de aynı ölüm saatini vaktinden çok önce yaşadıklarını düşünüp, düşünmedikleri hep merak konusu olmuştur.
Kim ne yaşadıysa kendisi için yaşar. Ama ölümü bildiğimiz gibi yaşar. Kendisinin ne için yaşadığını bilmeyenler ise ölümü bildiğimiz gibi yaşamaktan bile acizdir. Zira onlar toprak, hava ve suyun yanı sıra; vatan, bayrak, devlet ve diğer kutsal değerlerin ön plana çıktığı anda ölümün anlamını yitirdiğini asla anlayacak kadar geniş boyutla düşünmediler.
Onlar yaşamı toprak, hava ve su olaral algıladılar. Ve daha önce söylediğimiz gibi yaşamı bir satranç oyununa çeviren şah hazretleri, ölümün son hamlede insanlığı mat etmesine neden oldular.
Ve sadece yaşamın sonunda ki ölümü herkes yaşıyor. Ölümden sonraki yaşamı hiç yaşayan varmı sorusunu sorabildiler.
Ruh gökten geldi beden topraktan. Ve insan bu Dünya’nın üstünde yaşadı. Ve ölümden sonra herkes geldiği yere geri dönecektir dediler.
Unutulmamalıdr ki yaşam insanların bir kısmına değil insanlığa ait bir haktır. Hiç bir insanın başka bir insanın bu hakkını elinden almaya hakkı olmadığı gibi, böyle bir hakkın hukukundan da bahsetmek bile insan olmanın onuruna aykırıdır.
İnsanların bir kısmı insan vücudunun keşfi ve ölümsüzlüğü için yaşamlarını tüketirken, insanlarını birkısmını bu hakka ipotek koyması ne büyük bir çelişkidir ki; et ve sinirden bedenleri ortadan kaldırmak için her gün çelikten yeni bir silah üretilmektedir.
Yaşamın satır aralarında gizli olanlar, ölümün zirve noktasında açığa çıkarlar. Çünkü yaşamın insanoğlundan sakladığı en büyük sır ölümdür. Ölümü yaşamın beeli yapan insafsız çelişki, insanoğlunun mantığı ve yüreğini dengesiz kullanması ile açıklanabilir.
Her ne kadar bu Dünya’ya gelmemize karar verenlerin, ölümümüzde tek söz sahibi olmalarını doğal karşılamamız bize öğretilmiş olsada, sorgusuz sualsiz bunu kabullenmeyi de bunu kabullenmeyi de düşünen bir insan olarak içime sindiremedim.
Ama bunu içine sindirenler; hep ne zaman doğacağımızı bilmiyorduk ki ne zaman öleceğimizi bilelim dediler.
Eğer insan sadece ruh olsaydı ne zaman doğacağını bilirdi. Eğer insan sadece beden olsaydı ne zaman öleceğini bilirdi.
Oysa insan ruh ve bedenin bütünleştiği bir varlıktır. Bu nedenle tüm enerjisini yaşamak için harcayanlar ölmekle fazla bir şey kaybetmediklerine inanırlar.
Ve onlar için ölümle yaşam arasında ki fark nokta ile virgül arasında ki kadar ufak, tebesümle hıçkırık arasında ki fark kadar hüzünlüdür.
Ve onlar yaşamı şöyle algılarlar. Ve bu algıyı kör, sağır ve dilsizlere şöyle anlatırlar.
Yaşam sizin olamaz. Ama siz yaşamın bir parçası olabilirsiniz. Yaşamı öğrenmeyin ama yaşamın sizi öğrenmesine müsade edin.
Çünkü yaşam paylaşımla doğar. Üretimle zenginleşir. Hiç bir şey yapmazsanız hiç bir şey olmaz. Oysa beyin düşünür ve damarlarınızdaki kan sürekli hareket halindedir. Bunu enerjiye çevirmek ve üzerinde yaşadığımız Dünyayı cennete veya cehenneme dönüştürmek insanın elindedir. İnsan buna muktedirdir. Bu yetki insan verilmiştir. İnsan vücudunun muhteşem donanımı bu yetkini onayla belgesidir.
İnsanoğlu yaşamak için yaşamayı bırakıp, ölmemek için yaşamaya karar verdiğinde ölümsüzlüğü arayanlar çok büyük mesafe kaydedecek ve moral değerleri zirve yapacaktır.
İnsanoğlunun moral değerlerini ölüme rağmen yüksek tutma çabaları din ve bilimden sonra müzikle ölüme karşı üçüncü hamlesini oluşturur. Müziği evrensel kılan da budur.
Asırlardır müzik tınılarıyla ölüme başkaldıran insan ölümsüzlüğe de ben burdayım ve seni arıyorum demektedir.
Farklı ülkelerin toplumsal acılarını içeren folk müziklerinin insanı kendinden alıp götüren ezgileri ölüm karşısındaki çaresizliği, bir şey yapamamanın sıkıntısını aslında ne güzel anlatır.
Müziğin bizi alıp götürdüğü alemlerin varoşlarına pusu kuran statükocu zikir kurbanlarının ellerindeki teflere gizlenmiş yok oluş ayinlerinin, tekno-teknik gitarların tellerinde uzun saçlı ve dolgun göğüslü kız ve erkeklerin büyük bir şehrin meydanında, sonsuz bir huşu içinde titreyen kafalarının birbirinden tek farkı zaman ve mekandan başka ne olabilir ki ?
Kimbilir bazen hiç bir malzeme gerektirmeden bile, her insan tarafından icra edilebilme şansı olan, en yüksek algılanma düzeyine sahip müziğin yanısıra, onun kadar yaygın olmayan tiyatro, heykel, resim, edebiyat gibi daha ferdi sanat dallarıda, Tanrının ölümü ölümün panzehiri olarak insan bahşettiği, yetmiş yıllık kısacık hayatların ölüme rağmen yaşamı yaşanışır kılan, ölümden sonraki hayatta var olduğu bildirilen cennetin dünyada ki sanal yansılmalarının ip uçlarıdır belkide.
İnsanlar başka gerekçelerle uzay gemilerini uzay boşluğuna gönderselerde, motorsikletler ve yarış arabaları ile yerçekimi ve sürtünmeyi yenmeye çalışsalarda, yapılan her türlü insani eylemin arkasında, ölümü yenememenin, ölümsüzlüğe ulaşamamanın, kesilmiş kurbanlık koyunların son ayak tekmelerine benzeyen zavallı, aciz çırpınışları vardır.
İnsanoğlu bu nefis hesaplaşmasının sınırını o kadar çok zorlamaktadır ki, doğanın dengesini bozmanın bile bazan Tanrı’dan sanki sessiz bir intikam almanın gerekçesi olarak görmektedir.
Oysa ilk insandan, kıyametten önce doğacak son insanın bu Dünya üzerinde ki hakkı eşittir. Atalarımızın bizim kayıp nesillerimizden ve kuşaklarımızdan çaldıkları, doğaya sahip çıkarak, bizden sonra gelecek nesillere temiz bir Dünay bırakmak imkanı varken; atalarımızın gösterdiği bencilliği, hırsızlığı, acımasızlığı, "benden sonraki tufan" anlayışını, ne ölümsüzlüğün sırrının vermeyen Tanrıdan intikam almak gibi çarpık bir düşünceyi başarıya ulaştırması, ne de ölümsüzlüğü yenemiyoruz bari doğada ki diğer güçleri alt edelim gibi paranoid sendromu gerçekleştirmesi mümkün değildir.
Zira Tanrı ölüm karşısında çaresiz kalan insanın kendisi ile bu restleşmeyi yapacağını görerek, insanı bu Dünya’nın efendisi olduğunu ve dünyadaki herşeyin onun hizmeti için yaratıldığını kitaplarında inanlara tebliğ etmiş ve bu gücü, bu kozu elinden almıştır.
Tanrı "Her insan ölümü tadacaktır." tebliği gerçek olsa bile insanın ömrünün uzamayacağın dair herhangi bir tebliği bukunmamaktadır.
Eğer cennet var ise bu Dünyada kötüler hep var olacaktır. Eylemleri insanlığın bilgi ve teknoloji kültürünün gelişmesine bağlı olarak şekil değiştirse de bu Dünya’da kıyamete kadar var olacaktır.
Zira bu Dünyanın cennetten tek farkı kötülerin varlığıdır.
Eğer ölümü yenemiyorsak şimdilik kötüleri ve kötülükleri yenmekle bu yolda bir adım atabiliriz. Hiç olmazsa bu Dünya’yı cennetin bir parçası yapabiliriz. Mekanlar aynı olduktan sonra mekan değişikliğinin insanını ruhunu daha az ızdıraplı hale getireceği ve insan bedenine daha az acı vereceği aşikardır.
İnsan ölüme karşı tüm varlığı ile ve oluşturduğu kültürle kafa tutmaya çalışıyor. Aklı ile bilimi, ruhu ile Dini ve kulağı ile müziği; ölümsüzlüğün kilometre taşları halinde tarihine, bugününe ve geleceğine yansıtan insan; bunlarlarda yetinmeyerek; aşk, moda ve yemek ile tenini, gözünü ve damağını da bu ölümsüzlük mücadelesine ortak etmiştir.
Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Romeo ile Juliet, Pol ve Virjini ve daha nice aşk hikayesi ölümsüzlüğün kıyamete taşımaktadır kendi yol hikayesinde.
Adem ile Havva ile Tanrı’nın cennetinde başlayan ve daha sonra Dünya’da devam eden kadın ve erkek arasında ki aşk denilen çok özel ilişki zaman içinde insanı yaşamın ölümsüzlüğünü aşkın sürdüğü sürece yüreğinde ve benliğinde hissetmesini sağlayan en öemli ritüel haline gelmiştir.
Aşık olan kadın ve erkek için zaman durur. Herşey anlamsızlaşır. Sadece sevda ve sevdiği insan vardır yaşamında. Zaman onunla başlar onunla sona erer. Ten onunla canlanır onunla ölür. Yürek onunla çarpar onunla durur. O varken açlık tokluk hissi sona erer. O varken uyku unutulur. O varken dünyanın en güzel şarkıları yazılır. Güneşin yedi rengi fark edilir. Yaşamın keyifine aşkla ve aşık olunan kişiyle varılır. Ölüm, hastalık, savaş, pahalılık, sayamadığmız tüm Dünya gaileleri vız gelir tırıs gider. Yani samanlık seyran olur matemler düğün bayram. Hele de birde bebekle süslenirse aşk. Yemede yanında yat. Ölümü sevdiği insanla karşılamak en büyük hayalidir insanın. Öyleki iki tarafta önce gitmek ister bu mümkün olmazsa Tanrı’ya ölüme beraber gidilmesi için dua edilir.
Aşk ölümü unutturur ama ölüm aşkı unutturamaz. Aşkla geçen bir ömür ölümlüye ölümsüzlüğü yaşatır. Aşkını yitiren insanların yaşayan ölüye dönmesinin nedenide budur. İnsanlar aşkla Tanrı’nın ölümüne karşı dayanışma gösterirler ruhsal ve fiziksel anlamda. Aşık olmadan ölmek insanı bekleyen en acı, en sefil ölüm şeklidir.
Ölümü Tanrı icat etti. Din, bilim, sanat, aşk, moda ve yemeği insanlar keşfetti. Tanrı’nın kitaplarında ki haram ve helalleri incelediğimizde insanların olmasını istediğimiz yapının, medeniyetin yani din, bilim, sanat, aşk ve diğer sosyal kültür birikimlerinin insanı ulaştıracağı noktaların paralellik arz ettiğini görürüz.
O zaman insana düşen görev medeniyeti dünyanın bir bölümünde çok ileriye götürmek değil, tüm insanlığı medeni hale getirmektedir. Aksi takdirde Tanrı’nın kitaplarında ki ideal insan ve ideal sosyal hayatla, Dünya medeniyetinin yaratacağı değerler bir yerde paralelliği bırakacak ve çakışacaktır.
İdeal ölümsüzlüğü bu çakışmanın yerine paralelliği bir sarmaşık gibi birbirini sararak ilerlemesi ile elde edebilir.
Aslında ölümsüzlük, insanların ölümünde saklıdır biraz. Belki de daha önce insanlar ölümsüzlüğü buldukları için kendi sonlarını hazırladılar. Çünkü ölümsüzlük belli bir süre doğum sürecinin kısıtlanmasını getirdi. Eğer ölümsüzlükle birlikte doğuma çare getirilmez ise Dünyada ki kıt kaynaklar biter dediler belkide. Toprak, hava, su yetmez. Buda doğumu sona erdirir. Zira insan ölümsüz olunca ürettiğini miras olarak devredemez. Paylaşmaz. Yani değişim sona erer diye düşündüler.
Gerçektende ölümsüzlük ataleti sıfırlar. Herşey sabitlenir. Bildiğimiz, ürettiğimiz bütün kültür insanın ölümlülüğü üzerinedir. Tanrı insanlığın ölümsüzülüğü için insanları ölümlü olarak yarattı.
Zira ölüm; insanı soyunu devam ettirmek kaygısıyla üreme çareleri aramaya iter. Oysa ölümsüzlük bu arayışı sona erdirir. İnsan ölümü yenemeyeceğini anlayınca; paylaşmayı, yardımlaşmayı, üretmeyi, sevmeyi, aşık olmayı, saygıyı, büyüklerine iyi davranmayı, küçüklerini korumayı öğrendi. Ölüme karşı evrensel ve ulusal ahlaki değerlerle dik durmaya ve güçlü olmaya çalıştı.
Ölüm insana çalışmayı, mücadele etmeyi, yılmamayı, umut etmeyi keşfettirdi. Ölümsüzlük duyguyu, acımayı, kıskanmayı, hayal kurmayı, ağlamayı, gülmeyi herşeyi ama herşeyi siler götürür.
Kıyameti beklemek bu çelişkinin en absürd noktasıdır. Ölümsüzlüğün sonu kıyamettir. Kıyamet belkide insanın ölümsüzlüğü keşfettiği andır. Her insan ölümü mutlaka tadacaktır ifadesinde belkide kıyameti sembolize etmektedir. O halde insanın bildiği ölümsüzlük, insan ömrünün kıyamete kadar uzamasından başka bir şey değildir.
O halde ölümsüzlük sonsuzluğu sembolize etmez. Sonu kıyamet olan bir kavramdır ölümsüzlük. Yani insan yaşamı sonsuzluğu keşfetse bile, kıyamet oldukça, insan ömrünün sonsuzluğu bir anlam taşımayacaktır.
Her insan ölümü tadacaktır ifadesi insanın bütün organları sonsuzluğa kadar yaşayacaktır kavramıyla çakışmayacaktır.
Ölümsüz beden ölümsüz ruhta olursa ölümsüz ruh hürriyetine hiç kavuşamayacaktır. İşte kıyametin sırrı buradadır. Ruhlar bedenlerden ayrılmadığı takdirde ölümden sonraki hayatın olması mümkün olmayacaktır.
O halde insanoğlunun ölümsüzlüğü bulduğu tarih, kıyametin başlangıcı olacaktır. Zira insanlık kendi kıyametini kendisi yaratacaktır.
Tanrı tarafından özgürlüğün ve teslimiyetin sembolü beyaz kundak ve kefen arasında insana hediye edilen yaşam; ana rahminde şekillendiği andan itibaren, mezar içinde sona erdiği son ana kadar beyin ve yürek denilen iki bekçiye emanet edilmişse de, bekçilerin her zaman yaptıkları gibi uykuya daldıkları veya kaytardıkları zamanlarda sahipsizliğin ve öksüzlüğün verdiği, panik, üzüntü, çaresizlik ve terk edilmişlik gibi duygularla mücadele etmekten yorgun düşmekte ve bu yorgunluğun acısını akıl ve yürekten uyandıkları zaman nefsine uyarak, isyan ederek, ihtiyacından fazla tüketerek ve bu suretle çabucak yıpranarak ve çok kısa sürerek fazlasıyla çıkarmaktadır.
Eğitilmeyen beyinler ve duygusuz yürekler boşa geçen kısa ömürlerin istenmeyen sahipleridir. İnsanlığın ölümsüzlüğü bulduğu tarih akıl ve yüreğin uykuya yatacağı tarihtir. Yani kıyamet alık ve yüreğin uykuya yatmasıyla başlayacak, insanlar düşünmeden ve acımadan, tükettikçe şişmanlayan, şişmanladıkça mantık ve iradesini kaybeden birer varlık haline ve canlı topluluğuna dönüşecektir.
Yaşam ölümle alay ettiği müddetçe cesaretle beslenir. Ve bu cesaretle yaşamın kısalığı esneklik kazanır. Yani en kısa zaman birimi insanın duygularında uzadıkça uzar. Bu uzun yolun vektöründe meydana gelen patlamalar, ölümün birer ayak sesi gibi insanın beyninde derin yankılar bırakır. Her derin yankı insanın ruhuna cesaret vermekte birlikte, insanın bedeninde unutulmaz yıpranmalar yaratır ve silinmeyecek izler bırakır.
İşte o zaman insan bir çiçek kadar sessiz ve bir kuş kadar hafif olmak ister. Çünkü çiçeğin kokusu aynı atmosferde yol alır yani kuşların kanatları altında ki havayla. Ölümle alay etmediğinizde yaşamınızın ölümün en çaresiz ve korumasız oyuncağı olduğunu hissedersiniz.
Bu kapsamda rüya her gece ölüme yatmanın sanal yaşamla mükafarlandırılmasıdır. Ve insanoğlunun ruhu rüya, düş, hayal ve sanrılarla sonsuzluk uykusuna hazırlanır.
Yaşam ve ölüm sessizlikle gürültünün hesaplaşmasıdır. Yani yaşam sestir. Ölüm sessizlik. Sessizliğin içindeki gürültü ne kadar kısa ise gürltünün içindeki sessizlik o kadar uzundur. Bu yaşamın içinde ölümün ne kadar kısa, ölümden sonra veya ölümün içinde yaşamın ne kadar uzun olduğunun işaretlerini taşır.
İnsanın insanla, insanın şeytanla hesaplaşması yaşamın içinde, insanın Tanrıyla hesaplaşması ölümün içinde gerçekleşir. İnsanın hesaplaşma takvimi kıyametle son bulacak ve şeytan Tanrıyla kıyametten sonra hesaplaşacaktır.
Ne kadar bilinçli olursa olsun, ne kadar irade gösterirse göstersin, Tanrı insanı şeytanla mücadele etmesi için, yüreği ve beyniyle başbaşa bırakarak tarafsızlığını insana yaşamı bağışlayarak dengelemiştir.
Felsefi anlamda yaşam ne kadar güçlü ise, bilimsel anlamda o kadar bilinmeyenlerle dolu ve dinsel anlamda o kadar kısadır. Cesaret, keşif ve sürat insan ruhuna, toprak su ve havanın insan bedenine verdiği diriliği, gümrahlığı, güç, kuvvet ve kudreti verir.
İnsan ruhunu cesaretini toprakta, keşfetme duygusunu havada, sürat duygusunu suda şekillendirir.
Ruhu ve bedeni bu şekilde kaynaşan ve bir uyum mabedi haline gelen insanın şeytanın karşısında yüreği ve aklı ile dimdik durması, belkide Tanrı’nın ne kadar büyük ve erişilmez olduğunun en somut kanıtıdır.
Dünya hayatında kendisi ve şeytanla hesaplaşmasını tamamlayan insan ruhu nedenini terk ederek görevini yerine getirmenin huzuru içinde, geldiği yere geri döner ve sahibine teslim olur.
Dinin yukarıda anlattığım şekilde tanımlanan yaşam, asırlar boyunca aslında hiç şekil değiştirmeden yoluna devam etmektedir. Değişen insandır. yaşam insanın kendisini şekillendirmesi için doğayı insanlığın sonsuz kullanımına sınmuştur.
İnsan zamanın sonsuzluğunu zaman kavramıyla belgelemeye çalışmıştır. Zaman su gibi akmaz. Zaman sabittir. İnsanın ömrü zamanın içinden su gibi akar. Ömür gelip geçmez. İnsan ömrün içinden gelip geçer. İnsan içinde bir su damlası kadar yaşadığı için zamanı kıskanır. Aslında zaman için insanın kullandığı, matematiksel peryodik hareketlerin salınımları tabiat olaylarına endekslendiği için; insanın tabiatla sessiz ve sonsuz bir anlaşmasından bahsedilebilir. Ama onun dışında insan tabiatla hep kavga halinde olmuştur. Efendisi olduğu bir oluşumla sürekli didişme halinde olmak insana hiç yakışmamıştır. Çünkü insan zamanıda, tabiatıda hep hoyratça kullanmıştır. Hoyratlık insanın estetik duruşunu hep bozmuştur.
Oysa zaman insanın taihinin altın anahtarıdır. Bu anahtarın kaybolduğu ve reddedildiği zaman; insan kimliksiz, kişiliksiz, ruhsuz bir maddeye döner. Asıl tarihi ve zaman; güneşin, ayın ve dünyanın hareketlerine göre değil; dünyanın sahip olduğu yer altı ve yer üstü zanginlik kaynaklarının; insanlar tarafından tüketilme süreci yani, Dünya’nın yıpranması, bu süreç içinde insanoğlunun bu kaynakları tüketirken ulaştığı bilimsel ve teknolojik medeniyet geldiği ileri safhada oluşur ve yol alır.
Fakat bu süreç zıt yönde ilerler. Dünyanın oluşumu tarihin başlangıcının sıfır noktasıdır. Ve sonsuza doğru yol alır. Bu tarih aynı anda teknolojininde başlangıcıdır. Dünyanın oluşumu ise zamanın sonsuzluğudur. Ve bu zaman dünyanın yıpranmasına bağlı olarak sıfır noktası olan kıyamet gününe doğru ilerler.
Yani insanlık tarihi teknolojinin sonsuz gelişimine doğru yol alırken; insan dünyanın sonsuz nimetlerini tüketerek, zamanı dünyanın yok oluşunda sıfırlayacaktır. Zaten bilinen zaman sistemide dünyanın güneş etrafındaki hareketini bitirmesiyle sonlanacaktır.
Ve insanlık tarihi beyninin gelişimine bağlı olarak,dünya zaman sistemini aşarak kendisine yeni bir zaman kavramı bulacak ve medeniyet tarihi sonsuz yolculuğuna devam edecektir.
İşte insan ;bilinen zaman kavramını yitirdiğinde kimliksiz, kişiliksiz ve ruhsuz bir maddeye dönüşmemesi için medeniyet ve bilimsel gelişme hızının dünyayı tüketme hızının mutlaka üzrine çıkarmak zorundadır.
İnsanın bilinen RNA ve DNA yapısı dünyanın zaman süreci ile ilgili gelişiminin şifrelerini saklamaktadır. Ama tarih sürecinin yani teknoloji gelişiminin şifrelerini insanoğlu taşıdığı halde bunu insanlık henüz keşfedememiştir.
İnsanoğlu bu dünyanın bilinen zaman kavramına göre bilinen sonunu yaşadıktan sonra yeni bir zaman kavramına geçerken, şu anda bedeninde mevcut olan fakat henüz bilinmeyen şifrelerinin çözümlerini kullanacaktır.
Her yeni gün insanlık tarihinde sonsuzluğa atılan bir adım, her yeni gün zamanın başlangıcının kısalacağı yeni bir başlangıç ve dünyanın sonuna açılan umutsuzluk kapılarının kanat çırpışlarıdır.
Ölüm insan hayatının, kıyamet zaman kavramının sonudur. Aynı ölüm insan bedenini kültür şifrelerinin gelişmiş olarak yeni bir bedene aktarılması ve bilim ve teknolojik gelişmelere açılan sonsuzluğun ara kapılarından biridir.
İnsan bedeni nasıl üreyip çoğalırsa, insan ruhuda üreyip çoğalmaktadır. Din ruhun tek bedeni olduğunu, bazı inançlarda bedenden bedene ruhun yer değiştridiğini belirtmektedir. Ama beden gibi ruhunda üreyip çoğaldığını hiç kimse belirtmemektedir. Her doğan yeni beden ve ruhun belli kısmı kendisini üreten anne ve babaya, bir kısmı anne ve babanın soylarına, geriye kalanıda anne ve babe ile onların soylarından ve ruhlarından farklı olarak yepyeni bir beden ve ruh bölümünü teşkil etmektedir. İşte geleceğin şifreleri ruh ve bedenin bu yeni bölümünde bulunmaktadır.
Ölümsüzlüğün ayak sesleri, ölümün ayak izlerinde gizlidir. Ve ölümsüzlüğün yankısı ölümün ritmini her gün biraz daha yavaşlatır. Ölümsüzlüğün insan hayatındaki rolü ölümün bilinmeyen yönünü açığa çıkarmakla anlam kazanır.
Ölümsüzlüğü yakalamak için ölmek, ölümsüzlüğü mükafatlandırmak için dirilmekten daha cesurca bir davranış biçimi olarak algılanmalıdır. Ölümsüzlüğün darağacında sakladığı her emare, ölümlüler için en değerli tapınak sunağı olmuştur. Ölümsüzlüğe tapanlar, şeytanın esiri, ölümü tevekkülle karşılayanlar tanrının misafiri olmuşlardır bu dünyada. Tutkularını esir olan her ölümlü, ölümsüzlüğün hayal dünyasında her zaman günah çıkarmışlardır tanrıdan utanarak. Ezelin ebedden tek farkı ölümün ölümsüzlük içinde aldığı yolun, ölümsüzlüğün ölümün içinde gezindiği an kadar kısa olmasıdır.
İnsanoğlu ölüm ve ölümsüzlük arasında pragmatik bir denge kurarken tercih yapamamanın yarattığı paradoksun zincirini kırmakta her zaman tereddüt etmiştir. Ölüm nefsin, ölümsüzlük vicdanın vekilidir. Her nefis kırıntısı vicdanın camdan duvarlarına çarptıkça ölüm, ölümsüzlüğün en sıcak iklimlerinde bile kristalleşip, kar tanesi olarak geri dönecektir.
Başarının doruğuna çıkmış, en meşhur insanlar, dünyaya hükmetmiş en meşhur krallar bile söz konusu ölüm olunca, yaşarken ölümsüzlüğün en ufak bir kırıntısını elde etmek için, en büyük hırsızlıkları yapmaya bile gönüllü olarak ve isteyerek razı olmuşlardır.
Gerçi onları ölümsüz olmak için kimse davet etmemiştir. Nefislerinin vicdanlarıyla yaptıkları her mücadele ölümlü olmanın çaresiliğiyle sessizliğe ve yenilgiye bürünmüştür.
Yenilgi insanoğlunun kabullenmediği, kabullendiğinde ise kendisinden nefret ettiği ve yenilgiye sebep olan kavramıda yani ölümüde ısrarla görmezlikten geldiği, yokmuş gibi davrandığı bir ruh haline girer.
Ölüm benim ikiz kardeşim, ben ölümün son çocuğuyum demek ne kadar doğruysa, ölüm benim gölgem, ben ölümün ışık kaynağıyım demek o kadar yanlıştır.
Ölümle birlikte olmak ve ölümsüzlüğü tanrının cennetinde sadece ruhuyla yaşayacağını bilmek, insanı kendi kendini kandırmak için mi değil mi , yani ne olduğunu bilmdiği bir sona bilerek, isteyerek ve arzuyla gitmek için hazırladığı bir inanç töreninin anayasasıdır.
Ölüm, ölümsüzlüğün çelişkisi, ölümsüzlük ölümün alternatifidir. İki metre bez ve bir kalıp sabunum ceketimin iç cebinde yaşarım diyen nice kabadayı; bombasının pimi elinin altında nice canlı bomba, protesto için kendini benzine bulayan ve çakmağı elinde tutan nice sevdalı, yaşamlarını ortaya koyup sırası gelmeden azraili davet ederken sanılmasın ki, ölümsüzlüğün çelişkisini yaşadıkları için ölüme kucak açarlar.
Onlar sadece ölüme kafa tutarken, ölümsüzlüğün sadece bir hayal olmadığını keşfetmenin zevkini bir an olsun yaşamanın hazzını duymak isterler.
Son, yani bitiş, yani tükeniş, yani stabil olma durumu ölüm müdür. İçinde yaşadığımız dünyadaki bütün olgular, son diye bir kavramın olmadığını gösteriyor. Dünya nizamını kuran güç, insanların ölümün bir son, son değilse ölümden sonraki hayatın ne olduğunu merak edeceklerini düşünerek, insanın ölümden sonraki hayatı görebilecek bilim seviyesine kadar olan süreçteki meraklarını gidermek için, dünya nizamını ritmik evreleri olan peryodik, fasit bir dairesel bir hareket olarak yaratmıştır. Can vermediği her maddenin bu ritmik hareketini insanoğlunun görmesine müsade etmiştir.
Eminim ki insanoğlu önce bitkilerin, sonra hayvanların ve en sonunda onların üstüne bina ederek kendisinin ölümden sonraki hayatını keşfedecektir. Bugünkü kültürümüzle ölüme başkaldırmak, ölümle alay etmek olaral algılansa da, ölümle alay eden orduların, en yürekli şövalyeleri, kendilerini hastalıkların çözümüne adayan doktorlardır. Onların insan bedeninin sorunlarına buldukları her ufak çözüm, ölümsüzlüğe giden bilimsel süreçte ki bir büyük duvarın tuğlası olacaktır.
Ölümsüzlük aşama aşama keşfedilebileceği gibi bardağı taşıran son damla olarak birden bir olayla da, bir kişi tarafından da çözülebilir.
İnsanın hem kendisi hemde zıddı hakkında hiç bir şey bilmediği çözemediği tek kavram gurubu ölüm ve ölümsüzlüktür. İnsanoğlu öldükten sonra ölümsüz olmadığı gibi ölümsüz olduktan sonra da ölmesi mümkün değildir. Buda madde yok olmaz sadece şekil değiştirir kavramıyla çelişir.
Tanrı ölümü bedene, ölümsüzlüğü ruha vermiştir. Ölümsüz bir olgunun, ölümlü bir olguda esir kaldığı süre bu esaretin acısını hissetmememesi için dünyayı yaratmıştır. Nitekim doğumdan önceki hayat ta en az doğumdan sonraki hayat kadar meçhuldür.
Ve insanlar kundakla kefen arasında ölümsüzlüğün ve ölümün ortak destanını yaşamaktadır.
YORUMLAR
OKUMA SONRASI İLK ALGI OLGULAŞTIRMASI:
An da sürekli unutmak !
"..Bilim denilen deneysel platform, insanla ilgili herşeyi tanımlayabildiği halde, ölümü ve insanın ölümü algılama biçimini hala sağlıklı bir şekilde açıklayamamaktadır."
"Belkide Tanrı’nın kitaplarında müjdelediği yaşamın uzaması ve ölümsüzlüğün keşfi ile ilgili ibareler, insanların Tanrıya olan inancını azaltacağı veya dinin kendisinden beklenen sosyal adalet ve hukuk düzenini sekteye uğratacağı veya insanların henüz buna hazır olacağı kültür seviyesinde olmadığı gibi kaygı ve kuşkularda ruhban sınıfını oluşturan din ulemaları tarafından insanlara tebliğ edilmediğini düşünmekte, bulunduğumuz noktada göz ardı edilmeyecek bir varsayım olarak algılamak gerekir..."
Ölümü; sevdiği -aşkıyla değil ama- ve diğer yarısı saydığı insanla ve de sevip inandığı erdemlerle karşılamak :)
İnsanın kıyameti, gerçekten de ölümsüzlüğü -bulursa ki- bulduğu an olacaktır. Büyük hareketsizlik veya büyük hareketteki değişezliğin sabitlenmesi ! Hareket /hız ve değişim.
"..Oysa zaman insanın taihinin altın anahtarıdır. Bu anahtarın kaybolduğu ve reddedildiği zaman; insan kimliksiz, kişiliksiz, ruhsuz bir maddeye döner. Asıl tarihi ve zaman; güneşin, ayın ve dünyanın hareketlerine göre değil; dünyanın sahip olduğu yer altı ve yer üstü zanginlik kaynaklarının; insanlar tarafından tüketilme süreci yani, Dünya’nın yıpranması, bu süreç içinde insanoğlunun bu kaynakları tüketirken ulaştığı bilimsel ve teknolojik medeniyet geldiği ileri safhada oluşur ve yol alır.
Fakat bu süreç zıt yönde ilerler. Dünyanın oluşumu tarihin başlangıcının sıfır noktasıdır. Ve sonsuza doğru yol alır. Bu tarih aynı anda teknolojininde başlangıcıdır. Dünyanın oluşumu ise zamanın sonsuzluğudur. Ve bu zaman dünyanın yıpranmasına bağlı olarak sıfır noktası olan kıyamet gününe doğru ilerler..."
Tümdengelim betimlemeleri oldukça güzeldi. Zaman; tümdengel(in)eninde bir insan -tümevarımı- içindeki eylemselliktir !..
Mekanı ölüm/yaşam arasındaki onurlu yada onursuz mücadelesidir!.Aklı, yüreği çokca değinmeyip yazı içeriği anlamında azda bıraktığınız -vicdan-ıyla elbet..
"..Ölüm insan hayatının, kıyamet zaman kavramının sonudur... "
Çok doğru bir önerme bence bu yazdığınız!
Uzun bir yazı, bizim ilk okumamızda gördüklerimizi alıntılayarak girizgah yaptık.
Epey katkı gerektirecek.
Hoşlanarak ve onca uzunluğuna rağmen sıkılmadan okudum.
Yalnız yazım yanlışları epey veya çokca var.. Bunları tashih edelim lütfen. Güzelliğini bozuyor :)
Saygılar.
Göktürkmen tarafından 9/14/2008 8:58:05 PM zamanında düzenlenmiştir.
Nasılsa ölüm bir geçiştir, bir son değildir düşüncesi, insanın ölüme karşı verdiği mücadeleyi zayıflatmış daha da önemlisi yavaşlatmıştır.
ölümle mücadele etmenin bize bir faydası yoktur.Eğer ölüm olmasaydı herkes yaşasaydı yaşabileceğimiz bir yeryüzü bulabilirmiydik?Ayrıca yaşı ilerlemiş sağlıksız bireylerle dolu kalabalık bir dünyanın güzel olabileceğini düşünebilirmisiniz.
ölüme bir nimet gözüyle bakın,
Necip fazıl kısaküreğinde dediği gibi
Ölüm güzel şey,budur perde altından haber,
HİÇ GÜZEL OLMASAYDI ÖLÜRMÜYDÜ PEYGAMBER,
ustaca yazılmış bir yazıydı saygılarımla,