- 614 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
441 - ÇOBAN ATEŞİ
Onur BİLGE
Define, Virane Dağında yakılan çoban ateşidir. Dumanı gören gelir. Karşısına geçer, avuçlarını ovuşturmaya başlar. Herkes çevresine dizilir, ondan istifade eder. Sohbeti dinlenir, nasihati demlenir. Yakmaz kimseyi, şefkatle bağrına basar. Gönlünü okşar, derdini dinler, dinlendirir insanı, dinginleştirir.
Yakından uzaktan gelenler çevresinde oturur, konuşur, anlatır, dinler, onun varlığıyla huzur bulur. Ona bakan, geçmişinde yaşadığı olumsuzlukları anımsar. Onu görenin derdi depreşir. Depreşmese de o deşeler, birer birer dedirtir.
Ortam nostaljiktir. Maziye götürür geleni. Geride bıraktıklarını düşündürür, kaçırılan fırsatları… Sevilenleri anımsatır. Onlara yapılanları, onların yaptıklarını… Ortam şairanedir. Melankoliye sürükler insanı…
Bizim dağın başında yakılan ateş, ufukta gün ağarmaya başlarken düşen çiğ taneleriyle birlikte yitip gitmeye başlayan o çoban ateşlerinden biraz farklıdır. Her gün dağlarda o ateşler sönerken yakılır, sönmemesi için gece yarılarına kadar içine mütemadiyen çalı çırpı atılır. Onun için gün içinde ve akşamın erken saatlerinde, çok önemli başka bir işi olmadıkça hiç kimse kolay kolay:
"Yandı köz, bitti söz, gidelim biz!" diyerek kalkıp gitmez.
Virane’deki çoban ateşinde de çay demlenir ve afiyetle içilir ama içine, o dağlarda sabaha karşı yağan şebnemlerden nemlenerek sertleşmiş, özelliğini kaybetmiş toz şeker yerine, duygulanma nedeniyle nemlenen gözlerin hislerine iştirak eden kesme şekerler atılır. Soğuk, sert ve bayat köy ekmekleri çıkarılıp heybelerden, yeşil soğan ve tulum peyniriyle birlikte yenmez ama Duygu’nun bol maydanozlu peynirli poğaçaları, pırasa böreği, göçmen böreği yenir. Onun gibi sabaha karşı son bir kez daha karıştırılarak canlandırıldıktan sonra kendi haline sönmeye bırakılmaz, konu içinden konu çıkarılmak suretiyle daima karıştırılarak geceyarılarına kadar canlı tutulur.
Çobanlar onunla ısınırlar, soğuktan kazık gibi olmuş eklemlerini gevşetmek için yargınlarını ateşe verirler. Yanlarında kıvrılıp yatan kangal köpeklerinin vefalı arkadaşlıkları… Yüzlerini efil efil esen dağ meltemi okşarken doğayı dinlerler. Ağaçlarda uyanan kuşların cıvıltısını… Yerdeki yaratıkların kıpırtısını seyrederler. Uzaklarda otlatılan sürülerin çıngırak seslerini belki de… Savrulur gider o ateşlerin külleri sağa sola… Birkaç kararmış dal parçası kalır, bir süreliğine yerinde.
Yakılması da kolay değildir, sönmesi de… Yavaş yavaş olur orada her şey… Zaman sınırlı değil, günün tamamı çobanlara ve sürülerine ait… Yalnız günler, haftalar, aylar yıllar da değil… Hayatın tamamı onlara aittir. Keyiflerince yaşarlar. Kimseye tâbi değil…
Yeni kişiler geliyor yanımıza. Apayrı kişilikler ekleniyor grubumuza. Çok renkli bir çiçek demeti gibiyiz. Her birimiz bir yerden gelmişiz. Farklı duygu ve düşünceler, farklı bakış açıları… Her birimiz ayrı bir dünyayız. Tanıyor tanışıyor, arkadaş oluyor, dostluğa doğru adım asım ilerliyoruz. Oturuyor konuşuyor, kalkıyor geziyoruz. Birlikte gülüyor eğleniyoruz.
Tavla ve dama turnuvalarımız devam ediyor. Satrançta da ustalaşanlar var. Turnuvası yakındır. Bu arada bir ses müsabakası olacakmış. Ona hazırlanan arkadaşlarımız da var. Ayrıca bir tiyatro grubu kurduk. Çalışmalarımız devam ediyor. Onu da dede yönetiyor. Koordinatör de değildir, genel koordinatördür!
Üç arkadaşımız saz, ikisi gitar çalıyor. Zaman zaman Virane’de mini konserler veriyorlar. Erkekler bir tarafa, kızlar bir tarafa ayrılıyor, karşılıklı mani söylemeye başlıyorlar. Kimse altta kalmak istemiyor! Birbirini bastırmak için kıran kırana bir miücadele oluyor. Tutulup kalan, cevap veremeyen tarafın vay haline!.
Yeni hayatlara tanık olmaktan çok zevk alıyorum. Onlara soru sormak istemiyorum. Kendim tanımayı tercih ediyorum. Yavaş yavaş… Sindire sindire… Hiç de acelem yok!
Bazı arkadaşlarım dedektif gibi araştırma yapmayı, bazıları da anket memuru gibi soru sormayı seviyor. Ben yeni geleni soru yağmuruna tutmak, bunaltmak istemiyorum. Define, çok değil ama kurnazca sorular yöneltiyor. Onu hemen analiz etmeye çalışıyor. Aslında birkaç sorunun cevabını alması, onun notunu vermesine yetiyor ama yine de:
“Ben herkese kafadan yüz üzerinden yüz puan veririm. Herkes kendi notunu kendi verir. Kendi değerini kendisi belirler. Kendine kaç puan vereceksin, onu zaman gösterecek. İnşallah verdiğim puanı düşürmez, umduğum yerde, yani hep zirvede kalır, hiç aşağıya inmezsin!” demekten geri durmuyor.
Ben de kendimi kimseye anlatmak istemiyorum. Onlar da beni benden değil, hal, hareket, davranış ve fikirlerimle değerlendirsinler. Verecekleri nota razıyım. Az ya da çok… Ne verdilerse, onu hak etmişimdir.
Her geleni yaşamımıza alıyoruz. Küçük bir araştırma yapmıyor değiliz ama yine de hemen uyum yapmak kolay olmuyor. Bazılarıyla anında kaynaşıveriyoruz, bazılarına ayak uydurmamız çok zaman alıyor. Biz de birbirimizle hemen uyum yapamamıştık. Benzer halkalar gibi birer birer ve yavaş yavaş kenetlenerek güçlü bir zincir olmayı zorla başardık.
Ne tartışmalar, ne küsüşmeler oldu aramızda! Aramızda hallettik. Yabancıydık birbirimize. Farklı illerden gelmiştik. Apayrı yörelerin insanlarıydık. Farklı iklimlerin… Haliyle farklılıklar olacaktı. Aynı yapboza ait parçalar değildik ki bir araya gelince su sızmasın aramızdan! Hemen bir bütün oluverelim! Aynı yörenin insanı olmuş olsaydık, aynı okuldan gelmiş olsaydık bile yetişimimiz aynı olmayacak, yine bariz farklılıklarımız olacaktı.
Benim yetiştiriliş tarzım çok farklıdır, mesela. Annemle babamla arkadaş gibiyizdir. Herkes babası gelince ayağa kalkar, bizde böyle saygı gösterilerine gerek yoktur. Saygı yürektedir. Başka şekilde belirtilir, göstermelik değildir. Sözüne itaat etmekte kusur etmek gibi… Anne baba yanında da başkalarının yanında da rahatça konuşmamız istendi bizden. Samut gibi susturulup, put gibi oturtturulmadık. Kişiliğimizin gelişmesi ön planda tutuldu. Arzumuzca konuştuk, tezimizi savunduk, buna saygı duyuldu. İtilmedik kakılmadık. Bize şahsiyet verildi.
Farklı yörelerden gelen arkadaşlarım, geleneksel Türk ailelerinin örf ve adetlerine bağlı yetiştirilmişler. Oralarda o zamana kadar terbiye sistemi nasıl gelegeldiyse öylece uygulanmış. Beni yadırgamalarına şaşmamak lazım… Ben, bana göre doğruyum. Ailemin doğrularına göre doğruyum. Onların şablonlarına uymamam gayet normal… Eleştirecekler, kınayacaklar… Onlar yanlışta mı? Hayır. Olması gereken o! Fakat bizim evde tam bir demokrasi vardır. Bu demek değildir ki başıboşuz! Aile baskısı belki de onlarınkinden daha fazladır, kontrolü halen bırakmış değillerdir ama o tutumları aşırı önemseme ve korumacılıklarındandır. Öyle olmasaydı, işlerini güçlerini, eşlerini dostlarını bırakır, memleketlerini terk eder, peşimden ta Bursalara kadar gelirler miydi! Herkesin evladı kendisine kıymetli ama çok az aile böyle bir fedakârlığa katlanabilir.
Önce güvenebileceğimiz birileri olsunlar istedik. Güvenmek de güven sağlamak da çok önemliydi. Gelen de nereye, nasıl bir yere geldiğini bilmiyor, bizim taşıdığımız kuşkuların aynısını taşıyordu. Sonra anlaşma yoluna gittik. Konuşa konuşa, tartışa tartışa anlaştık.
Hayat çok güzeldi. Yaşlarımız en güzel yaşlardı. Ele geçmez bir çağ! Bursa güzeldi! Okumak güzeldi! İmtihanlar heyecanlandırıyor, atlatınca çok hoş bir rahatlama hissediyorduk! O aralar o kadar boğuluyorduk ki, geçince hayatın ne kadar güzel olduğu yeni baştan anlaşılmış oluyordu.
Deli gibi geziyorduk! Fırsat bulur bulmaz sokakları arşınlıyorduk! Bursa sokaklarında girip çıkmadığımız mekân, ayak basmadığımız yer kalmamıştır!
Toprak aynı topraktı, dağ taş aynı… Fakat beraberken bambaşka bir değer kazanıyor her yer, her şey… Şehrin bir ucundan bir ucuna yürüyor, bir yerde oturup bir şeyler içiyor, tekrar yürüyerek diğer ucuna gitmek istiyoruz. Ne bitip tükenmek bilmez enerjimiz var! Onları bilmiyorum ama ben çok yoruluyorum. Akşamları eve döndüğümde hemen banyoya giriyorum. Sonra ayaklarımı kaldırıp duvara dayıyor, başımı aşağıya sarkıtıyor, yarım saat kadar öylece dinlendirmeye çalışıyorum.
Eskiler: “Dolaşmaktan ayaklarıma karasular indi!” derler ya… Sanki öyle oluyor. Karasular iniyor. Duvara dikince o su her ne ise, yerine geri geliyor olmalı. Bazen kış ortasında bile buz gibi suya sokuyorum ayaklarımı, bazen de ovarak rahatlatmaya çalışıyorum.
Bu kadar sıcağa kar mı dayanır! O kadar yürümeye can mı dayanır!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 441
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.