- 808 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
443 - BELA PARATONERİ
Onur BİLGE
“Hayat insanlar için önceden hazırlanmış değildir.” dedi Define. “Herkes ortaya koyduğu hayatın içinde yaşar. O öyle bir kumar masasıdır ki ona ne koyarsan onu alabilirsin. Hiçbir şey almayabilirsin de belki ama en azından kazanabilme umudunu taşıyarak oynayabilirsin. Hiçbir şey koymadan o masaya oturamaz, o kumarı oynayamazsın! Hepimiz çocuk olduk. Sokaklarda koştuk, oynadık. Düşme ihtimali de vardı ama onu aklımıza bile getirmedik! Her an düşme, yaralanma, kolumuzu bacağımızı kırma ihtimali vardı ama biz her an bunu düşünseydik, kendimizi oyuna nasıl verebilir, coşku içinde kıran kırana nasıl oynayabilirdik? O zaman oyunun tadı çıkar mı! Hiç oynama, daha iyi… Korkularınla yaşa!”
“Risk taşımayan oyunlar oynamak lazım! Neden kendimi göz göre tehlikeye atayım ki!” dedi, Bela Paratoneri.
Kendince bir takım tedbirler alıyordu ama belki de farkında olmayarak çekindiklerini düşünce kanalıyla üzerine çekiyordu. Mutlaka öyle oluyordu. Çünkü o kadar temkinli olduğu halde başı beladan kurtulmuyordu.
“Hangi oyunun riski yok?”
“Mesela tavla, dama, satranç… Ne bileyim… Böyle kol bacak kırılmayacak… Kafa göz patlatılmayacak…”
“Bütün oyunlarda risk vardır, evladım. Hiçbir risk olmasa bile kaybetme ihtimali vardır. İlle de ille menfi bir şeyler arayıp bulmak şartsa, onda da bulunabilir. Zor mu! Mesela bir tartışma çıkabilir. Rakibin tavlayı kaldırıp kafana geçirebilir! Olur ya! Böyle bir ihtimal de var diye oynamamak mı lazım!
Hayat da tekrarı olmayan, uzun ya da kısa, risk dolu bir oyun, hatta büyük bir kumardır! Kıran kırana oynanır! Kimisi koyduğu kadarını alabilir, kimisi az, kimisi çok… Her şeyini kaybederek don gömlek kalan da olur benim gibi… Böyle zıpzırlak! Çırılçıplak, şahi merdan… Böyle kalabilirim diye intihar mı etseydim! Hayatı, bulduğum yerde yaşadım. İyisiyle kötüsüyle, derdiyle tasasıyla, kederiyle neşesiyle… O öyle bir güzeldir ki her haliyle güzeldir. Ağlarken de gülerken de… Ağlatsa da güldürse de, süründürse de, öldürse de… Her türlü cilvesine rağmen yaşamaya değer!”
“Hayatta her attığın adıma dikkat etmek lazım! Yanlış bir adım atmaktansa yerinden kalkmayacaksın!”
“Yerinde sayacaksın yani… Öyle mi? Vay oğlum vay!.. Sen bu kafayla, yaşayacağına öl, daha iyi! Hayat pencerenin önünden çalgısıyla şarkısıyla, ıslığıyla üflüğüyle geçsin, sen yerinde dur, kıpırdama! “Aman dışarıya çıkarsam, yanlışlıkla biri bana omuz atarsa…” kaygısıyla öylece kal orada öyle! Kuşkunla baş başa otur! Korkundan put kesil, öylece dur! Gençlik ölmüş yahu! Ölmüş de kaldıranı yok!.. Allah Allah!.. Ne günlere kaldık!”
“Tabağına kötümserlik koyarsan, kaşığında o çıkar. İyimserlik yoğurmalısın. O zaman kabarır, taşar. Çevren de istifade eder. Sevgi üretmelisin, sevgi vermelisin ki alasın! Alamasan da onlarda kalsın! Naçar kalmazsın. İmalatı zor da değildir, masraflı da… Maliyeti sıfırdır. Getiri ihtimali akıl almayacak kadar yüksektir.” dedi Orçun. Ben de:
“Mutluluk da kendiliğinden gelmez. Ona zemin hazırlamak lazım. Davet etmek lazım… Nasıl misafir gelmeden önce evimizi, kendimizi, ikram edeceğimiz yiyecekleri hazırlıyorsak öyle bir hazırlık gerektirir. Bir de davet etmek gerekir, doğal olarak. Hazırlanmadan ve davet etmeden beklersek ya gelir ya gelmez. Gelse de kapıdan döner ya da çok oturmaz. Dediğim gibi olursa belki yatıya bile kalır.” dedim, komik bir şey söylemişim gibi herkes güldü. Define:
“Doğru söylüyorsun, Semiray.” dedi. “Bir zamanlar alkol alırdım. İçki de dilediğini verir insana. Ismarladığını masana getirir. Yani her şey bizimle ilgili… Az içersen çakırkeyif eder güldürür, çok içersen ağlatır. Ağlattığıyla da kalmaz, başını belaya sokar Maazallah!.. Ne ekersen onu biçersin. Bizimki bela musibet ekiyor, onları biçiyor. Bu gidişle hiçbir zaman mutlu olamayacak! Peki, sen ne kadar mutlusun Semiray? Nasıl bakıyorsun o pencereden?
“Antalya’da Düden, Manavgat ve Kurşunlu şelaleleri var. Bu çağlayanlar çağıl çağıldır. Gürül gürül akarlar. Her yere, herkese fayda sağlarlar. Suları sebildir. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler için kendilerini feda ederler. Fakat kimse onlara yarar sağlayamaz. Verdiklerinin zerresini iade edemezler. Onlar ağlayarak çağlayarak ömürlerini sürdürürler. Başlarını kayalara, taşlara vurarak paralanıp dururlar. Yürekleri çok sevgi üreten insanlar da öyledir. Senin gibi, dedeciğim. Benim gibi…” “İlhan gibi…” dedim içimden. İç sesimle söyledim ama yürekten hissederek. Onu kimse duymadı. O benim sır sesimdi. Sırrını sırrıma verenle, sırrımı sırrına verdiğimle aramdaki sessiz ses… Sessiz… Nefessiz…
Bir iç ses… Bir iç ses ki sessiz, nefessiz… O ses ki en gerekli nefes! Hayatıma hayat katan, derdime ilaç olan… Mutluluğumun başlıca sebebi… Yaşam kaynağım… Coşkum, sevincim… Onunla dile getiririm hislerimi… O benim duygularımın dili… Onunla düşünür, onunla yazarım duygularımı, düşüncelerimi. Konuşacak kimse olmasa da bana yalnız olduğumu hissettirmez o ses… İçim konuşur durur. İçimin konuşması, yazdıklarımdan okunur. Öyle şeyler konuşur ki ruhum, onlarla kendimi bulur, kendim olurum. O tasarlar, toparlar, evirir çevirir, düzenler hissettiklerimi, zihnimden geçenleri, parmaklarımın ucuna gönderir. Ona göredir çiziktirdiklerim. O benim dediklerimi der, ben onun dediklerini kaydederim. Çok hızlı konuşur. Çoğu zaman hızına yetişemem. Gecikirsem, unuturum söylediklerini. Bir daha çok zor anımsayabilirim. Çoğu zaman kaydedemediysem, kaybederim. Onun için onu can kulağıyla dinlerim. Hislerim konuşturur onu. Düşüncelerim konuşturur. Susarsa, bomboş olurum. Bir hoş olurum. Sarhoş olurum. O, ancak o zaman susar. Kendimi bilmez halde olursam… Uyuklarsam… Uyursam… Belki ölürsem…
“Ne kadar güzel dile getirdin, Semiray! Aferin sana! Şiir gibi anlattın. Yazan, nasıl da belli ediyor kendisini! Çok okumanın faydası bu! Tuttuğun yolu bırakma hiç! Azimle yürü, sonuna kadar! Git gidebildiğin kadar!”
“Ömrüm oldukça okuyacağım, dede. Ömrüm oldukça yazacağım. İçimde, beni yazmaya zorlayan biri var. Fısıldar durur. Bazen durdurmaz, bazen uyutmaz. Aklıma bulaşır, dilime dolaşır, kaleme ulaşır, kâğıtla buluşur, herkese konuşur. O zapt edilecek gibi değil! Bizim oraların akarsuları gibi… Bir kaya dibinden fışkırmaya görsün! Bir yol bulur kendine, akar da akar…”
“Sular geçtiği yerleri. Bağları bahçeleri… Koca Antalya ovasını… Öyle değil mi? Feyiz verir toprağa, hayat olur yaprağa… Onlar da öyle olacaklar ya! Yol bulup çıkacaklar piyasaya. Yayılacaklar okurlara… İyiyi, güzeli, doğruyu diyecekler. Huzur verecekler onlara… Mutlu edecekler… Şimdiden kutluyorum seni, Tatlı Cadı! Bak, sakın şımarma! Başıma çıkma ha!..” Cevap vermeme fırsat bırakmadı, İrfan. İrfanını sevdiğim:
“Semiray! Bak, söylemedi deme! Senin o yazdıkların var ya…”
“E? Ne olmuş yazdıklarıma? De hadi, de! Çekinme! Söyle!”
“Felaketin olacak senin! Göreceksin! Bir gün başın derde girecek! Hapislere gireceksin! İrfan dediydi, diyeceksin! Seni şimdiden uyarayım…”
“Sus ulan! Almayayım ayağımın altına ha!.. Bu ne yahu! Sen nasıl bir adamsın be! Kızı neden korkutmaya çalışıyorsun? Ben biliyorum onun neler yazdığını. Hepimiz biliyoruz. Sevgiye, aşka ne zaman yasak konmuş? Hırsızı uğursuzu, dolandırıcı bulandırıcısı dışarıda gezsin, Semiray içeri girsin! Öyle mi? Ulan ne menfi adamsın be! Pes doğrusu! Pes!..”
“Ama dede, görüyoruz, duyuyoruz… Yazar çizer takımından yolu oraya düşmeyen kaldı mı! Yalan mı söylüyorum şimdi ben! Bursa hapishanesinin bile dili olsa da söylese… Nazım Hikmet mi desem, Orhan Kemal mi desem?”
“Orası öyle de… Şimdi bu kızcağızla ne alakası var! O ikisi Bursa Cezaevinde aynı koğuşta kalmışlar, biliyor musunuz, çocuklar? Orhan Kemal şiire meraklıymış. Nazım Hikmet ona şiiri yasaklamış, onu öykü ve roman yazmaya yönlendirmiş. Epey de emek sarf etmiş, yetişmesi için. O güzelim romanlar o şekilde ortaya çıkmış. Orada roman yazmaya başlamış ve sonra Arkadaş Islıkları, Gurbet Kuşları, Yalancı Dünya, Hanım’ın Çiftliği, Bir Filiz Vardı, 72. Koğuş gibi eserlere imza atmış.”
“Nazım Hikmet orada yazdığı bir şiirde:
“Yüklü yemiş dallarıdır kollarımız,
silkeler durur düşman, silkeler durur bizi.
ve yemişimizi daha rahat, daha kolay toplamak için,
vurur prangayı ayağımıza değil, vurur prangayı kafamızın içine...” demiyor mu!”
“Diyor. Hatta Çankırı Cezaevinde beraber kaldıkları Yaşar Kemal’e bir mektup yazarak ondan bahsediyor: “Burada bir adaşın var! Onun adı da Kemal!” diyor. Geceleri birlikte tahtakurusu ayıklarlarmış. Radyodan ajans dinlerlermiş. Nazım Hikmet, radyonun yanındaki duvara abus insan resimleri çizmiş.
“Bursa’da cezaevinde
Kapatmışlar bir devi
Ellerini ısıtsın yüreğimin alevi…”
Nerden hatırıma getirdin şimdi bunları! Hiç işin yok mu senin, İrfan?
“Aziz Nasin, Kemal Tahir, Necip Fazıl…”
“Yeter, oğlum! Sus yahu! Ne güzel ad koymuş Semiray sana! Bela Paratoneri!”
“O kadar çok ki! Hepsini sayamam zaten, dede! Sustum! Sustum!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 443
YORUMLAR
Merhaba,
Ne kadar uzun bir yol kat etmişsiniz...
Takip edemedim bu hikayeleri... Birbirinin devamı mı, yoksa ayrı
hikayeler mi her biri ?
Sevgiler