- 400 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TIRNAK ÇOCUK- 20
Üç beş gün İstanbul’da kafalarına göre gezip tozmak istiyorlardı. Necmiye Hanım, eski mesleğinden kurtulmanın iç huzuruyla kocası Cüneyt Bey’e âdeta tapıyordu. Her ne kadar erkeklere karşı diş bilemiş olsa da yüreğindeki boşluğu aşk’la doldurmuş olmasıyla uçurumun kenarından paçayı kurtarmıştı. Kocası olacak şu tırnak çocuk denen her tarafı kıllı gence abayı yakmakla hayatında tek yaptığı doğru seçenek olmuştu. Tırnak Çocuk, şimdi Cüneyt Bey olmuştu. Ağzından kocacım, aşkım, sevgilim çıktıkça bir daha çıkıyordu. Sanki yaşamında miladî bir yıl olmuştu. Her şey tersine dönmüş, kara bulutlar uçup gitmişler, gökyüzü masmavi oluvermişti birdenbire. İstanbul’un sokaklarını, caddelerini sevgilisiyle el ele dolaşırken havayı göğsüne çekiyor, ciğerleri davul gibi şişiyordu. Her taraf araba ve insanla kum gibi kaynamaktaydı. Gerçi insan kalabalığına aşinalığı vardı. Kerhanede çalışırken erkekler, pencerelere abanıyor; pencereleri kıracaklarmış gibi adeta camlara yapışıyorlardı. Kâh anadan üryan kâh ince bir bez parçasıyla mahrem yerini kapatıp oturduğu koltuktan erkeklerin yutkunarak, heyecanlı bakmaları pek ilgisini çekmiyordu ya imzaladığı borç senetleri hatırına naçar kalıyordu. Kaç kez intiharı düşünmüş, birkaç kez de denemişti ya iyi ki gebermemişim, diye içinden dua ediyordu. Erkeğin hası karşısına talih kuşu gibi konmuştu. İyi ki tam bilet gibi çıkmıştı. Çeyrek olsaydı; kolunu, bacağını, belden aşağı, belden yukarısını arkadaşlarına kaptırması içten bile değildi. Şimdi tek başına tepe tepe kullanacaktı. Beraber yürürken eli, kocasının avuçları içerisindeydi. Elleri nasırlı ve güçlüydü. Pısırık erkeklerden oldum olası hoşlanmazdı. Erkek dediğin biraz maço olmalıydı. Öyle kadın kılıklı çıt kırımlardan nefret ederdi. Zaten kerhanedeyken müşterilerini seçerken bu özelliğe çok dikkat ederdi. Erkeği, kendisini dozer gibi ezip geçmeliydi yatakta. Buralarda onu tanıyan olmazdı. Tanısalarda umurunda değildi zaten. Zavağı, onların hepsini alt ederdi alimallah. Zavağı demişken bu kelime artık tarihe karışmıştı, kerhaneden el ele çıktıkları gün. Artık zavağa mavağa gerek yoktu. Bundan böyle hanımefendi ve beyefendi gibi yaşayacaklardı. İstanbul’ a az çok aşinalığı vardı ama pek gezip tozmamıştı şimdiki kadar. Yıllar öncesi gelip Karaköy’deki kerhanede çalışmıştı. Her yerde olduğu gibi burada da tip tip erkekler gelip geçmişlerdi üzerinden. Hiçbirine de en ufak bir duygusallık hissetmemişti. Köyündeki horozların tavukların üzerlerine binmeleri gibi oluyordu onlarla temasları. İki ileri geri hamle, al parayı sonra şutla gitsin.
Galata Köprüsü’nden Karaköy tarafına geçmek üzereyken zınk diye adımları kızaklamıştı. Bir an için eski günler gözlerinin önüne gelince yüreğinin derinliklerinde acı hissetmiş, Cüneyt Bey’ e:
“ Sevgilim, geriye dönelim mi? “demişti.
Neden diye sormamıştı kıllı kocası. Yine aynı şekilde yürüyordu koluna girdiği kocası. Mintanın düğmelerinin dördü açık, kıllar dışarıya fırlamış durumda altın madalya sağa sola sallanmaya devam ediyordu. Film artistlerine benzetiyorlardı etraflarındaki hayranları. Ne böyle bir erkek ne de kadın görmüşlerdi bu zamana dek. Cüneyt Bey’i Erol Taş’a, Necmiye Hanım’ ı da Muhterem Nur’a benzetiyorlardı. Hatta imzalı birer resim bile istemeye başlamışlardı. Altın madalyon sallandıkça, Eminönü’nde ne kadar ayaktakımı varsa ağızlarından sular akmaya başlamış, yutkunup duruyorlardı. Madalyonu kim kaparsa onun olacaktı ama bir türlü cesaret edemiyorlardı. Adam, dişli birine benziyordu.Alimallah dozer gibi ezip geçerdi.
Galata köprüsünde balık tutanları izlediler. Dünya kadar balık tutan vardı.Birkaçıyla sohbet bile ettiler.
“ Emeklilik günlerimiz, boşu boşuna kahve köşelerinde heba olmasın diye hem denizi seyrediyoz, hem de stres atıyoz,” diyorlardı.
Necmiye Hanım:
“Biz de emekli olunca buraya gelir balık tutarız, olmaz mı kocacım?”
Cüneyt Bey:
“Olur yavrum. Sen ne dersen olur.”
( devam edecek)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.