- 745 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
446 - ÇEKİRGE
Onur BİLGE
“Günaydın, şanslı adam!” diyerek, İhsan girdi içeriye. Dede, bir gün önce onu evire çevire yendiği için bu sözün kendisine olduğunu hemen anlayarak:
“Günaydın, acemi çaylak!” diye gülümseyerek cevap verdi ona.
“O ne demek, dede? Acemi çaylak da ne demek?”
“Ne demek olacak? Toy, tecrübesiz, beceriksiz, deneyim sahibi olmayan demek. Yetişmemiş kişiler için kullanılan bir deyim.”
“Çaylak, kartal ailesinden, ortalama altmış santim boyunda, yırtıcı bir kuş değil mi?” diye aklı sıra hava attı, İhsan. Dede altta kalır mı!
“Ağır gövdeli bir kuş… Onun için yavrularına uçmayı öğretmesi epey uzun sürer. Onlar sık sık yere düşerler. Anladın mı Çekirge?” diye kıs kıs güldü.
“O yüzden mi acemi denmiş onlara?”
“Galiba o nedenle halk dilinde böyle bir deyim meydana gelmiş. Adam yenilir, yenilir de öyle yenilmez! Üç mars arka arkaya… Aşkta kesin kazanırsın! Kim bu şanslı kız, yahu?”
“Ne kızı ya?”
“Senin aşkta kazandığın, Çekirge…”
“Kim ve nasıl olduğu belli değil ama kumarbaz olmadığı kesin… Öyle olsaydı beni yetiştirirdi.”
“Doğru söyledin. Kızlar bile senden iyi bilir. Sana öğretebilir tavlayı. Gelip gidip yenilecek misin şimdi sen, dedeye?”
“Belli olmaz. Zaman döner, zar döner. Hep öyle yağlıca ballıca gelir mi!”
“Beceriksizliğini zara yükleme, Çekirge! Zora geldin mi zara sataşmaya başlıyorsun. “Gideyim de şunu güzelce öğreneyim de geleyim, ele güne karşı rezil rüsva olmayayım!” demiyorsun da… Kaç defa verdim tavlayı koltuğunun altına: “Öğren de gel!” diye…”
“Bu sefer seni yenmezsem, bana da İhsan demesinler!.. Madem öyle, gel böyle!” diye, tavlayı kaptığı gibi geldi, Acemi Çaylak. Dedenin önüne çektiği sehpanın üstüne koydu, açtı ve pulları dizmeye başladı. Bu arada dede söyledi de söyledi… Bir sürü söz sıraladı:
“Yenilen pehlivan, güreşe doymazmış! Anlaşıldı! Sana üç mars az gelmiş! Üç daha yapalım da çift dikiş olsun! Pekişsin, sökülmesin! Virane tarihine altın harflerle yazılsın! Duymayan bilmeyen kalmasın! Tavlayla oynamak yok ama. Bak, peşin söyleyeyim… Bir milim yerinden oynatmayacaksın! Yoksa külahları değişiriz! Fark etmezsem, kurtarırsın paçayı, fark edersem, alırım paçanı! Seninle mi uğraşacağım, oyun mu oynayacağım! Açı değişti, kalk ayarla, yine otur! Kımıldadı, kalk tekrar vaziyet al, otur! Zaten dizlerim tutmuyor! Topuğum yerinden çıkacak gibi sızlıyor! Belim öte yandan… Eğilmeye neye gelemiyor. Kopacak gibi ağrıyor. Kulaklarımda buzdolabı çalışıyor. Yine tansiyonum mu çıktı, nedir? Dört yanımda dört mum yanıyor! “Haydi, çocuğu kırma, Necmettin!” diyorum, sıvıyorum kolları… Keyfimden dört köşe olarak değil, canımı dişime takarak oynuyorum.”
“Öyledir, dedeciğim tabi ya! Kastanyetleri takarak oynayacak değilsin ya!” Bir kahkaha koptu!.. Dede yerinden zıpladı! Hışımla İhsana vuracakmış gibi bir hamle yaptı. O anda o bir metreden fazla geriye çıkarak tedbirini almıştı zaten. Onun için eli havada sallanmış oldu. Aslında vuracağı falan yoktu. Şaka yapar, şaka kaldırırdı. Deforme olmuş, bakımsızlıktan ve tütünden sararmış, aralarında sabah kahvaltısı artıklarıyla iğrenç bir şekilde ortaya çıkan takma dişleriyle gülüyor ve çok kızmış gibi söylenip duruyordu:
“Şimdi ben sana üçayak oyun havası nasıl oynanır, öğreteceğim! Az kaldı!”
Dedeye baktıkça, katıla katıla gülüyorduk. Kimimiz dansöz kıyafeti içinde hayal etmiş onu, parmaklarındaki kastanyetleri şakırdata şakırdata kıvırır vaziyette, kimimiz Karmen kıyafetinde, bir elinde kastanyet, bir elinde def… Ben de şalvarlı bir Romana benzetmiştim. Dümbeleğin önünde döktürüyor. Omuz silkiyor, gerdan kırıyor, arada bir göbek atıyor, fındık kırıyor. Gözümüzün önünde canlanan ve bizi kahkahalara boğan o imajların silinmesi epey bir zaman alacağa benziyordu.
“Nasıl oynanıyor o oyun, dede?” diye yavaş yavaş çektiği sandalyeye oturdu, İhsan. Oyuna hazırdı.
“Üç mars öne doğru gidiyorsun, üç mars arkaya doğru… Yanlara da aynı şekilde gidersin. Sen alışıksın, ayak uydurmak için hiç de zorlanmazsın!”
Bu söyleşi bu şekilde oyun boyunca sürdü gitti. Oyun oynamıyorlar, atışma yapıyorlardı sanki. İkisinde de gün görmemiş sözler vardı. Pulları vura vura oynuyorlardı. Kıyasıya bir savaş yapar gibiydiler. Biz de heyecanla izledik, oynamış kadar olduk. İhsan ilk oyunu kaybetti. İkinci oyunu kazandı. Üçüncüde yine mars oldu. Define kaçın kurasıydı! Kuru gürültüye pabuç bırakır mıydı!
“Kıran kırana bir savaş oldu, dede!” dedi, Neşeli Neşe. “Tebrik ederim! Elinin ucuyla yeniverdin, Acemi Çaylak’ı.”
“Acemi Çaylak’a mı çıktı adımız? Bunlar ısınma hareketleri… Yarış henüz başlamadı. Savaşı o zaman göreceksiniz siz! Ben biraz gevşek oynadım da ondan… Şimdi, yaşlı başlı adam, çoluğun çocuğun önünde rezil olmasın diye… Biliyor musunuz? Dile düşmesin, diye… Sizin dilinize bir düşerse… Maazallah!..”
“Savaştan bahsetmeyin, çocuklar! Çok acı bir şey o! Geçmişteki o savaş zamanlarını düşünüyorum da… Okuduğum, bildiğim kadarıyla… Allah Vatanımızı muhafaza etsin! Böyle Kıbrıs Çıkartması gibi olmuyor, savaşlar. Yalnız cephelerde kalmıyor. İşgal altında olmak, ne acıdır, bilir misiniz? Açlıktan mı bahsetsem, kıtlıktan mı? Salgın hastalıklar bir yandan, fukaralık bir yandan… Enflasyon ona keza… Bazı açıkgözler çıkar ortaya… Fırsatçılar, karaborsacılar…
Alman Harbinde neler yaşandı bu Ülkede! Kuraklık bir taraftan, kıtlık bir taraftan… İmalat tamamen durmuş. Mamul madde yok. Ekmek kıt, şeker karaborsa… Karne devri… Her şey karneyle alınıyor. Buğdayı, pirinci izin belgesiyle taşıyabiliyorsun.
Asker Ocağındakilere ve Köy Enstitülerindekilere günde üç yüz gramlık tayın… O öğrenciler, silahlı eğitimle savaşa hazırlanmış vaziyetteler. Bir gözünüzün önüne getirin ve düşünün! Hani zaman zaman hayattan şikâyet ediyorsunuz ya…”
“Evet, dede ya…" dedi İhsan. "Biraz bayatlamış olan ekmekleri yemek istemediğimde ya da yemek seçtiğimde anneannem bana kızar. O da senin gibi Karadenizlidir. Buğday unu ne gezer… Mısır unu falan da kalmamış da savaş zamanı, kuru mısır öşeleklerini el değirmenlerinde çekmişler, o talaşla arpa ununu karıştırıp yoğurarak ekmek yapmışlar. Tarhanaya bulgura kaşık sallamışlar. Yedikleri mısır kaçamağıyla pırasaymış.” Orçun da duyduklarını bildiklerini anlattı:
“Ekmek yemek bulamamışlar da ağaçların köklerini kazıp çıkararak yemişler. Karınları öyle doyurmuşlar. O şekilde körlemişler nefislerini. Bir de bit varmış. Bit paçadan akarmış! Öldür öldür bitmezmiş, deli gibi kaşındırırmış! Kurtuluş Savaşı sırasında bitlenen askerler, elbiselerindeki bitleri temizlemeye çalışmışlar, baş edememişler. Savaş meydanında nerede yıkayıp kaynatacak, nasıl ütüleyecekler! Onlardan kurtulmanın tek çaresi varmış. Karınca yuvalarını bulmak ve onları çıkarıp oraya bırakmak… Karıncalar bitleri alıp yuvalarına götürürlermiş. Onlar bitleri yermiş.”
“Sen o kıtlık dönemini biliyorsun değil mi dede? Ne kadar sürdü? Halk ne yaptı o zaman, o durumdan kurtulmak için?” diye sordu, Neşe.
“Bilmez olur muyum kızım! Savaşın bitmesinden iki yıl önceydi. O kadar yağmur duası sonrasında yağmurlar başladı. Nasıl bir sevinç, nasıl bir mutluluk! Birer avuç tohumu olan ekti baktı büyüttü, hasat zamanı gelince mahsulü kaldırdı da gönendi. O zamanlar daha çok buğday ve patates ekildi. Çeltik de önemli bir besin kaynağıydı. Pirinç yetiştirmek çok daha zordur ama erinmediler, çalıştılar çabaladılar da açlıktan, sefaletten kurtardılar kendilerini.”
“Çeltik bataklıkta yetişir, değil mi? O sivrisinek olayının sebebi… Sonra bataklıklar kurutulmuş.”
“Evet, kızım. Sıtmayla epey bir zaman mücadele edildi. Millet kinine dayandı! Çocukların kolları bacakları çırpı gibi, karınları davul gibi şişti. Büyüklerin de öyle… Sivrisinek öyle bir felaketti işte! Bir de çekirge belası vardı. Çekirge istilası… Ekinlere musallat olurdu. Ordu gibi gelirlerdi. Ne varsa silip süpürür, bütün mahsulü yiyip bitirirlerdi. Onlar tarlalara bahçelere musallat olurlar, ekinleri, meyveleri, ağaç yapraklarını ve çiçekleri, dişlerinin kestiği her şeyi yerler. Elbise, eşya, kapı, pencere, döşeme, tavan demez kemirirler. Çekirge sürüleri, salgın hastalıklara da sebep olur. Göç mevsiminden önce ürerler. Yumurtalarını toprağa gömerler. Koloniler halinde yaşarlar, bulundukları yerlere büyük zararlar verirler. Çiftçilerin baş düşmanlarıdır. Binlerce çeşidi vardır. Yiyecek bulamadıklarında Afrika’da çocukları bile yemeye kalkmışlar. O kadar tehlikelidirler.” Mahir, dini bilgisini şöyle sergiledi yine:
“Bütün bu felaketleri Allah veriyor ki insan haddini bilsin de yola gelsin! Kudretiyle ayrı ayrı alametler gönderiyor, bazılarını belalara duçar ediyor. Tufanlar, çekirgeler, haşereler, kurbağalar… Yetmezmiş gibi savaşlar oluyor. Kan gövdeyi götürüyor! Belaya uğradıkları zaman musibetin defi için dualar yapıyorlar, tövbeler ediyorlar, düze çıktıkları zaman verdikleri sözlerden dönüyor, inkâra devam ediyor, bildiklerini işliyorlar. Günahkâr birer kavim oluyorlar. Suçlarının cezasını da orada çekecekler. Yanlarına kâr kalmayacak. Allah’a isyan eden, günah işleyen böyle kişiler, gözleri düşkün düşkün, zelil ve hakir bir vaziyette çekirge sürüleri gibi mezarlarından çıkacak, korku ve saygıdan kendilerini kaybetmiş halde etrafa yayılacak, Rablerine doğru koşacaklar.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 446
YORUMLAR
Mahir'in sözlerini düşündüm uzun uzun. Bu dünyayı insanlara cehennem eden canilerin hesabı öteki tarafa kalmamalı sanki. Yani mazlum bu tarafta da görmeli Allah'ın adaletini. Şüphesiz O'nun adaletinden ve hikmetinden sual olunmaz. Ama insanız işte; içimizin soğuması gerekiyor.
Kıtlık yılları Türkiye'de çok gerilerde kalmış değil aslında. Bundan yirmi yıl öncesinin taşralarını düşünüyorum da...Biz gerçekten fakir ve geri kalmış bir ülkeyiz. Kimse şehirlere bakıp aldanmasın.
Sevgili yazarım, bu gerçekleri insanın gözüne gözüne sokmadan hikayeye yedirerek kaleme almanız yarınlar için çok kıymetli bana göre. Hep dediğim gibi; bittiği zaman mükemmel bir eser olacak. Daha anlatacak çok şeyiniz var biliyorum. Bitip kitaplaşmasını sabırsızlıkla bekliyorum. 446 bölümün hiçbir bölümünü aksatmadım. Kendi kendime vay be dedim şimdi :) Tarih resmen.
Çok sevgilerimle canım yazarım.