- 637 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
442 - KARDEŞ
Onur BİLGE
Her insan bir romandır ama dede, okumalara doyulmayacak bir romandır. Hayatı çoklarından pek farklı değildir ama ayrı bir tadı vardır her bir kesitinin. Tadı çıkarıla çıkarıla okunmalıdır. Bir fincan kahve eşliğinde… Huzur içinde… Ara sesler olmadan… Kesintisiz, parazitsiz, net… Anten dönmemeli, yayın kesilmemeli. Fakat ne yazık ki hiçbir zaman böyle olamıyor. Mutlaka ya bir olay, ya da bir misafir, mutlaka bir şey mani oluyor, araya ayraç koymayı gerektiriyor. Bazen de fazla gerilere gidiyor ve aşırı kederleniyor diye biz üstüne gitmek istemiyor, tadında bırakıyoruz.
O gün de istenmeyen bir çocuk olduğundan bahsederken aşırı duygusallaşmıştı. Konuşmamıza ara vermek zorunda kalmıştık. Oysa olayın gerisini hepimiz merak ediyorduk. Neşe daha fazla dayanamadı, çekingen çekingen:
“Dede! Bir şey sormak istiyorum. Şey, yani… Sen daha sonra anneni aradın mı? Yani nüfus cüzdanının arkasındaki o yazıyı okuduktan sonra?” O da canı sıkılmış bir vaziyette, kaşlarını çatarak, cevapladı:
“Hayır. Aramadım. Neden arayayım? Beni, en anaya muhtaç zamanımda memeden kesen, ellere teslim eden kadın, ana mıdır! Hem bir kere olsun beni aramış, sormuş mudur! Lanet okumak âdetim olsaydı, şimdi derinden bir lanet okuma zamanıydı ya… Neyse… Yedi mahalleye zararı var!”
“Öyle deme, dede! Kadıncağız kim bilir ne durumdaydı! İnsan canından çok sevdiği yavrusundan öyle böyle bir sebepten ötürü kopamaz! Vardır onun büyük bir nedeni…” dedi Orçun.
“Sebep ne olursa olsun! Kedi yavrusu olsa bile zor kıyılır da verilir başkasına. O beni öyle bir vermiş ki bir daha hiç mi hiç görmemecesine!.. Arayıp sormamacasına! Nasıl içi dayandı!.. Ana değil de taş mıydı!..”
“Kimbilir, belki annesi babası, belki kocası zorlamıştır. Mecbur kalmıştır…” Define Orçun’un sözünü kesti:
“Hadi, diyelim ki öyle oldu. Sonra da mı bir fırsatını bulup, arkamı aramadı? Hep mi mani olanlar vardı? Bu kadar da vurdumduymaz olur mu insan! Hiç aklına gelmez mi: “Benim bir yavrum vardı. Atıverdim sokağa! Ne yer ne içer oralarda? Ne durumdadır? Döverler mi söverler mi? Benim gibi sevemezler ama birazcık olsun severler mi? Merhamet ederler mi?” diye? Hayatına devam etti tabi, bildiği gibi… Hayat da beni ezdi!”
“En büyük sen misin? Tek çocuk musun? Kardeşin var mı? Ya da büyüklerin…” diye sordu Işıl. Aklından ne geçtiğini anlamak zor değildi. Onun gayrimeşru bir bebek olup olmadığının merakı içindeydi. Onun için böyle bir soru sorma gereği duymuştu bence. Çünkü böyle deşelemeye başlardı merak ettiği konuları o.
“İki kardeşmişiz, benim bildiğim. Büyük olan benim. Bilmiyorum başka olup olmadığını. Onu da sonradan öğrendim. Koca adamdım öğrendiğimde. Karşılaşmamız, morgda oldu.”
“Nasıl yani?” dedim, merakla. Morgda karşılaşma… Çok tuhaftı. Ölümle alakalı şeyler hem tiksinti hem merak hem de ürküntü yaratırdı bende. Bir türlü bu tür duygulardan kurtulamıyordum. Hastanenin hizasından otobüs içinde bile geçsem, rengim sararırdı. Sağ olsun annemle babam, özellikle akşam gezmelerine, sinemaya, baloya falan baş başa gitmek için: “Biz doktora gidiyoruz. Oraya çocuklar gitmez!” ya da: “Hastaneye gidiyoruz. Sen evde kalıyorsun.” diyerek, mikrop bulaşır bahanesiyle bunun temelini çocukluğumda atmışlar.
“Anneannemler büyütmüş. Pavyon fedaisiymiş. Bir gün beni çağırdılar, karakoldan. “Kardeşinmiş. Ölmüş.” dediler. Su testisi suyolunda kırılır. Bıçaklamışlar. Morga gittiğimde gördüm onu. Onu değil, adeta kendimi gördüm orada beyaz çarşafın içinde. İrkildim! Aynı bana benziyordu. Orada öyle savunmasız, tam bir teslimiyetle aciz bir vaziyette yatıyordu. Yıkanırken de başındaydım. Su dökmemi istediler, nedense… O zaman daha rahat ve iyice seyrettim onu. O kadar benziyordu ki bana! Sanki bendim ölen, yıkanan, kefenlenen… Bir süre sonra toprağa konacak, üstüne toprak taş yığılacak olan… Çürümeye bırakılacak beden sanki benim bedenimdi. Biraz parası çıkmış cebinden… Çakmağı, kol saati… Bir torba da giysi verdiler elime. Uzun süre etkisinden kurtulamadım!”
“Ona acıdın mı? Ne hissettin, dede?” diye sordu, Neşe.
“Acımadım ama başka bir duyguydu hissettiğim. Anlatabilsem anlatacağım da… Sanki benim kendimmiş gibi… Etim, kemiğim, kanım iliğimmiş gibi… Benmişim gibi işte! O kadar ben gibi… Kardeş nedir bilmezdim ki ben! Orada öğrendim. Üzülmedim de… Çünkü hiç görmemiştim. Tanımıyordum, bilmiyordum. Başka türlü etkilendim. Biraz da kıskandım onu. Tercih edilen oydu, ben değil. O bağrına bastığıydı milletin, ben sokağa attığı… O sevgi ve ilgi içinde, ben kaderine terk edilmiş… O gerçek anne, anneanne ve dedenin kucağında, ben el kapısında… O akrabalarının arasında, sevgi ortamında, ben akraba sandıklarımın ve daha sonra da akraba yerine koymaya çalıştıklarımın… O benimsenen, ben dışlanan… Daha nasıl anlatayım? Bu mukayese sabaha kadar uzar gider de anlatabildim sayamam içimdekileri! En iyisi mi daha fazla söyletmeyin beni!”
Işıl durur mu! İlle de ille soracak ya işin aslını feslini, sanki Define biliyormuş da söylemiyormuş gibi…
“Dede! Hani sen ilkmişsin ya… Kardeşini neden vermemişler de her şeye rağmen yanlarında büyütmeyi yeğlemişler?”
“Onu da kendisi büyütmemiş ki! Annesi babası büyütmüş.”
“Neden kendisi değil? Ya da neden seni de onlara büyüttürmemiş? Hani sen ilk çocuksun ya… Acaba…” der demez, dede çılgına döndü! Ne kadar ne olursa olsun, o onun annesiydi! Kanına dokunmuş olmalıydı ki feveran etti:
“Kimse bana öyle bir şey ihsas ettiremez! Ağzını yırtarım adamın, Âlimallah!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 442
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.