- 606 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
444 – TAVSİYE
Onur BİLGE
Define, çoban ateşidir. Issız dağ başlarında yanan cılız bir ateş… Başkaları için yanar da yanar… İhtiyacı olan yanına yaklaşır, işi biten çekilir gider. O hep dağ başında, yapayalnız, çarnaçar kalır.
Şimdilerde yavaş yavaş sönmeyi beklemekte… Közlenmekte, küllenmekte… Yüreğindeki yangınlarla yana yana, için için… Yana yana, iç çeke çeke… Birkaç kara kömür parçası kalacak, ondan geriye… Birkaç avuç kül…
Kül olacaktır her canlı gibi nihayetinde… Kul olan kavrulacak, kül olup savrulacak.
Bazı ülkelerde cesetleri yakılan insanlar geldi aklıma. Son bir kez giydirilip kuşatılan, canlıymış gibi… Etrafları çiçeklenen, süslenen… Cennetteymiş hissi verilen… Böylece teselli olmaya çalışılan…
Yaşıyormuş da halinden ziyadesiyle memnunmuş, çok mutluymuş da tebessüm ediyormuş gibi makyaj yapılan… Önce son bir defa hayran hayran bakılan, cümlesi cennet yolcusu farz edilerek uğurlanan, bir süre sonra da yüksek hararetli, ağızları kapalı fırınlarda yakılan… Ya da odun yığınlarının üstünde cayır cayır yakılarak seyrine bakılan… Geride külleri kalan… Külleri nehirlere savrulan, ya da yakınları tarafından kavanozlar içinde saklanan… Genellikle salonlardaki şöminelerin üstlerindeki raflara konan, sık sık bakılan…
Yıllarca bir arada yaşanan, sonra kalıntısı yakılarak ortadan kaldırılan, turşu gibi kavanozlara kurularak saklanan, kitap gibi raflara sıralanan…
Sahi nasıl yâd ediliyordur onlar? Acaba “Sen de bizim gibiydin, bir zamanlar. Bir ömrü yaktın kül ettin, sen de yandın, kül oldun!” diye mi? Bir insanı canlı canlı değilse bile yakmak ve külüne bakmak nasıl bir duygudur ki?
Pembeleştirilen yanaklarının mı kırmızılaştırılarak gülümsetilen dudaklarının mı külleri onlar? Saçlarının mı kirpiklerinin mi? Yoksa hayatı boyunca içinde sakladığı, kimselere göstermediği kemiklerinin mi? Acaba kimlere, nereleriyle nerelerinin külü?
Ölü, öyle ya da böyle örtülü… Ölüm de örtülü… Ancak ölen, ölürken aralayabilir o tülü… Can verirken ancak bazı kişiler görebilir o Gül’ü… Gül, sembolü olmuş onun. Kokusu gül kokusu… Cennet okusunu alanlar alabilir ancak o gül kokusunu.
Her insan bir kitap… Bir roman… Onun için ben tanıştığım kişilere çok soru sormam. Sorularımla bunaltacağıma, onu dikkatle izlerim. Sükûnetle dinlerim. Ona yakın olur, onunla soluk alırım. Define de bunlardan biridir.
Yanına gelenlere, elinden geldiği kadar fayda sağlamak için kendisini paralar ama zaman zaman hiç yaşamamışlığından yakınarak için için ağlar. Herkese güneş misali biteviye ve sebil sıcaklık yayar, kendisiyse sevgisizliğinde buz tutar, ilgisizlikten donar. Ara ara dönüp arkasına baktığında gördüğü yavan hayat, kalan ömrü için hiç de ümit verici değildir. Kapatır kapılarını pencereleri, perdelerini çeker. Yine de her önüne gelene aynı nutku çeker. Ne pahasına olursa olsun sevgiyi önerir, aşkı tavsiye eder.
“Kapanmayın! Kapatmayın kendinizi benim gibi… Bana bakmayın siz! Benim hayatım bitmiş! Bu zamana kadar ne buldum ki bundan sonra bulacağım! Bir ömür boyunca kuru kuru sevmeyi bildim ben. Hem de ne sevmece… Öyle böyle değil… Yana yakıla…
Elimde çelik asa, ayağımda demir çarık, gece demedim gündüz demedim, yol tepeledim. Dereler tepeler geçtim, dağlar ormanlar aştım… Şu yere batasıca aşk dünyasını karış karış dolaştım. Ona sataştım, buna bulaştım… Sevdim sevdim… Sadece sevdim. Sevmeyi bildim. Başka bir şey bilmedim. Sevdikçe sevilmedim hiç. Sevildiğimi hissetmedim. Sevdikçe yalnızlaştım. Hâsılı, yol ararken düz yolda şaştım.
Bende ümit tükendi. Kalmadı hiçbir beklenti. Siz öyle yapmayın! Hangi yaşta, hangi konumda, hangi durumda olursanız olun, kapatmayın kendinizi. Mutlaka sevmeye istekli, sevgiye açık olun. Ne olursa olsun, yorulmadan koşun! Arayın bulun, neredeyse sevgi! Arayın bulun neredeyse aşkın yolu! O yolda mutluluk var. İçinde huzur da huzursuzluk da var ama olsun! O, o haliyle güzel! Her haliyle muhteşem! Onsuz hayat tatsız tuzsuz, yavan ve buruk… İşte size tavsiyem budur! Boş konuşmaz bu moruk!” der.
“Arzum bu! Yazık oluyor bana. Hayatım boşa geçiyor. Allah yar ve yardımcım olsun! O istemese yaprak kıpırdamaz! Zulme de seyirci kalmaz. Mutlaka var bin bildiği...” gibi sözler eder çoğu.
“Sen, herkesten önce kendini sev! Kendine bak! Bu, bencillik değil! Mutlu musun kendi dünyanda? Mutlu olmayı başarabiliyor musun? Yani mutluluk, biliyorsun beklenince gelmez, çabaya bağlıdır. Yoksa kederlerini deşeleyen, hüzünlerini köpürten biri misin? Yalnızlığını buzlukta muhafaza eden, acılarını mayalayan miskin misin?” diyerek, iğneleyici, eleştirici sorulara başlar. Soruların içinde olumsuzluk yatmakta ve acayip bir şekilde sırıtmaktadır. Böylesi sorular yöneltirken, üzerinde “Sakın öyle yapma ha!” yazılı bir pankart kaldırarak muhatabını sessizce uyarmakta, nasihatini sinsice iletmekte, alt yazı halinde geçerek incitmeden iğnelemektedir.
“Mutluluk çok farklı bir şey! Milli piyango gibi… Herkesin büyük bir istekle dilediği, dört gözle beklediği, son dakikaya kadar kimlere vuracağı asla belli olmayan irili ufaklı ikramiye… Talih kuşlarının kimlere konacağı ve başlarında ne kadar duracağı belli değil! Ben çok şansız bir insanım! Bana asla konmaz! Şanssızlıksa, hiç peşimi bırakmaz! Heykel var ya… Bütün Bursa oraya toplansa, insanlar balık istifi yığılsa, iğne atılsa yere düşmeyecek kadar dolu olsa, gökten iki lanetli halka düşse, kimseye değmez ikisi de üst üste benim boynuma geçer!.. İşte o kadar talihsizim ben!” diye yakındı, aramıza yeni katılanlardan biri olan İrfan, yine böyle bir tiradı dikkatle dinledikten sonra.
İrfan, her söylenene itiraz eden, yetmezmiş gibi tüm olumlu olasılıkları yok sayarak, nerde akla hayale gelmeyecek bir olumsuzluk varsa onu bulup getiren, öne süren bir karaktere sahiptir. Her zaman bardağın boş kısmını görür ve göstermek için gözlere sokar! Yüzde birlik bir aksilik olasılığı varsa, yüzde doksan dokuzluk beklentiyi görmez ve göstermek istemez, o ihtimali allar pullar, yüreklere şüphe olarak yollar, insanın ruhunu karartır, içini sıkar! Ona kimse katlanamaz! Arkadaşlığına bir haftadan fazla dayanılamaz! Böyle yapa yapa birkaç gün içinde çevresinde kimseyi bırakmadı. Kısa sürede hepimizi bıktırdı usandırdı! İrfan demek, muhalefet demek! İrfan demek, karamsarlık demek! En sabırlımız Orçun’dur. Onun bile canına yetirmiş! Ona bile:
“İllallah!..” dedirmiş. “Ya bu nasıl bir adam, arkadaş!? Artık kaldırımda yürümekten bile çekinir oldum! “Ya bir arabanın freni patlarsa, kaldırıma çıkarsa, sana çarparsa…” diye bir başlıyor!.. En kötü ihtimalleri sıralıyor. Bunların ardı arkası gelmiyor!”
Onu da öyle kabul etmek lazım ama nasıl? Belki milyonda bir rastlanabilecek bu kişilik de bir süredir aramızda… Bizse çıkmazlarda, bunalımlarda… Dede bile:
“Bir deve buldum. Çekerim gelmez, salarım gitmez!” diyor onun için. “İrfan’a laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha zor! Adamın olumlu tek düşüncesi kalmamış! Beyni ters takılmış bunun galiba! Kafası tersine çalışıyor!” diyor. Herkes yaka silkiyor! Bunun böyle olduğunu o da biliyor. Yanlış yaptığını da… Fakat kendisini engelleyemiyor. Değişmesi gerektiğini biliyor, uğraşsa da değişemiyor.
“Bırakın sarhoşu, yıkılıncaya kadar gitsin!” diyor dede. “Onda bu karakter kemikleşmiş. İstese de değiştiremez kendisini. Olumlu düşünmeyi öğretmemişler vaktinde. “Onu yapma! Bunu yapma! Onu yaparsan böyle olur! Bunu yaparsan şöyle olur!” diyerek, tehlikelerin mübalağalı bir tarzda altlarını çizerek menfi bir karakter geliştirmesine sebep olmuş olmalı ebeveyni. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, düzeltemeyiz! Müspet bir şey kalmamış dünyasında! Maalesef, hayatı böyle devam edip gidecek artık! Bu adam, müteşebbis olamaz! Ticaret dahi yapamaz! Denize bile dalamaz! Asla risk alamaz! Korkularıyla ürkek ve singin yaşar, sefalet içinde, yapayalnız… Nihayetinde, kimsesiz ve çaresiz ölür gider.” diyor, yüzüne karşı.
“Olumlu düşünmeliyim, dede ama yapamıyorum! Elimde değil ki! Aklıma nerde olumsuzluk varsa o geliyor. Ne yapacak olsam böyle hissediyor, hiçbir şey yapamıyorum! Onun için bu zamana kadar hemen hemen hiçbir dalda başarılı olamadım. Biliyorum, değişmeliyim, değiştirmeliyim bu kafa yapısını ama nasıl? Doksan dokuz olumlu düşünce geçse beynimden, tamamı minicik, cüce… O bir olumsuzluk var ya… Dev gibi… Doksan dokuzunu da almış ayağının altına, pire gibi ezmekte… Deli gibi gezmekte beynimin içinde… Kalbimin altını üstüne getirmekte… Ben çok mu memnunum bundan? Çok mu mutluyum böyle sanki? Elimde değil ki!” diyor.
“Huylu huyundan vazgeçmez! Kırk yıllık Gani, olur mu Yani! Bu zamana kadar binlerce kişi geldi geçti elimden… Ben senin gibisini görmedim, evladım! Hırlısı geldi, hırsızı geldi, uslusu geldi, arsızı geldi, senin gibisini ilk defa görüyorum! Seni yürekten, şöyle canı gönülden tebrik ediyorum! Devam et! Bildiğini yap ama etrafına olumsuzluk yaymaya devam etme! Bunun ne sana yararı olur ne de çevrendekilere… Düşüncelerin mümkün mertebe sende kalsın! Dışarıya tedirginlik ve huzursuzluk yaymayasın!”
O da şiir meraklısı… Yazar yazar, cebine koyar gelir, bir fırsatını bulur, kalkar okur. On gün kadar önceydi. Yine bir şiir yazmış bir gece. Şiir değil, her türlü felaketi, her çeşit belayı dillendiriş, güya kabulleniş… Aslında baştan sona isyan!..
“Amma da huzursuz bir ruhun varmış ha! Bela paratoneri gibisin mübarek! İsyan bayrağını göndere çekmişsin!” dedim. Adı, Bela Paratoneri kaldı.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 444